Nas

Hatırlamıyorsun değil mi o ilk saldırıyı? Ben de hatırlamıyorum annemin karnından çıktığımda soluğuma yerleşen çığlığı. O, ilk saldırıydı işte!

HENÜZ bir tanımın yok. Kendin hakkında emin olduğun tek şey, ismin. Salt bir isim…

İsmin, “Meftun” olsun. Neye meftun olduğuna ise sen karar ver! Kavgaların var senin. İnsanlar arasında yokluğun konuşuluyor. Ne yahut kim olduğuna karar veremiyorsun. Ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin yok. Daha önce benliğinle sıkı bir kavgaya girmedin hiç. Dövüşmedin.

Kendince sebeplerin vardı elbette; örneğin uzun mesai saatleri yoruyordu seni. Uzun banka kuyrukları, senetler, alacaklar, verecekler… Fakat anladın ki kayboluyorsun. Savruluyorsun. Kaybettiğin ne varsa onları izlemeye başladığında, bunları görmek sana ilk defa acı verdiğinde, göz bebeklerin büyüyor, nefesin sıklaşıyor, yumruğun sıkılıyor… Ve işte kavga başlıyor!

Dostlarınla küstün. Onlar seni çok kırdı. Kendini kalabalık içinde sandığın anda yapayalnızdın. Bunu fark etmek seni bir hayli kızdırdı. Hakkında söylenen ilk yalanı duyduğunda yüzün öfkeyle kızardı. Entrikalar çevirecek değildi bir yüzün, bir yüzün intikam peşinde olmayı istedi. Yapamadın, hesaplarını yarına bıraktın, bu yordu seni. “Güvenecek tek bir insan yok” dedin. Dostlarınla küstün. Daha doğrusu, senin hiç dostun olmadı. Nisa, 45!
Saatleri ayarladın. Kuralları bir bir sıraladın. Verdiğin sözlerin arkasında duramadın. Yenik düştün. Yenildin sen! Aslında benliğinin, görünen sen olmadığını anladın. Aslında beş para etmez birinin tekiydin. Yaptıklarını ve yapabileceklerini bildiğin hâlde hatalarını görmezden geldin. Her zaman muazzam bir doğrudan söz ettin. Eylemedin meftun, yalnızca söyledin. Uzaklaştın nas olmaktan. İsmini yalanladın. Sen bir yalancıydın, bunu anladın. Çok hayatlılıktan kurtulma çaban seni yedi bitirdi. Evet!

Kendine acıdın, kendine güldün. Çünkü biliyordun: “Kendin dışında neye koştuysan, gurbette kaldın.”
Bağırdın./ Boğazında bir acı… Tozu dumana kattın, söylediklerinden uzaklaştın, sesin kısıldı. Sustun./ Bir daha konuşmaya cesaret bulamadın, küçüldün, sesin kısıldı. Bunun adına “gürültülü çaresizlik” dedin. Bir tanım kurtarır sandın seni, çünkü dünyada acı tasnifi yapanların kazandığını duymuştun bir dostundan. Ne yazık! Ah, ne yazık!

Yine bir dostun söz etmişti, hamala ihtiyaç varmış. Hamal oldun. Sırtında büyük bir çuval taşırken “Dünyayı kurtarıyorum” sandın. Sana öyle söylediler çünkü. Çünkü onlar senin adını ne koyarlarsa, sen o olduğunu sandın. Hâlbuki senin zaten bir ismin vardı: Meftun… Unuttun! O isim ruhuna üflenmişti. Baksana ellerine, sonra parmaklarına! Parmaklarında izlerin ve adın vardı herkesten farklı.

Birçok kez ağladın Meftun kendi gözlerinin içine bakarak. Görebildin mi gözlerinin içinde olup biteni? Haykırarak ve sızlayan bir kalple “Dünyaya gelmek, saldırıya uğramaktır” diyebildin mi?

Hatırlamıyorsun değil mi o ilk saldırıyı? Ben de hatırlamıyorum annemin karnından çıktığımda soluğuma yerleşen çığlığı. O, ilk saldırıydı işte!
Kaybettin dostum kaybettin!

Fakat… Artık biliyorsun. Ne kadar kaybettiysen, o kadar kazandın Meftun. Ne kadar ağladıysan, o kadar yıkandın kirlerinden. Kalbin idrak ile ilişkisini bilir misin? Sen körelmeye yüz tutmuş kalbinde ne kadar büyük bir sızı taşıdıysan, o kadar idrak ettin ve bildin. Kazandıkların ve kaybettiklerin kadar isminsin Meftun.

Bir gün koltuğunda otururken ansızın, asra yemin ettin. Hüsranda olduğunu, yaşadığın kadar bildin. Tüm bunlar bittiğinde, sular dinginleşip göz gözü gördüğünde, boğazında bağırmaktan sebep haşin bir tortu biriktiğinde, sahnenin ortasında ağır ağır bir fon müziği duyulduğunda ve büyük harflerle “SON” yazıldığında anlayacaksın Meftun, adının niçin “Meftun” olduğunu! “Alaz bir zambak gibi açacaksın”. Kendini bulacaksın. İşte sen, tam da öldüğünde adın olacaksın!