HENÜZ bir tanımın yok.
Kendin hakkında emin olduğun tek şey, ismin. Salt bir isim…
İsmin,
“Meftun” olsun. Neye meftun olduğuna ise sen karar ver! Kavgaların var senin.
İnsanlar arasında yokluğun konuşuluyor. Ne yahut kim olduğuna karar
veremiyorsun. Ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin yok. Daha önce benliğinle sıkı
bir kavgaya girmedin hiç. Dövüşmedin.
Kendince
sebeplerin vardı elbette; örneğin uzun mesai saatleri yoruyordu seni. Uzun
banka kuyrukları, senetler, alacaklar, verecekler… Fakat anladın ki kayboluyorsun.
Savruluyorsun. Kaybettiğin ne varsa onları izlemeye başladığında, bunları görmek
sana ilk defa acı verdiğinde, göz bebeklerin büyüyor, nefesin sıklaşıyor,
yumruğun sıkılıyor… Ve işte kavga başlıyor!
Dostlarınla
küstün. Onlar seni çok kırdı. Kendini kalabalık içinde sandığın anda
yapayalnızdın. Bunu fark etmek seni bir hayli kızdırdı. Hakkında söylenen ilk
yalanı duyduğunda yüzün öfkeyle kızardı. Entrikalar çevirecek değildi bir
yüzün, bir yüzün intikam peşinde olmayı istedi. Yapamadın, hesaplarını yarına
bıraktın, bu yordu seni. “Güvenecek tek bir insan yok” dedin. Dostlarınla
küstün. Daha doğrusu, senin hiç dostun olmadı. Nisa, 45!
Saatleri ayarladın. Kuralları bir bir sıraladın. Verdiğin sözlerin arkasında
duramadın. Yenik düştün. Yenildin sen! Aslında benliğinin, görünen sen
olmadığını anladın. Aslında beş para etmez birinin tekiydin. Yaptıklarını ve
yapabileceklerini bildiğin hâlde hatalarını görmezden geldin. Her zaman muazzam
bir doğrudan söz ettin. Eylemedin meftun, yalnızca söyledin. Uzaklaştın nas
olmaktan. İsmini yalanladın. Sen bir yalancıydın, bunu anladın. Çok
hayatlılıktan kurtulma çaban seni yedi bitirdi. Evet!
Kendine
acıdın, kendine güldün. Çünkü biliyordun: “Kendin dışında neye koştuysan,
gurbette kaldın.”
Bağırdın./ Boğazında bir acı… Tozu dumana kattın, söylediklerinden uzaklaştın,
sesin kısıldı. Sustun./ Bir daha konuşmaya cesaret bulamadın, küçüldün, sesin
kısıldı. Bunun adına “gürültülü çaresizlik” dedin. Bir tanım kurtarır sandın
seni, çünkü dünyada acı tasnifi yapanların kazandığını duymuştun bir dostundan.
Ne yazık! Ah, ne yazık!
Yine
bir dostun söz etmişti, hamala ihtiyaç varmış. Hamal oldun. Sırtında büyük bir
çuval taşırken “Dünyayı kurtarıyorum” sandın. Sana öyle söylediler çünkü. Çünkü
onlar senin adını ne koyarlarsa, sen o olduğunu sandın. Hâlbuki senin zaten bir
ismin vardı: Meftun… Unuttun! O isim ruhuna üflenmişti. Baksana ellerine, sonra
parmaklarına! Parmaklarında izlerin ve adın vardı herkesten farklı.
Birçok
kez ağladın Meftun kendi gözlerinin içine bakarak. Görebildin mi gözlerinin
içinde olup biteni? Haykırarak ve sızlayan bir kalple “Dünyaya gelmek,
saldırıya uğramaktır” diyebildin mi?
Hatırlamıyorsun
değil mi o ilk saldırıyı? Ben de hatırlamıyorum annemin karnından çıktığımda
soluğuma yerleşen çığlığı. O, ilk saldırıydı işte!
Kaybettin dostum kaybettin!
Fakat…
Artık biliyorsun. Ne kadar kaybettiysen, o kadar kazandın Meftun. Ne kadar
ağladıysan, o kadar yıkandın kirlerinden. Kalbin idrak ile ilişkisini bilir
misin? Sen körelmeye yüz tutmuş kalbinde ne kadar büyük bir sızı taşıdıysan, o
kadar idrak ettin ve bildin. Kazandıkların ve kaybettiklerin kadar isminsin
Meftun.
Bir gün koltuğunda otururken ansızın, asra yemin ettin. Hüsranda olduğunu, yaşadığın kadar bildin. Tüm bunlar bittiğinde, sular dinginleşip göz gözü gördüğünde, boğazında bağırmaktan sebep haşin bir tortu biriktiğinde, sahnenin ortasında ağır ağır bir fon müziği duyulduğunda ve büyük harflerle “SON” yazıldığında anlayacaksın Meftun, adının niçin “Meftun” olduğunu! “Alaz bir zambak gibi açacaksın”. Kendini bulacaksın. İşte sen, tam da öldüğünde adın olacaksın!