SENELER evvel, Cüneyt
Suâvi’nin kaleminden çıkan “Hayatın İçinden” isimli kitapta “Yeşil Elbise” başlıklı
bir hikâye okumuştum. Ne zaman bir salâ okunsa ve ne zaman bir cenaze namazına
iştirak etsem, o hikâyeyi yeniden hatırlarım; daha doğrusu, yeniden yaşar gibi
olurum…
Merak
edenler, o meşhur hikâyeye ulaşacaklardır. Biz, o hikâyenin yörüngesinden
kısmen uzaklaşarak, musallaya konulanla onu uğurlamaya gelenlerin gerçek
hikâyesine gidelim…
Üzerine
serilen yeşil örtüyle musallada duran ve kılınacak cenaze namazının ardından ebediyete
uğurlanacak kişi için hoca efendinin yerine getireceği son ritüel, “Merhumu/merhumeyi nasıl bilirdiniz?”
sorusu ile başlar ve cemaatin ağız birliği etmişçesine “İyi bilirdik” karşılığı
ile son bulur. Hoca efendi, emin olmak için “Allah’ın emri üçtür” inanışına
bağlı olarak üçleme çektirir âdeta ve her seferinde aynı ses yankılanır
avludan: “İyi bilirdik!”
Bu
onaydan sonra, “Haklarınızı helâl eder missiniz?”
diye sorulur. Cevap bilindiktir: “Helâl olsun!”
Hoca
efendi, aldığı olumlu cevaplar karşısında cemaate şükran duygularını ifade eder:
“Allah da sizden râzı olsun…”
Tabuta
el verenler arasında kimi ararsanız o bulunur. Birinci dereceden yakınları,
akrabaları, komşuları, iş arkadaşları, pozisyona bağlı siyâsetçiler,
bürokratlar, sanatçılar ve hiçbir bağı olmayanlar ile vakit namazı için orada
bulunan cami cemaati…
Bunlar
normal; anormal olan ise, hakkını helâl eden ve iyi bilenlerin mevta tarafından
iyi bilinip bilinmediği… Başka bir ifadeyle, hakkını yiyenden gammazlayanına
kadar, hasmından tutun da katiline varıncaya kadar bol varsayımlı karakterlerin
“son görev” için saf tutmuş olmaları… Ya yüzleşme?
“Önden
kim giderse gitsin, arkadan ötekisinin geldiği bir diyarda mal, mülk, para,
şan, şöhret, mâkâm için bunca ihtirasa gerek var mı?” diye sormadan edemiyoruz.
Oysa
ahirete göç etmeden evvel hakların helâl edilmesidir evlâ olan. Kirâmen Kâtibîn
meleklerinin avluda ve kabristanda olup bitenleri elbette kayıt altına alacaktır
ama göçe hazırlanan merhum/merhumenin cemaatin haklarını helâl edip
etmediğinden, iyi bilip bilmediklerinden ne kadar haberdar olduğu ya da olacağı
hakkında bir malûmatımız yoktur!
Kul
hakkı yiyenlerin, yetimin hakkına göz dikenlerin, gıybet edenlerin, iftira
atanların hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya tutunmalarına, “hasım” gibi gördükleri
eşlerini, arkadaşlarını, dostlarını ebediyete uğurlarken hiçbir şey olmamış
gibi davranmalarına şâhit oldukça, şairin dediği gibi, “içim ürperiyor”!
Son
söz, ölümün hakikatinden yola çıkarak kurduğum cümleler olsun:
“Ölüm,
Koronavirüsten ibâret değil! Dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Aşı
bulunsa dahi vazîfeli melek, ruhları kabzetmeye devam edecek. Bize düşen ise,
her yeni güne yeni bir diriliş, yeni bir uyanış ve yeni bir doğum sevinci ile
çıkmak, her uğurlanışın ardından dersler çıkarmak, hatadan, günahtan, kul
hakkından sıyrılmak, silkelenmek ve hafifleyerek bu diyardan göç etmek…”
İşte
o zaman işitiriz “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna verilen cevabı ve hakların helâl
edildiğini! Üstelik nefes alıp verirken…
Hangi
imtihan olursa olsun, kopya çekmenin yasak olduğu bu gezegende, Kur’ân’ı rehber
edinenler, dünya imtihanında hep bir adım önde olacaklar. Olacaklar, çünkü
Kutsal Kitabı eline alıp okumak, diline katıp ezberlemek, göğsüne ekip korumak,
imtihan boyunca serbesttir.
Anlayanlara
selâm olsun!