Mutlak hakikat (2)

Allah’a inandığını söylemek, iman etmek değildir. Mekkeli müşrikler de O’na inandığını söylüyorlardı. Ama şirke bulaşmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti yollarının bâtıl olduğunu bildiriyor, imana davet ediyor. O hâlde ibadetlerimizde şirkten arındığımız gibi, davranış ve hareketlerimizde de, düşüncelerimizde de şirkten arınmalıyız. Halk içinde çok çok kullanılan “Yukarda Allah var” deyimleri ile istikbâle ait bilgi edinmek için başvurulan falın her çeşidi, şirkin nevileridir.

İSLÂMİYET’ten önce Arap yarımadasında şiir, hitâbet yani edebiyat ileriydi. Ahenkli ve anlamlı nazım söyleyen şairler özlü, güzel konuşan hatipler itibar görür, sevilir, sayılırdı. Her kabilenin şairleri, hatipleri bayramlarda, pazar ve meydanlarda atışır, yarışırlardı. Bir şairin veya hatibin birincilik kazanması hem onlar için, hem de mensubu bulunduğu kabile için büyük şeref ve gurur kaynağıydı. Herkesin kabul ettiği ünlü şiirler yazılır, mukaddes kabul edilen Kâbe duvarına asılırdı. “Yedi Askı” adı verilen şiirler, bu şekil elemeden geçerek meşhur olmuş ve asılmış yedi şiirdir. Böyle bir ortam içinde Efendimiz Muhammed (sav) teşrif etti. Vahyolunan Kur’ân-ı Kerîm’i insanlara tebliğ etti.

Kur’ân-ı Kerîm, ihtiva ettiği sayısız bilgiler bir yana, sadece belâgât özelliğiyle şairlere, hatiplere, herkese meydan okudu. Allah-u Teâlâ tarafından indirildiğine inanmayanlara tek tek veya topluca bir araya gelip, onun bir kısa sûresinin benzerini meydana getirmelerine davet etti. Nice ünlü hatip ve şairin ağzı açık kaldı. Bunun insan sözü olamayacağını kabul etmek zorunda kaldılar. Edebiyattan anlayan birçok kişi, Kur’ân-ı Kerîm’in beliğ ve fesih oluşuna hayran kalarak mucizeliğini kabul ettiler, Müslüman oldular. Peygamberimizin (sav) (biiznillah) gösterdiği taşların ve dağların konuşması, ağaçların yürümesi, Ay’ın ikiye ayrılması, Mirâç hâdisesi ve bunlar gibi mucizelerin yanı sıra en büyük mucizesi, kıyâmete kadar korunmuş ve hükmü geçerli olan Kur’ân-ı Kerim’dir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler (Maide, 109-110), evrimci ilâhiyatçıların görüşlerinin yanlış olduğunu da göstermektedir. Onlar Âdem’in (as) bir anda topraktan yaratıldığını kabul etmeyerek tek hücrelilerden çok hücrelilere, balıklar, sürüngenler, omurgalılar, memeliler derken maymunların bir nevinden ilkel insanların evrildiğini, dolayısıyla Âdem’in (as) bu ilkel insanlar arasından seçildiğini iddia ediyorlar. Yani (hâşâ) Allah-ü Teâla, Âdem’i yaratmak için 5 milyar sene beklemiş oluyor. Âyetlere de (mesnetsiz, hayâlî) mânâlar yüklüyorlar. Toprağın bir anda organik hâle gelmesi kendilerince uygun olmuyor. Haydi zorlama tevillerinizle Âdem’in (as) topraktan yaratıldığını görmeyelim, peki, Maide 109’a ne diyeceksiniz? İsâ (as) kâğıttan kuş yapıp da mı uçuruyor?

Kur’ân-ı Kerîm bildiriyor ki, (biiznillah) çamur olup yapılan kuş sûreti, canlanıp uçmaktadır. Mezarda çürümüş cesetler dirilip kalkmaktadır. Orada gerçekleşen mucizeler, Âdem’e (as) gelince mi mantıksız oluyor? El-insaf! Tövbe ve tecdid-i iman lâzım.

Mevzumuza dönelim...

İsâ (as), halkının rağbet ettiği tıp alanına benzer yönlerde mucizeler gösterdi. Burada şu hususa dikkat etmek lâzım: Kur’ân-ı Kerîm’de Allah-u Teâlâ, İsâ’nın (as) mucizelerini bildirirken hep “Benim iznimle” tabirini tekrar buyuruyor. Biz kullara ikaz var. İsâ (as) bu mucizeleri gösteriyor ama mucizelerin yaratılmasında kendisinin hiçbir dâhli yok. Hep Allah-u Teâlâ izin veriyor ve yaratıyor. Peygamberler de buna iman etmişlerdir zaten. İsâ (as) da iman ediyor ve biliyor. Ölünün mezardan kalkmasını emrederken, “Allah’ın izniyle kalk!” diyor. Hâl böyleyken, sonraki Hıristiyanlar yoldan saptılar. İsâ’nın (as) bu mucizelerini delil addederek ona ilâhlık atfettiler, (hâşâ) “İsâ tanrıdır ya da onun bir bölümüdür, oğludur” dediler.

“‘Meryem oğlu Mesih (İsâ), hakikat Allah’ın kendisidir’ diyenler, andolsun, kâfir olmuştur. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a eş katarsa, hiç şüphesiz Allah ona Cennet’i haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur.’ ‘Allah hakikaten üçün (üç tanrının) biridir’ diyenler, andolsun, kâfir olmuştur. Hâlbuki Bir Tek Tanrı’dan başka hiçbir tanrı yoktur.” (Mâide, 72-73)

İsâ (as) ve gerekse vâlidesi, birer kul, birer insandırlar. Her insan gibi ihtiyaç ve acizliğe sahiptiler. İstirahat etmek, yemek içmek, def-i hacet ve bunlar gibi insanî davranışlar içindeydiler. Allah-u Teâlâ buyuruyor: “Meryem oğlu Mesih (İsâ) bir peygamberden başka (bir şey) değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdık bir kadındı. İkisi de (birer kul ve beşer olarak) yemek yerlerdi. Bak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık bildiriyoruz. Sonra da bak, onlar nasıl çevriliyorlar.” (Mâide, 75)

İsâ (as) milletine yani İsrailoğullarına kendisinin Allah-u Teâlâ’nın peygamberi ve kulu olduğunu beyandan sonra Allah’a ortak koşmamalarını, Allah’tan başka mabut olmadığını bildiriyor. Buna rağmen ümmeti, ondan sonra yoldan çıktı. Allah-u Teâlâ’ya ortak koştular. Kâfir oldular. Bunların bu sapık davranışlarından İsâ’nın (as) hiçbir kabahati olmadığı hâlde Allah-u Teâlâ, peygamberini hesaba çekiyor. Aman Ya Rabbi!

“Allah, ‘Ey Meryem oğlu İsâ! İnsanlara, ‘Allah’ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz’ diyen sen misin?’ dediği zaman...” (Mâide, 116)

Hâl böyleyken, bu sahte ve sapkın Vahdet-i Vücûdcular nasıl kendilerinden emin olabiliyorlar? Yahudilerin bir kısmı Üzeyir’i (as), Hıristiyanlar İsâ’yı (as) ve vâlidesini ilâhlaştırdılar. Mekke müşriklerinin Kâbe’de üç yüz küsür putu vardı. Onları Allah-u Teâlâ’ya eş koşarlardı. Bu sahte ve sapkın Vücûdcular, yaratıkların hepsine ilâhlık vasfederek, yaratıklar adedince Allah-u Teâlâ’ya eş koşuyorlar. Bunların hâli nice olur? Allah-u Teâlâ, “Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa (hepsinin) mülkü Allah’ındır. O her şeye hakkıyla Kadir’dir” (Mâide, 120) buyuruyor. Bu ahmaklar, “Mülk Allah’tır” (hâşâ) diyorlar. Mülk ile Mülkün Sahibini karıştırıyorlar. Yaratılanları Yaratıcı ile bir tutuyorlar.

Sapkın Yahudiler, Hıristiyanlar, Ali’ye (ra) ilâhlık vasfeden Gulat-ı Şia, sahte ve sapık Vahdet-i Vücûdçular, şeyhlerine ilâhlık vasfeden cahil tarikatçılar, Eşsiz ve Benzersiz Rabbimizin vasıflarından birini kendi önderlerine atfeden ideoloji sahipleri, müşrik olmuşlardır. “Onların çoğu Allah’a iman etmez, ille Allah’a ortak katanlardır onlar” (Yûsuf, 106)... Yüce Rabbimiz, onların söylediklerinden münezzehtir! “O gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun nasıl çocuğu olabilir? O’nun bir eşi de yoktur. Her şeyi O yaratmış ve O, her şeyi hakkıyla bilendir. İşte Rabbimiz olan Allah! O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, her şeyi yaratandır. O hâlde O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde (güvenilip dayanılacak mutlak) bir Vekildir.” (En’am, 101-102)

Bir hatâ veya kasıtlı bir yanlış anlama

Günümüzdeki Vahdet-i Vücûdculara sahte ve “sapkın” dedik. Çünkü bunlar kısa görüşlerine göre hüküm vermektedirler. Esası anlamamışlardır. Hâlden de uzaktırlar. Zikirden gafildirler. Yolunda oldukları sandıkları Şeyh Muhyiddin’i de anlamamışlardır. Şeyh Muhyiddin, raksı (dansı), semâyı (şimdiki Mevlevîler gibi dönmeye benzer hareketler) ve ilâhi söylemeyi yasaklamıştır. O her gece kendini hesaba çekip yaptığı işleri değerlendirdiğini bildirmektedir. İyiliklerine şükretmekte, kabahatleri için tevbe etmektedir. Hattâ kendine göre yanlış olan niyetleri için de tevbe etmektedir. Böyle bir insanın, yaratılmışlığı kabul etmediği, mahlûkları ilâh kabul ettiği söylenebilir mi? Böyle bir iddia, büyük bir iftira olmaz mı?

Hem O’nu sevdiğini söylemek, hem de iftirada bulunmak yakışık olur mu? Muhyiddîn-i Endülüsî, masivayı yani mahlûkatı kabul etmektedir. “Füsus” kitabında, Allah-u Teâlâ’nın kâinatı bir anda yarattığı, diğer anda yok ettiği, sonra tekrar yarattığını yani yaratılış ve yok edilişin çok kısa zaman aralıklarında, art arda olduğundan, kâinatın varlığının sürekli zannedildiğini beyan etmektedir. Eğer (hâşâ) kâinatı yaratıcı olarak görseydi, böyle söyleyemezdi. Çünkü yaratıcı, kendini yok etmiş olurdu. Hem de kendini yaratmış olurdu. Bu ise yaratıcılık sıfatına da, akla da, ilme de aykırı olur.

Şeyh Muhyiddin’den bize gelen bilgileri üç şekilde mütalâa edebiliriz:

*Anlatılması ve anlaşılması zor olan bilgiler: Tasavvuf hâl işi olduğundan, mutasavvıflar tarikatlarını teorik bilgilerle değil, yaşayarak öğrenilmesini isterler. Çünkü her zaman yanlış anlaşılma ihtimâli vardır. Hayatında şeker görmemiş kimseye şekerin tadı nasıl anlatılır? Bu bilindiğinden, çok mürşit yazılı eser bırakmamıştır. Muhyiddîn-i Endülüsî çok kitap yazmıştır ama ehil olmayanlar tarafından hep yanlış anlaşılmıştır. Günümüzdeki sapkın Vahdet-i Vücûdçuların durumu da budur.

*İçtihad hatâsı olan yanlış görüşler: İmâm-ı Rabbanî, mektuplarında hangi görüşlerin yanlış olduğunu uzun uzadıya izah ediyor. “Hatâlar, kalbe doğan bilgilerin keşfinde olduğundan, belki kabahat sayılmaz. İçtihaddaki hatâlar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i Sünnet âlimlerinin sözlerine uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sofiyyûndan bir kısmı onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilimlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilimlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru kabul ederek doğruluklarını ispata kalkışıyor. Bu iki kısım da yanılıyor, adaletten ayrılıyor” diyor.

*İslâm düşmanlarının çalışmaları: Bildiğimiz kadarıyla işin bu yönüne kimse el atmamıştır. Eskiden kitaplar el ile yazılıp çoğaltıldığından, art niyetlilerce orijinalinde bulunmayan ilâvelerin yapılması her zaman mümkündür. Tevrat ve İncil gibi mukaddes kitapları tahrif edenler, elbette İslâm âlimlerinin eserlerini tahrif edebilirler. Hadîs diye bazı uydurma sözlerin Müslümanlar arasına sokulduğunu biliyoruz. Hadîs-i şerif âlimleri (Allah-u Teâlâ onlardan râzı olsun) bu mevzuda çok gayret göstermişler, mevdu’ sözleri asıllarından ayıklamaya çalışmışlardır. Allah-u Teâlâ, ancak Kur’ân-ı Kerîm’in mahfuzu altında bulunduğunu bildiriyor. Diğer kitaplar için böyle bir eminlik yoktur. İslâm düşmanları, bilhassa tasavvufî eserlere müdahale ederek bozuk fikirler enjekte etmişlerdir. Gayeleri, Müslümanların akîdelerini bozmak, ihtilâf ve fitne çıkarmaktır. İslâm’ın tüm insanlığa açık mesajını engelleyip dikkatleri başka yöne çekmektir. Düşmanların gayretleri normaldir. Her kitle kendi inancına göre hareketlenir. Anlaşılması zor olan, Müslüman olduğunu beyan eden okur yazarların bu sapık görüşlere “payanda” olmalarıdır. Zararları yalnız kendilerine olsa... Tüm insanlar için tehlikedirler, dikkatinizi çekeriz!

İnsanlar dünya hayatlarından sonra ahirette yaptıklarının karşılığını görürler. Mükâfat veya ceza görürler. Cezaları ahirete ertelenmiş oluyor. Fakat öyle özel hâller var ki, ceza ertelenmez, belâ olarak yeryüzüne iner. Suçlu suçsuz, iyi kötü, herkes nasibini alır. Nedir bu mıknatıs gibi azabı çeken durumlar? İslâm’ın İslâmî olmayan tebliğidir. Bir millet içinde söz sahibi olan bir kitle, İslâm’a tamemen zıt olan bozuk fikirlerini “İslâm budur” diye etrafa yayar da buna engel olunmazsa, o milletten belâlar, felâketler eksik olmaz. Endülüs Emevî Devleti, bunun canlı misâlidir.

Kuzey Afrika’dan İber yarımadasına (Endülüs) geçen Müslümanlar, İslâm tarihinin en uzun süreli devletini kurdular. Endülüs Devleti 727 sene sürdü. Avrupa’nın mantıktan başka ilim nâmına bir bilgisi olmadığı ve insanların birbirini boğazladığı karanlık devirlerinde, Endülüs’te Müslümanlar bir yandan saraylar, hanlar, hamamlar gibi mimarinin günümüzde dahi muhteşemliğini koruduğu eserler, diğer yandan matematik, kimya, fizik, tıp yani fen ilimlerini öğreten üniversiteler inşâ ettiler. Avrupa’dan Endülüs’teki okullara talebeler gelir, mezun olup öğrendiklerini icra etmek üzere memleketlerine dönerlerdi. Endülüs’ün bu ihtişamlı döneminde iflah olmaz bir hastalık peyda oldu: Eski Yunan’ın felsefe pisliğine bulaştılar. Felsefenin sapık fikirlerini İslâm’a soktular. Derslerde bunlar anlatılır oldu. Meşhur felsefecilerden biri de İbni Rüşd’dür.

Felsefenin ve dünyaya rağbetin yaygınlaşmasıyla insanlar birbirine düştüler. Endülüs Devleti küçük devletçiklere bölündü. Birbirleriyle savaştılar. İspanya Krallığı toplanarak çocuk, kadın, yaşlı demeden Müslüman halkı kılıçtan geçirdi. Milyonlarca Müslüman imha olundu. Hâlbuki Tarık bin Ziyâd, 711 yılında Endülüs’e ayak bastığında yanında sadece 7 bin mücahit vardı.

Güzel isimlerinden biri de “Sabûr” olan Allah-u Teâlâ, fâsık ve kâfir kullarının cezalarını ahirete tehir etmektedir. Fakat akîdeleri bozuk olan milletlerin İslâm adına ortaya çıkmalarına rızâ göstermemekte ve bu dünya hayatında mahv u perişan etmektedir.

Vücûdi vehmi

İmam-ı Rabbâni (kuddise sirruhu), Kelime-i Tevhîd’in esasını anlatırken, ister insanın içinde (enfüs), ister dışında (afâk) olsun her şeyin mahlûk olduğunu, yaratıldığını bildiriyor. Ona göre, yaptığımız işler, duygu ve düşüncelerimiz, hayâllerimiz de mahlûktur. Yani Allah-u Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Bir insan, eliyle taştan veya herhangi bir madenden yaptığı şekli “Bu benim ilâhımdır” kabulüyle müşrik oluyorsa, düşüncesi veya hayâliyle yaratıcısını şekillendirmeye ve onu anlamaya çalışması da benzer konuma düşürüyor. Çünkü hepsini yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Yaratılanı yaratıcı kabullenmek, şirk koşmak olmaktadır. İmam, bu merhalede iki güzel kavram getiriyor.

Birinci kavram: Verâü’l-verâ

Allah-u Teâlâ, ötelerin ötesidir. Tasavvufçuların keşifleri, tecelliler, müşâhedeler hep Allah’tan başka şeylerdir. Tasavvufî mertebelerle O’na ulaşılmayacağı gibi, akıl yürütmek ve hayâl kurmak sûretiyle de ulaşılamaz. O noksanlıktan, kusurdan, anlaşılmaktan münezzehtir.

İkinci kavram: Bîçûn ve bîçigune

Hiçbir şeye benzemeyen, akıl ile anlaşılamayan… Allah-u Teâlâ, Şûra Sûresi 11’inci âyet-i kerimede, “Ona benzeyen bir şey yoktur” buyuruyor. Bizim bir varlığı anlayabilmemiz için onun bir benzerini görmemiz veya onu hayâlimizde şekillendirmemiz lâzımdır. Bir varlığın kendisini veya benzerini görmek, hayâlde tasavvur etmek demek, o varlığın sınırlarını belirlemek demektir. Allah-u Teâlâ ise bildirdiği bütün sıfatlarıyla sonsuz (sınırsız) olduğuna göre, O’nu kavrayabilmemiz muhâldir.

İmam, bu bâbda şöyle diyor: “Tapılmaya hakkı olan yalnız Allah-u Teâlâ’dır. O bildiğimiz, düşündüğümüz hiçbir şeye benzemez ve nasıl olduğu anlaşılmaz. Akıl ve vehim O’na yaklaşamaz. Keşf ve şühûd, O’nun büyüklüğü önünde yıkılır kalır. Böyle bîçûn ve bîçigune olan Yüce Yaratıcı’ya gayb yolu ile inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü görerek, düşünerek, anlamaya kalkışarak inanmak, O’na inanmak olmaz. Kendi yaptığımız şeye iman etmek olur. Bu şey de O’nun mahlûkudur. Bunu O’na şerik, ortak yapmış oluruz. Belki de O’ndan başkasına iman etmiş oluruz. Böyle felâkete düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız.”

Bunun için anlama mevzuunda en son ve en doğru yaklaşımın, “O’nun anlaşılamayacağını anlamak” olduğu bildirilmiştir. Halk arasında kullanılan bazı deyimler ya da bazı yazarların eserlerinin yukarıdaki bilgilere ne ölçüde ters düştüğü belli oluyor.

Doktorun biri fi tarihte “Allah Vardır” adlı bir kitap yazmış. Tabiat içindeki hâdiselerin mükemmeliyetini ve güzelliğini misâller vererek Yaratıcının var olduğunu anlatmaya çalışmış. Buraya kadar iyi de, sonlarında öyle bir lâf ediyor ki, bütün çabalarını silip süpürdüğü gibi kendini küfre sokuyor, “Yoksa Allah, atomdaki elektronlar olmasın?” diyor.

O zamanlar atom hakkındaki bilgiler şimdiki kadar inkişaf etmediğinden, elektron, “en küçük kütlesiz parça” olarak biliniyordu. Yeni atom modelinde çok daha küçük parçacıklar keşfedilmiştir. Fen ilmindeki kısır bilgisi bir yana, Yaratıcısını anladığını sanarak O’nu, kafasının içindeki beyninde, şekillendirdiği madde modelinin bir kenarına sıkıştırıyor. Sonra da iman ettiğini sanıyor. Sorarız şimdi: Fen ilminin inkişaf ettiği bu zamanda böyle saçma bir muhakeme ile Yaratıcısını şekillendirmeye çalışan insanın, binlerce sene önce ilâhını taş kütlesini şekillendirerek elde eden insandan ne farkı var?

Allah’a inandığını söylemek, iman etmek değildir. Mekkeli müşrikler de O’na inandığını söylüyorlardı. Ama şirke bulaşmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti yollarının bâtıl olduğunu bildiriyor, imana davet ediyor. O hâlde ibadetlerimizde şirkten arındığımız gibi, davranış ve hareketlerimizde de, düşüncelerimizde de şirkten arınmalıyız. Halk içinde çok çok kullanılan “Yukarda Allah var” deyimleri ile istikbâle ait bilgi edinmek için başvurulan falın her çeşidi, şirkin nevileridir.

Şimdi sıra, yaratılmış olanların (masiva) mevcûdiyetinin hakikatine geldi. İmam’a göre mahlûklar, “vehm” mertebesinde yaratılmışlardır. Vehm mertebesi, “mutlak var olmayıp görünen” demektir. Mutlak var olan yalnız Allah-u Teâlâ’dır. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruhu) bu merhalede “Nokta-i cevvâle” misâlini getiriyor.

Nokta-i cevvâle, bir merkez etrafında çok hızlı hareket eden noktadır. Yalnız dikkat edilmelidir ki bu misâl, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki konumu, yanlış anlamaları bertaraf etmek için verilmiş bir yaklaşımdır. Yoksa teşbih (benzetme), aslın kendi gibi olamaz.

Bir ipin ucuna (taş, metal vs.) ağırlık bağlayalım. İpi, parmak ucumuz merkez olmak üzere hızlı çevirdiğimizde, gözümüzün önünde bir çember görünür. Bu çember aslında bir cisim değildir. Bir görünüştür. Var olan, yalnız hareketli nokta, ipin ucundaki ağırlıktır. Gözümüz bu noktayı görmediğinden, zihnimiz var olanın çember olduğu değerlendirmesini yapmaktadır. Çemberin kendine has özellikleri (merkezi, yarıçapı, yörüngesi) ortaya çıkmışsa da bu özelliklerin nokta ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü çember aslî bir varlık olmayıp, görünen (zâhirî) bir mevhumdur. Çembere ait özellikleri noktada aramak yanlış ve beyhude olur. Dolayısıyla nokta ile çember arasında cihet, sınır aranamaz. “Nokta çemberin sağındadır, solundadır veya önündedir, arkasındadır yahut üstündedir, altındadır” denilemez.

O hâlde, nokta ile çember arasında kayıt, sınır, cihet gibi özellikler yoktur. Çemberin özellikleri, noktada bir değişiklik meydana getirmemektedir. Nokta ne ise odur. Noktanın varlığı, çemberin meydana gelmesine bağlı değildir. Bilâkis çemberin mevcûdiyeti noktaya bağlıdır. Nokta olmasaydı, çember meydana gelmezdi. Çemberin görünen bir varlığı var ise de bu varlığın noktanın varlığına göre bir değeri yoktur. Çünkü aslolan noktadır. Çemberin varlığı vehm ve hayâlden başka bir şey değildir.

Yukarıdaki misâl iyi anlaşılırsa. Allah-u Teâlâ ile yarattıkları arasındaki konuma güzel bir yaklaşım yapılmış olur. Masivanın yaratılması ile Allah-u Teâlâ’nın sınırlanmadığı, bir cihetinin olmadığı anlaşılır.

Mahlûkların “vehm” mertebesindeki varlığına (vücûduna) “vücûd-i vehmi” denir. Yalnız buradaki vehm ve hayâl, zihnimizdeki vehm ve hayâller gibi değildir. Zihnimizdeki vehm ve hayâller zamanla kaybolur gider. Hâlbuki Allah-u Teâlâ, mahlukların vücûd-i vehmilerini sonsuz kudreti ile devam ettirmektedir. Allah-u Teâlâ’nın yaratması ve varlıklarını devam ettirmesi sebebiyledir ki, mahlûklar bir vücûd kazanmışlardır. Yani var olmuşlardır. Ahirette mükâfat ve ceza bu vücûda olacaktır. Herkes yaptığının hesabını verecektir.

Eski Roma ve Yunan’da “Sofizm” denilen bir felsefî akım vardır. Hemen söyleyelim ki, oradaki filozof olan sofistlerin, bizdeki mutasavvıf sofilerle uzaktan yakından bir alâkası yoktur. Bu sofistler, âleme “Vehm ve hayâl” dediler. “Tabiat bir görünüş, bir algılamadır, biz algıladığımız yani hissettiğimiz için vardır, yoksa aslında yoktur” dediler. “Acıyı acı olarak hissettiğimizden acı, tatlı da hissettiğimizden tatlıdır. Gözümüz yeşili öyle gördüğü için yeşildir. Eğer gözümüzün yapısı değişik olsaydı başka renk görürdü. Tabiat bir algılamadan ibarettir, mutlak doğru diye bir şey yoktur insana göre değişir” diyerek “anarşizme” yol açtılar. Bir olan Yaratıcıyı ve ahireti inkâr ederek hem kendilerini, hem de etraflarını felâkete sürüklediler.

Şehir şehir dolaşarak paralı dersler veren ahmak Sofist filozoflar, yiyip içtiklerini, ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarf ettiklerini görmüyorlar mıydı? Madem “hiç” iseler, bütün bu uğraşlar, didinmeler niye? İnsanları başıboşluğa, kanunsuzluğa iten bu felsefî akımın eski medeniyetlerin çöküşünde küçümsenmeyecek rolü vardır. Sezgileriyle bazı doğruları bilen Sofistler, kendi mantıklarını hep doğru kabul ettiklerinden hakikate varamamışlardır.

Âlemler Allah-u Teâlâ’nın varlığına kıyasla vehm ve hayâl gibidir. O’nun yaratması ve durdurmasıyla vücûdî değerleri vardır. Yoksa vehm ve hayâllerimiz gibi boş ve yokluğa mahkûm değildir. Nakilde kurb ve ihâta bildirilmektedir. Bu kurb ve ihâta, bir cismin bir cisme olan yakınlığı ve kaplaması gibi değildir. Allah-u Teâlâ’nın yakîn ve ihâta ettiğine inanırız. Fakat bunun nasıl olduğunu bilemeyiz. “O âlemin içindedir, dışındadır, bitişiktir, ayrıdır” diyemeyiz. Çünkü şeriat bu dördünü bildirmemiştir. Ancak nokta ve çember misâlinde olduğu gibi bir yaklaşım yapabiliriz.

“Çember, noktanın görünmesini örtüyor” denilebilir. Bu cahillerin sözü olur. “Çember, noktanın varlığını gösteren bir ayna gibidir” denirse doğru olur. Bu söz, evliyalığa uygundur. Böyle imana tasavvufta “iman-ı şühûdî” denir. “Çember, noktanın varlığının alâmetidir” denirse de doğrudur. Alâmet ve işaret olduğunu söylemek “iman-ı gaybî”dir.

İman-ı gaybî, iman-ı şühûdîden daha doğru, daha kıymetlidir. Çünkü şühûdde vehim, hayâl vardır. Gaybde bu yanlış yoktur. Şühûdde ele bir şey geçerse de bu zul ve hayâllerdir. Gerçek vâsıl değildir. İman-ı gaybîde ele bir şey geçmez. Fakat bu durum hatâyı ortadan kaldırdığından gerçek vâsıldır, kavuşmaktır.

“De ki, ‘Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana yalnız Tanrınızın Bir Tek Tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibadette (hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi) ortak tutmasın’.” (Kehf, 110)