TATSIZ, kokusuz bir dünyada yarım nefesle yaşamaya çalışmak ne tuhaf
bir durummuş. Yaklaşık bir ay önce yakalandığım şu meşhur ve melun hastalığı
atlatmaya çalışıyorum.
Nekahet dönemi daha çok cami ile ev arasında mekik
dokuyarak geçiyor. En azından bir iki vakit böyle; zira ayaklarım yeni alışıyor
cami halılarına basmaya. Hasta olunca insan Allah’a daha yakın durma hissiyatı
içinde oluyormuş demek ki. İnsan tarafından bakınca bu böyle belki ama aslında
geçen cuma hutbesinde öğrendim; Allah insana şah damarından da yakınmış. Şu
anda sahanın dışında oyuna girmek için ısınan futbolcular gibiyim, tamamen
iyileşip yeniden işe başladıktan sonra maça nerede devam ederim, bilmiyorum.
Benim, bu zamana kadar sadece minaresinden yayılan sesi
zorunlu olarak dinlediğim cami ile bağ kurmama en çok sevinen Sevim olmuştu. Çünkü
yıllardır beni asosyal olmakla, hiç arkadaşımın olmaması ile suçlayıp durmuştu.
Bu vesileyle hiç olmazsa ihtiyar da olsa üç beş arkadaş edinmiş olurmuşum.
Nasıl yapacaksam bu işi? Rükûda sağımdakine adını, secdede solumdakine memleketini
sorarak mı? Tahiyatta da belki sohbeti koyulaştırıp kanka moduna geçer, muhabbeti
siyasete, ekonomiye taşırız: “Gördün mü kanka, nasıl çakıldı dolar? Reis büyük
adam, işi biliyor vesselâm!”
Neymiş efendim, biraz sosyal (onun telaffuzuyla sösyel)
olmalıymışım. Sosyal ortamdan kastı da ya köşedeki kahvehane ya da emekli
ihtiyarların torunlarını getirip oynattığı kasabanın ortasındaki az ağaçlı, bol
dedikodulu park… Ana teması da, yavru teması da “ev, arsa, araba, çocukların
daire sayısı, torunların yaşı, başı, okulu” olan bir muhabbetin figüranı olmak
istemeyişimi anlatamadım Sevim’e. Özellikle son zamanlarda sosyal medyanın
gazlamasından mıdır nedir, daha bir arttı şu iletişim ve arkadaş mevzuu.
Onun gerçek hayatta kaç arkadaşı var, bilmiyorum, ama
sanal platformlarda sayısıyla övünebileceği kadar çok arkadaşı varmış dediğine
göre. Benim bir sosyal medya hesabım bile yok. Telefonumun akıllı olduğuna dair
çocuklarımdan duyduğum rivayete rağmen henüz ne kadar akıllı olduğunu test
etmiş değilim. Asgarî düzeyde kişisel iletişimimi sağlayacak özelliklerini
öğrenmiş olmam benim için yeterliydi. Daha fazlasını öğrenmek içimden gelmedi
bugüne kadar. Hâl böyle olunca, Sevim’in haklı olabileceğini düşünmüyor da
değilim zaman zaman. Ben, onun tabiriyle yalnız adammışım. Hoş, böyle olmaktan şikâyetçi
değilim ama o bunu kendisine dert edinmiş nedense. Ona bakarsan, insan içine
çıkmıyormuşum. “Yahu hatun, insan mı kaldı ki içine çıkayım?” dedim bir
defasında, “Madem onlar insan değil, sen gir aralarına da insan görsünler”
demesin mi? İltifat mı etti, istihza mı, ayırt edemedim. Doğrusu üzerinde de
durmadım.
Bugün öğle namazı için camiye gitmeye hazırlanırken bir
telefon numarası söyledi Sevim. Kombi ustasınınmış. Malûm, kış geldi, kombi ve
peteklerin bakımının yapılması lâzım. Ustanın telefonunu kaydederken fark ettim
ki, telefonumda 369 kayıtlı kişi varmış. Usta ile birlikte 370 oldu sayı. Ben
bile hayret ettim bu rakamı görünce. Ne zaman kaydedilmiş bu kadar numara? “Yirmi
yıldır aynı numarayı, beş yıldır da aynı telefonu kullanınca olabilir” dedim. Zaman
içinde birikmiş olmalı. Ne kadarının gerekli olup olmadığını düşünmeden bir an koşup
Sevim’e telefon rehberini gösteresim geldi ama dedim ya, bir anlıktı. Onun
yerine başka bir şey yapmayı düşündüm.
Uzun zamandır sadece isimden müteşekkil de olsa bu kadar
kalabalığı bir arada görmemiştim. “Heyecan duymadım” desem yalan olur. İşaret
parmağımı ekrana dokundurup yukarı doğru kaydırdım yavaşça. Ekran kaydıkça
unuttuğum birçok ismi hatırladım yeniden. Aralarından birkaç ismin sıcaklığını
duydum içimde. Arkadaşlarımdı nihayetinde ve bir arkadaşlık nasıl yaşanması
gerekiyorsa, öyle yaşamıştık zamanında.
Düşündüm ve kendime ne zaman, nasıl koyduğumu
hatırlamadığım arama yasağını bugün için kaldırıp her harften bir kişiyi tespit
ederek aramayı plânladım. “Bu da yirmi dokuz kişi eder” diyecektim ki
alfabemizde yumuşak olduğu için isimlerin başına gelemeyen bir harf olduğunu
hatırladım. Sonra kalan harf sayısının da çok fazla olduğunu, omuzlarım
ağrımaya, gözlerime ağırlık çökmeye başlayınca anladım. Aramayı düşündüğüm
insanların yüzleri gözümün önünde belirdikçe, içimde, yaptığım bu plâna karşı
bir direnç oluştu. “Bu işi becerebileceğimi sanmıyorum” diye düşünmeye
başladım. Elimdeki iletişim aletini sosyalleşme aracı olarak kullanma fikrinden
vazgeçsem sanırım iyi olacaktı. Bildiğim sonuçları yeniden yaşamak için yeni
bir çabaya girmek ne kadar saçmaydı. Saçmaydı, evet, ama “Belki bugün saçmalama
günüdür” dedim kendi kendime. Sevim de öyle yapmadı mı? Bugün bilmem kim
gelecekmiş kahveye. Bilmem kim işte! Adını söylemişti aslında fakat ağzında
gevelediği için tam anlayamadım. Kimin geleceğini umursamadığım için de tekrar
sormadım. Yeni bir kahve takımı sipariş etmiş internetten. Eskisine, daha
doğrusu “Eskilerine ne oldu?” diye sorma gafletinde bulundum cevabını bildiğim
hâlde. Bir önceki gelişinde adı her ne ise işte, o kadın bizde içtiği kahve
fincanını paylaşmışmış sosyal medyada, tam 752 kişi görmüşmüş… Şimdi yine
paylaşacakmış muhtemelen. Zaten yediğini içtiğini hep paylaşırmış o görgüsüz
kadın. Hâl böyle olunca, Sevim Hanım da üç dört ay önceki fincanlarının tekrar
görünmesini istemiyormuş. Hem yeni ve çok güzel modeller çıkmışmış. Ben de
kahvemi o güzel fincanlarda içmek istemez miymişim? “İstemem Sevim! Kahveyi güzelleştirip
hatırlı yapan fincanın modeli midir?” diyemedim. Üstelik en son bana kaç ay
önce kahve yaptığı sorusu da içimde kaldı.
Parmaklarım şeffaf ekran üzerinde birkaç kez gidip
geldikten sonra “A” harfindeki isimler üzerinde durdu. Gözüm her defasında
Asaf’a takılıyordu. Uzun süre başında beklemiştim yoğun bakımda iken. Hastaneye
onu götüren de bendim. Sigortasız çalıştığı inşaatın üçüncü katından düştüğünde
yanında kimse yoktu. “Abi, sen olmasan çoktan ölmüştüm!” demişti onlarca defa.
Yok Asaf yok, “İnsanı ölümden eceli korur” derler. Vakit tamam olmamış demek ki,
ben olmasam başkası vesile olacaktı. Hayat sınavlar silsilesi ya hani, seni
orada bırakıp bırakmamak benim sınavımdı, vefalı davranıp davranmamak da senin.
Aradım, uzun bir muhabbet olacağını düşünüyordum. Uzun uzun çalan telefona inat
kısa sürdü görüşme. Asaf yanıltmadı beni, sonra arayacakmış. Güldüm gayr-i
ihtiyari…
Bahri ile Bülent arasında bir müddet tereddüt yaşadıktan
sonra Bülent’te karar kıldım. Bahri’nin gereksiz ve abartılı samimiyeti irrite
etmiştir beni oldum olası. Aklınıza gelebilecek her şeyi sorar. Pardon,
aklınıza gelebilecek değil, gelmeyecek her şeyi, üstelik bir öncekine cevap
vermenize fırsat vermeden ardı ardına sorar ve siz oltanın ucundaki balık gibi
çırpınıp durursunuz. Bülent ise aranmayı sever ama hep çok meşguldür. En az iki
kişiyle aynı anda konuşur ve siz size mi, yoksa diğer tarafa mı konuştuğunu
fark edemediğiniz için bocalarsınız sohbet boyu. İkinci çalışta açılan
telefondan “Abi, bir dakika!” diye müsaade isteyen boğuk bir ses duyacağımdan
emindim. Fakat o boğuk ses “Kimsiniz?” deyince afalladım. “Ben Süleyman” desem,
“Hangi Süleyman?” diye ikinci bir soruyla karşılaşacaktım belki de. Bu riske
giremezdim. “Pardon” dedim, “Yanlış aramışım”.
Hemen pes etmedim tabiî. “C” harfinden Cevdet’i, “D”
harfinden Dursun’u da aradım. Cevdet’i daha bir uyanık gördüm eskisine nazaran.
Ben uyanık diyorum, siz başka bir şey anlayın. Hazır fiyatlar düşmüşken -ki ona
göre hep düşer fiyatlar-, “Gel, sana bir daire vereyim” diyerek başladı söze.
Sanki Allah rızası için dağıtıyor daireleri? Aklı sıra vermekle satmak
arasındaki kavramsal farkın zihnimde yaratacağı algıya güveniyor. “Kısmet”
deyip kapattım telefonu. Daire pazarlamanın yanında hatırlayıp “Nasılsın?” diye
sorsaydı, “Artık daha iyiyim” diyecektim.
Dursun emekli olmuş ama başka bir işte çalışıyormuş. Şimdiki
işi de gayet rahatmış. Gerçi asgarî ücret veriyorlarmış ama… Çocuğa bir araba
almış. Araba fiyatları da almış başını gitmişmiş. Tam zamanında almış, şimdi
olsa alamazmış. Eve üç maaş giriyormuş ama geçinemiyorlarmış. Asgarî ücrete iyi
zam yapılmış, yılbaşında da emeklilere iyi bir zam yapılacakmış, o zaman belki
rahatlarlarmış. Bence kaç para zam olurmuş? Ben emekli olmuş muymuşum? Ne kadar
varmış emekliliğime? “Dursun” dedim, “Dursun bu muhabbet!”. “Anlamadım” dedi, “Biliyorum”
dedim.
Bu görüşmelerden garip bir keyif almaya başladığımı fark
edip sürdürmeye karar verdim. E’den Ersin’i seçtim, F’den Ferhat’ı… İsim
listesi Z’ye doğru harf harf değişiyordu ama değişmeyen bir şey vardı: Herkesin
işi başından aşkın, herkes çok meşgul, herkes yorgun, herkes dertli, herkes her
şeyden şikâyetçiydi. Kısacası, herkes eskisi gibiydi… Kendimi çok huzurlu
hissetmekte haklıydım.
Zarurî birkaç numara ile birlikte kombi ustası hariç
bütün numaraları sildim. Hem de keyifle!
Hâlâ ne kadar akıllı olduğunu bilmiyorum ama onca
gereksiz isimden kurtulan telefonumun bana gülümsediğini görünce, en azından
mutlu olduğundan emin oldum. Bunu Sevim’e anlatın!