
SON günlerde bir
tartışmadır gidiyor…
Aslında
tartışma değil, dövüşme... Her zaman ve her konuda olduğu gibi tam bir kör dövüşü!
Tarafların
birbirlerini anlamaya niyetleri yok. En azından bir tarafın hiç yok! Tamamen
ideolojik ve politik önyargılarla hareket edip “Karşı tarafı nasıl alt edebilirim?”in
derdinde…
Bunun
için de Makyavelist bir anlayışla her türlü silah serbest.
Yalan
dolan, iftira, hakaret, tezvirat, bağırma çığırma, suçlama, geçmişini geleceğini
ortaya dökme, saygısızlık, terbiyesizlik, her şey ama her şey serbest!
Zâten
taraflar daha masaya oturmadan önce, önyargılarla ve bütün silahlarını
kuşanarak geliyorlar. Sanki savaş var, sanırsınız ki savaşa gidiyorlar. En
azından bir taraf böyle...
Amaç
bir konuyu uhûlet ve suhûletle müzakere etmek değil ki...
Amaç
iyi niyetlerle bir konuyu enine boyuna müzakere ederek kamuyu bilgilendirmek ve
aydınlatmak değil ki...
Bilâkis
amaç, dezenformatik yöntemlerle kamuoyunda bilgi kirliliği oluşturmak, kafaları
karıştırmak, kavram kargaşası yaratıp kitleleri algı operasyonlarına kurban
ederek ideolojik ve politik olarak rant devşirmek!
Ama
olan, bu topluma oluyor. Bu topluma ve bu millete yazık ediyorlar. Ortalığı
karıştırıp milleti birbirine düşman ediyorlar. Olan vatana, millete, devlete
oluyor. Sonuçta bilerek ya da bilmeyerek kamplaşma ve kutuplaşmalar oluşturarak
dış güçlerin ve düşmanların ekmeğine yağ sürülüyor.
Eğer
bütün bunlar vatana, millete, devlete düşmanlık edenlere hizmet etmek için
bilerek ve bilinçli bir şekilde yapılmıyorsa, herkes bu konularda daha dikkatli
ve daha hassas olmalı. Ki lûtfedip bir zahmet olsunlar da...
Esasında
ben bu “tartışma” kavramını hiç sevmem ve hiç hazzetmem de...
Çünkü
bu kavram, anlam olarak bana hep negatifliği, olumsuzluğu, kavgayı, çatışmayı,
stresi, sıkıntıyı, üzüntüyü, kalp kırmayı, körü körüne inat etmeyi, enâniyeti (benlik
duygusu, egosantrizm) çağrıştırıyor da ondan. Dinleme, anlama ve anlaşma
zemininin ortadan kaldırılmasına sebep oluyor. Asgarî müştereklerde
buluşulmasını önlüyor.
Ama
ne hikmettir ki, akademi dünyasında yaptırılan yüksek lisans ve doktora
tezlerinde ve diğer çalışmalarda da bu kavram “bilimsel bir havayla”
kullanılıyor.
Hâlbuki,
bu kavramdan kastedilen ve murad edilen iyi niyet ve samimiyetle bir konuyu
konuşarak müstefîd olmak ise, bütün bu amaçları ve anlamları da içeren müspet
ve çok güzel bir kavramımız var: “Müzakere etmek”…
Unutulmasın
ki, kavramlar bir dilde ve bir toplumda son derece önemlidir. Kavramlar, doğru ve
düzgün düşünmenin ön şartıdır. Yine unutulmasın ki, insanlar kavram kargaşası
ve kavramların hakikî mânâlarının içi boşaltılarak manipüle edilirler. (Bu
konuda Elbistan’ın Sesi gazetesinde “Kavramlarla Aldatmak” başlıklı birkaç
makale yazmıştım. İsteyen bakabilir.)
Bu
giriş ve girizgâhtan sonra şimdi gelelim asıl meseleye ve dönelim makalenin
başlığındaki asıl konuya…
Her
şeyden önce şunu belirtelim ki, bizim kültürümüzde eskiden müziğe “mûsikî”
denilirdi ve mûsikî ruhun gıdası olarak bilinirdi.
Şimdi
“müzik” diyorlar…
Müzik,
Lâtin kökenli bir kavram olup (müzik kavramıyla ilgili Yunanca, İtalyanca,
İspanyolca, Fransızca, İngilizce, Almanca dillerinde birbirlerine yakın ve
benzer kelimeler var) bize yabancı bir kelimedir. Zâten telâffuzun ihtiva
ettiği âhenk ve kulağa gelen ses tınısı ikisinde aynı değildir. “Müzik”
denildiğinde âhenksiz ve kulağı tırmalayıcı bir ses, “mûsikî” denildiğinde bir
âhenk ve kulağa daha hoş ve daha lâtif gelen bir ses tınısı söz konusudur.
Bütün
mahlûkatın yaratılışında olduğu gibi sesi, sözü ve duyguları da yaratan
Allah’tır. Dolayısıyla mûsikînin ihtiva ettiği ses, söz ve duygu hiç yasak
olabilir mi, hiç yasaklanabilir mi, yasaklanmak istense dahi bu mümkün olabilir
mi? Böyle bir şey, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu muhâldir, imkânsızdır. Çünkü
mûsikînin dili evrenseldir, evrensel bir duygudur ve dahi son derece de
insanîdir.
Kaldı
ki, bizim kültür ve medeniyet tarihimizde mûsikînin ayrı bir yeri ve önemi
vardır. Çok çeşitli mûsikî formları, türleri, kıraat ve mâkâmları üretilmiştir.
Örneğin dînî mûsikîmiz, türkülerimiz, şarkılarımız, mânilerimiz, bozlaklarımız,
gazellerimiz, uzun havalarımız, hoyratlarımız ve daha birçok türde bize ait
olan sanatsal değerlerimiz vardır.
Dînî
mûsikî alanında da Türk tasavvuf mûsikîsi, tekke mûsikîsi, câmi mûsikîsi ve bunların
çok değişik formları mevcuttur. Hatta Kur’ân’ın kıraatı dahi İslâm dünyasında
çok değişik mâkâmlarda okunmuş ve terennüm edilmiştir. Mısır’da Kur’ân’ın
kıraatı ayrıca bir san’at olarak algılanmış ve halk tarafından bu şekilde
benimsenerek kabûl edilmiştir. Onun için Mısır’da Kur’ân okuma işine “fennân”
da denilir. Erbabı iyi bilir ki, Mısır’da dünya çapında nice hâfızlar
yetişmiştir.
Zâten
İslâm dünyasında şöyle meşhur ve mâruf bir söz vardır: “Kur’ân Mekke’de nâzil
oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.”
Yine
herkes iyi bilir ki; hat, tezhip, tezyin gibi san’atlar Türklerde çok
gelişmiştir. Rik’a, sülüs, kûfî ve diğer tarzlarda hat yapan dünya çapında nice
hattatlarımız vardır.
Ayrıca
gerek dînî, gerekse de geleneksel mûsikîmizde çok güzel mâkâmlarımız vardır.
Bunlardan bazıları; Nihâvend, Uşşâk, Hicaz, Kürdîlihicazkâr, Acemkürdî, Hüzzam,
Saba, Segâh, Hüseynî, Yürük Aksak Semâî’dir.
Diğer
yandan bizim medeniyet tarihimizde dokuzuncu, onuncu, on birinci yüzyıllardan
itibaren şifahânelerde ruh hastaları ve psikolojik sorunu olanlar mûsikîyle
tedavi ediliyordu. Onun için “Mûsikî ruhun gıdasıdır” denilmiştir. Bu konularda
İbni Sînâlar, Fârâbîler uzmandır.
Hâl
böyle iken ve mûsikî konusunda şanlı bir tarihe sahip iken, birkaç gün önce
devlet yetkililerinin Covid-19 virüsü ve pandemisi dolayısıyla normalleşmeyle
ilgili olarak atılan adımlara dair görüşlerini beyan ederlerken, birilerinin ve
özellikle de kötü ve art niyetli çevrelerin, gece saat 24:00’dan sonraki
kısıtlamaları bahane ederek ve bunu da ideolojik bularak, her zaman olduğu gibi
“Yaşantımıza müdahale ediliyor, müzik yasaklanıyor” teraneleri ve
çığırtkanlıklarıyla bir kaşık suda fırtınalar koparmaya başladılar.
Ama
bu onların her zamanki alışkanlıklarıydı. Asıl ideolojik olan, işte bu yaklaşım
ve söylemlerdir! Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Kaldı ki, müziği her
çeşit ideolojiye âlet eden yine kendileridir. Zâten kendileri bu konuda
uzmandırlar ve hiç kimse ellerine su dökemez.
Ayrıca
insanoğlu isterse her konuyu istismar ettiği gibi müziği de rahatlıkla istismar
ederek ideolojilerine kurban edebilir. Zâten yapılan da budur.
Yeri
gelmişken, şu önemli noktanın da altını çizmekte fayda vardır. Bizde her konuda
olduğu gibi, bu konuda da insanların haklarına tam bir saygısızlık vardır.
Medenî toplumlar gibi değil, bedevî toplumlar gibi davranıyoruz.
Siz
Batı’da, gecenin geç saatlerine kadar uluorta müzik âletlerinin sesini
alabildiğine açıp o mahallede, o semtte yaşayanları rahatsız ettiklerini hiç
duydunuz mu? Ben birçok Avrupa ülkesini gezdim; ne böyle bir şey duydum, ne de
böyle bir şey gördüm! Ama biz bangır bangır bağırttırırız, değil mi?!
“İnsan
hakları, insan hakları” diyerek bu kutsal hakları istismar edenler! Avrupa’ya
gidin bakalım, gece geç saatlere kadar müziğin ve eğlencenin dozunu kaçırarak
insanları sabahlara kadar rahatsız edebilecek misiniz? Bu arada hastasını,
yaşlısını, bebeğini, çocuğunu, hamile olanını, ders çalışanını, sınavlara
hazırlananı, kitap okuyanını, uyuyanını, sabah erkenden işe gidecek olanlarını
da göz ardı etmeden...
Deneyin
bakalım, başınıza ne işler gelecek!
Rahmetli
Âkif, 1910’lu yıllarda Devlet tarafından Almanya’ya gönderilip döndüğünde
kendisine soruyorlar: “Üstad, Almanya’yı, Almanları nasıl buldunuz?”
O
da veciz bir şekilde cevap veriyor: “İşleri dinimize benziyor, dinleri de
işimize benziyor...”
Şimdi
de ben sizlere soruyorum: “Ey Türkler, ey Müslümanlar, ey Türkiye coğrafyasında
yaşayan insanlar, Âkif’in bu sözünü nasıl buldunuz? Beğendiniz mi? Kendi
hâllerinizle mukayese etmek ister misiniz?”
Son
cümle, ezcümle:
Biz
bize benzeriz; çünkü biz, hâlâ Şark kurnazlıklarının hüküm sürdüğü Şark
toplumlarıyız!