Nasıl bilirdiniz?

“Ölüm, Koronavirüsten ibâret değil! Dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Aşı bulunsa dahi vazîfeli melek, ruhları kabzetmeye devam edecek. Bize düşen ise, her yeni güne yeni bir diriliş, yeni bir uyanış ve yeni bir doğum sevinci ile çıkmak, her uğurlanışın ardından dersler çıkarmak, hatadan, günahtan, kul hakkından sıyrılmak, silkelenmek ve hafifleyerek bu diyardan göç etmek…”

SENELER evvel, Cüneyt Suâvi’nin kaleminden çıkan “Hayatın İçinden” isimli kitapta “Yeşil Elbise” başlıklı bir hikâye okumuştum. Ne zaman bir salâ okunsa ve ne zaman bir cenaze namazına iştirak etsem, o hikâyeyi yeniden hatırlarım; daha doğrusu, yeniden yaşar gibi olurum…

Merak edenler, o meşhur hikâyeye ulaşacaklardır. Biz, o hikâyenin yörüngesinden kısmen uzaklaşarak, musallaya konulanla onu uğurlamaya gelenlerin gerçek hikâyesine gidelim…

Üzerine serilen yeşil örtüyle musallada duran ve kılınacak cenaze namazının ardından ebediyete uğurlanacak kişi için hoca efendinin yerine getireceği son ritüel, “Merhumu/merhumeyi nasıl bilirdiniz?” sorusu ile başlar ve cemaatin ağız birliği etmişçesine “İyi bilirdik” karşılığı ile son bulur. Hoca efendi, emin olmak için “Allah’ın emri üçtür” inanışına bağlı olarak üçleme çektirir âdeta ve her seferinde aynı ses yankılanır avludan: “İyi bilirdik!”

Bu onaydan sonra, “Haklarınızı helâl eder missiniz?” diye sorulur. Cevap bilindiktir: “Helâl olsun!”

Hoca efendi, aldığı olumlu cevaplar karşısında cemaate şükran duygularını ifade eder: “Allah da sizden râzı olsun…”

Tabuta el verenler arasında kimi ararsanız o bulunur. Birinci dereceden yakınları, akrabaları, komşuları, iş arkadaşları, pozisyona bağlı siyâsetçiler, bürokratlar, sanatçılar ve hiçbir bağı olmayanlar ile vakit namazı için orada bulunan cami cemaati…

Bunlar normal; anormal olan ise, hakkını helâl eden ve iyi bilenlerin mevta tarafından iyi bilinip bilinmediği… Başka bir ifadeyle, hakkını yiyenden gammazlayanına kadar, hasmından tutun da katiline varıncaya kadar bol varsayımlı karakterlerin “son görev” için saf tutmuş olmaları… Ya yüzleşme?

“Önden kim giderse gitsin, arkadan ötekisinin geldiği bir diyarda mal, mülk, para, şan, şöhret, mâkâm için bunca ihtirasa gerek var mı?” diye sormadan edemiyoruz.

Oysa ahirete göç etmeden evvel hakların helâl edilmesidir evlâ olan. Kirâmen Kâtibîn meleklerinin avluda ve kabristanda olup bitenleri elbette kayıt altına alacaktır ama göçe hazırlanan merhum/merhumenin cemaatin haklarını helâl edip etmediğinden, iyi bilip bilmediklerinden ne kadar haberdar olduğu ya da olacağı hakkında bir malûmatımız yoktur!

Kul hakkı yiyenlerin, yetimin hakkına göz dikenlerin, gıybet edenlerin, iftira atanların hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya tutunmalarına, “hasım” gibi gördükleri eşlerini, arkadaşlarını, dostlarını ebediyete uğurlarken hiçbir şey olmamış gibi davranmalarına şâhit oldukça, şairin dediği gibi, “içim ürperiyor”!

Son söz, ölümün hakikatinden yola çıkarak kurduğum cümleler olsun:

“Ölüm, Koronavirüsten ibâret değil! Dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Aşı bulunsa dahi vazîfeli melek, ruhları kabzetmeye devam edecek. Bize düşen ise, her yeni güne yeni bir diriliş, yeni bir uyanış ve yeni bir doğum sevinci ile çıkmak, her uğurlanışın ardından dersler çıkarmak, hatadan, günahtan, kul hakkından sıyrılmak, silkelenmek ve hafifleyerek bu diyardan göç etmek…”

İşte o zaman işitiriz “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna verilen cevabı ve hakların helâl edildiğini! Üstelik nefes alıp verirken…

Hangi imtihan olursa olsun, kopya çekmenin yasak olduğu bu gezegende, Kur’ân’ı rehber edinenler, dünya imtihanında hep bir adım önde olacaklar. Olacaklar, çünkü Kutsal Kitabı eline alıp okumak, diline katıp ezberlemek, göğsüne ekip korumak, imtihan boyunca serbesttir.

Anlayanlara selâm olsun!