Mutlak hakikat (1)

Asr-ı Saadet’ten önce, Hicaz’daki insanlar İbrahim’in (as) temiz dinini bozmuşlar, Allah-u Teâlâ’ya inanmakla birlikte birtakım uyduruk ilâhlar peydahlamışlardı. Kâbe-i Şerif’te böyle üç yüzü aşkın put vardı. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti, Allah-u Teâlâ’ya ortak koşan insanlara (müşriklere) uydurdukları inancın yanlış olduğunu, ibadete lâyık tek mabudun, noksanlıklardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ olduğunu ikaz eder. Bu cahiller ise her yaratığa ilâhlık vasfederek putların sayısını milyarlara, trilyonlara, daha da fazlasına çıkarıyorlar. Yani ne kadar yaratılmış var ise hepsi birar ilâhî fert oluyor. Sonra da buna “hakikî tevhid inancı” diyorlar. Bu ne büyük akılsızlık ve insafsızlık!

“DE ki, ‘Ey insanlar! Gerçekten Rabbinizden size hak geldi’…” (Yûnus, 108)

“De ki, ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’.” (Zümer, 9)

Bilgiler elde etmek, muazzam kapasiteli beyin hücrelerine yenilerini ilâve etmek… “Bilenle bilmeyen, hiç, bir olur mu?” diyor Kur’ân-ı Kerîm. Beyni boş olan bir insanı düşünün. Midesini ve diğer organlarını doyurmak ve tatmin etmek için koşturup duruyor. İnsanın yaratılışının sebebi olan, o harikulâde kapasiteli, bahsedilen en büyük nimetlerden olan beyni kullanmadan dolaş dur... Ne büyük israf, ne şaşılacak bir durum! Hele bir de bu şekilde dünya âleminden göçüp gitmişse, ne büyük fecaat! Zebaniler için yeni bir mesai başlıyor demektir…

Beyin nimetinin şükrünü nasıl edâ edeceğiz? Tabiî ki kullanarak... Hücre bilgi stoklarına yenilerini ilâve ederek... Ama dikkat etmek gerek: Her şey bilgi değildir! Milyonluk yarışmada soruluyor: “Filanca şarkıcı şu şarkıyı hangi senede lakırdattı?” “Dünyanın öbür ucunda adamın biri, yuvarlak meşini iki direğin arasından ne zaman attı?” Keçinin üstünde taş, yaklaş yavaş yavaş…

Bilgi nedir? Beyne yerleşmesiyle sahibine değer katan mefhum... Hayat bilgisi, meslek bilgisi ve genel kültür, dünya hayatımız için lüzumlu olanlar... Musalla taşına çıkışla istifadesi son bulan bilgiler... Bizim asıl üzerinde duracağımız husus, insana değer katan ve sonsuz faydasını göreceğimiz bilgiler. Bu bilgilerin ortak özellikleri, başlangıcı olan temel ilmi doğru anladığımız takdirde, bundan sonra gelen türevlerinin değer kazandığıdır. Eğer başlangıcı olan temel bilgiyi yanlış kabullenmiş iseniz, ondan sonra elde edeceğiniz değer ne kadar çok olursa olsun, bir işe yaramayacaktır.

İyi anlaşılabilmesi için sayısâl bir misâl verelim. “Bir”in sağına “sıfırlar” ekleyerek sayıları çoğaltalım: 1000, 10000, 100000, 1000000… Her ekleyişte değer büyüyor. Fakat “1” sayısını kaldırırsanız, geriye kalanların hiçbir değeri yoktur!

Bu dizi dosyalarımızda (biiznillah) böyle temel bir bilgiyi vermeye çalışacağız. Bastığımız topraktan yıldızlarını seyrettiğimiz gökyüzüne kadar, mevcutları anlamlandıran, doğuş-ölüm aralığının bilmecesini çözen, sonsuzluk müjdesiyle yeni zaman ve mekân boyutlarına kapı aralayan, en lüzumlu, en gerçek, en doğru, en büyük, en güzel bir bilgidir bu. Eriştiğiniz zaman hak vereceksiniz. Hatırlamaya, anlamaya, öğrenmeye hazır mısınız? O hâlde başlayalım. Bismillah…

Maddenin derinliklerinde

Eskiden beri maddenin, gözle görülmeyen ufak parçalardan teşekkül ettiği düşüncesi vardı. Nasıl bir bina tuğlaların bir araya gelmesinden oluşuyorsa, madde de “atom” adı verilen en ufak bireylerin zincirleme birleşmesiyle meydana gelmeliydi.

İlk defa 1911 yılında Rutherford, yaptığı deneyle atomun basit modelini ortaya koydu. Radyoaktif elementlerin bozulmalarında çıkardıkları ışınlardan faydalanan Rutherford, bu ışın demetinin karşısına bir altın metal levha, levhanın arkasına da ışınları kaydedici bir perde (dedektör) yerleştirdi (Şekil 1). Radyoaktif kaynaktan çıkan alfa ışınları, metal levhadan geçerek dedektörde iz bırakmaktaydılar. Deney sonucu her 10 bin alfa taneciğinden biri doğrultularından 10 dereceden daha büyük saptığı görüldü.

Özetle elde edilen sonuçlar şöyledir: Alfa taneciklerinden çoğu dümdüz geçtiğine göre, atom içinde (kendi hacmine kıyasla) korkunç boşluk vardır. Çünkü 10 bin tanecikten 9 bin 999’u yollarına devam etmiştir. “Taneciklerdeki sapmaya çarpışma neden olmaktadır” diyebiliriz. Atom içinde kütleli bir bölge vardır. Bu, atomun çekirdeğidir.

Atom basit olarak, ortada bir çekirdek ve bunun etrafında (elips yörüngelerle) dönen elektronlardan ibarettir. Bu şekil, tıpkı Güneş etrafında belirli yörüngelerde dönen gezegenlerin teşkil ettiği sisteme benzer (Şekil 2).

Elektronlar çekirdek etrafında döndüğünden, yükler ters olmalıdır. Çünkü zıt yükler birbirini çeker, aynı yüklerse birbirlerini iter. Çekirdek (+) pozitif yüklü, elektronlar (-) negatif yüklüdür.

Bundan bir ders daha almalıyız: Tabiatta güzel de olmalı, çirkin de. Doğru da olmalı, eğri de. İyi de olmalı, kötü de. Nasıl atomun bünyesinde zıtlık olmazsa atom olmaz, atom olmayınca madde olmaz, tabiat olmaz, hayat içinde de zıtlıklar olmazsa hayatın anlamı olmaz.

Kötüyü görünce test edelim. Eğer öyleysek, ondan imtina edelim. Yok, değilsek, Allah’a şükredelim.

Rutherford Modeli’nde, çekirdek ve çekirdek etrafında dönen elektronların boyutları, atomun büyüklüğü yanında çok küçük kalır. Atomun yarıçapı 10 üzeri eksi 8 santimetre, çekirdeğin yarıçapı 10 üzeri eksi 12 santimetredir. Bu çok küçük olan boyutları zihnimizde canlandırabilmek için şöyle bir misâl verebiliriz: Madenî 1 TL’yi yerküre kadar büyüttüğümüzü kabul edelim. Atomlar bunun yanında zeytin tanesi kadar kalır. Zeytin tanesini bir futbol sahası kadar büyütürsek, atom çekirdeği, yanında nokta gibi kalır. Çekirdek etrafındaki boşlukta, Coulomb Kuralı olarak tarif edilen, çekirdek yükünden ileri gelen bir elektrik alanı vardır. Alanın şiddeti, çekirdeğe olan uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak değişir.

Yukarıda özetle sunulan özellikler -benzer tarzda- Güneş Sistemi’nde de mevcuttur. Gezegenler Güneş etrafında, odaklarından birinde Güneş bulunan elips yörünge çizerler (Kepler Kanunu). Gezegenlerle Güneş arasında büyük uzay boşluğu vardır. Ve gezegenler Kütle Çekim Kanunu ifadesiyle, Güneş’e olan uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak Güneş tarafından çekilirler.

Altın atomuna gönderilen her 10 bin parçacıktan birinin saptığını, dolayısıyla atom içindeki boşluğun büyüklüğünü kavrarız. Yer küresinin ortalama çapı ile Güneş’e olan ortalama mesafesi oranlanırsa, 149 milyon 500 bin kilometreyi 12 bin 735 kilometreye böldüğümüzde, 11 bin 739 kilometre çıkar. Yani 11 bin adet yerküresini yan yana dizersek Güneş’e ulaşılabilir. Atom Sistemi ve Güneş sistemi arasındaki bu benzerlikler, mikrokozmoz ve makrokozmoz âlemlerin aynı İlim ve Kudret Sahibinin iradesiyle yaratıldığına güzel bir işarettir.

Mikro ve makro cisimlere ait bir fizik kitabının (College Physics, PSSC-USA) verdiği kütle değerleri şöyledir: Elektron 10-27, atom 10-23, alyuvarlar 10-10, bir litre su 103, bir insan 105, bir ton 106, Ay 1026, Dünya 1028 ve Güneş 1033 gram.

Bu üslü değerlere göre şu formül kurulabilir: İnsan atom ile oranlandığında, 105 bölü 10-23 eşitliğinden 1028 elde edilir. Aynı sonuçla, Güneş’in insana oranlandığında da (1033/105) karşılaşılır. 1028 değeri, cetvelde de görüldüğü gibi, üzerinde yaşadığımız yerin kütlesidir. Bu sayı daha büyük veya küçük olabilirdi. İşaret ettiğimiz husus şudur ki, tabiata hâkim kabiliyetlerle donatılan insan, mikro ve makro âlemlerin tam ortasında yaratılmıştır. Orta boyutta oluşu, her iki âlemi idrak ve teşebbüs özelliğini kazandırır.

Varsayalım ki, insan bir bakteri hücresine yakın cüssede olsaydı, belki mikrokozmoz kuralları daha iyi idrak edebilecekti. Fakat üzerinde bulunduğu yerküresi hakkında çok az bilgiye sahip olacaktı. Ay, Güneş, hele galaktik sistemlerden söz edilmesi imkânsızlaşacaktı. İnsanın (mikro ve makro) âlemlere söz sahibi olacak tarzda yaratılması, ona yüksek bir değer kazandırdığı kadar, -yaptıklarının hesabını verme zorunluluğuyla- üzerine ağır bir mesuliyet de yüklemiştir. Mesuliyetini idrak etmemesi veya kabullenmemesi, bünyesinde taşıdığı fevkalâde kabiliyetlere kıyasla -hayvandan da aşağı- süflî sıfatlara kadar düşmesine de neden olur.

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin, 4-5)

Nötron keşfi

Rutherford Modeli’nde, atomun ortada artı yüklü bir çekirdek ve bunun etrafında dönen eksi yüklü elektronlardan meydana geldiğini görmüştük. En basit model olan hidrojen atomu, çekirdekte bir adet protonla yörüngede bir adet elektrondan oluşur. Atom fizikçileri çalışmaları o derece ilerletmişlerdi ki bu çok küçük parçacıkları tartmak imkân dahiline girdi.

Elektronun kütlesi 9,109x10-31 kilogram; protonun kütlesi ise 1,672x10-27 kilogram... Görüldüğü gibi proton, elektrondan bin 835 kat daha ağırdır. Fakat ortaya bir sorun çıktı. Çekirdek ölçümleri farklı sonuçlar veriyordu. Meselâ helyum atom çekirdeği, artı yük olarak protonun iki katı idi ama kütle olarak dört katıydı. Yük durumu, çekirdeğin iki protondan oluştuğunu gösteriyordu. Kütle değeri neden farklı çıkıyordu? Meseleyi 1932 yılında James Chadwick çözdü: Çekirdekte protondan başka ağırlığı olan fakat yükü olmayan başka bir parçacık vardır. Parçacığa, “yüksüz” anlamına gelen “nötron” adı verildi. Böylelikle atom ailesine nötronlar dâhil oldu. Meselâ helyum çekirdeği, iki proton ve iki nötrondan oluşmaktadır (Şekil 3).

Atom ailesi çoğalıyor

Nötronun keşfiyle, çekirdeğin bir bütün olmayıp parçacıklardan oluştuğu ispatlanmış oldu. Kimyacıların bir anlam veremediği, aynı elementlerin farklı atom ağırlığında oluşları da anlaşılmış oldu. Farklılık, çekirdekteki proton ve nötron sayısının değişikliğinden kaynaklanıyor.

Element periyot cetvelinde, böyle atom numaraları aynı fakat atom ağırlıkları farklı olan elementlere “izotop” denir. Meselâ normal hidrojen atomunun çekirdeğinde bir proton vardır. Bir nötron ilâve olursa, ağır hidrojen “dötoryum”a, çekirdekte bir proton ve iki nötron olursa “tritiyum”a dönüşür. Tritiyum, radyoaktiftir. Yani kararlılığını uzun süre muhafaza edemez. On iki sene sonra ayrışarak “helyum-3”e dönüşür. Helyum-3 çekirdeği de bir nötron alarak “helyum-4”ü oluşturur. Böylelikle daha 1900 yıllarında parçalanamaz bir bütün olarak tanımlanan atom çekirdeği, izotoplarıyla birlikte her biri kendine özgü yapıda 2 bin 200 çeşide ulaşır (Şekil 4).

Atom içinde (çekirdek ile elektronlar arasında) büyük bir boşluğun olduğunu söylemiştik. Biz maddeye baktığımızda dolu gibi görürüz. Gerçekte değildir. Eğer atomlar aradaki boşluğu kapatacak tarzda kendi içine çökecek olursa, madde çok çok küçülür. Meselâ orta büyüklükte bir yıldız olan Güneş’imizin çapı 1 milyon 391 bin kilometredir. Kütlesi, yerküresinin 332 bin katı olarak hesap edilmektedir. Ortalama yoğunluğu, santimetreküpte 1,41 gramdır. Eğer Güneş kendi içine çökerek nötron yıldızına dönüşecek olursa, yarı çapı 10 kilometreye kadar iner. Yoğunluğu ise santimetreküpte 1013 grama yükselir. Basit bir ifadeyle, bir çay kaşığı parçası (1 santimetreküp) 10 milyon ton ağırlığında olur.

Bu söylediklerimiz hayâli değildir. Samanyolu’muzda, böyle kendi içine çöken nötron yıldızları gözlemlenmiştir.

Güneş’in içine çökerek ufalmasını yerküresi için düşünürsek, 8 santimetre çapında bir topa ineceğini görürüz. Bununla da kalınmıyor, atom çekirdeğinin de tam dolu olmadığını, maddedeki küçülmenin daha da devam edeceğini söylediğimizde çok hayret edersiniz, değil mi?

1935 yılında H. Yukawa ve 1953’te M. Gell-Mann, proton ve nötronların aralarında mesafe bulunduğunu, bunların “Meson” denilen bağlarla bağlandığını yazdılar. 1980 yılına gelindiğinde, protonların tek olmayıp “G Lüon”larla bağlı “Kuark” adı verilen üç adet parçacıktan oluştuğu anlaşıldı. Günümüz fizikçileri, kuarkların da daha küçük parçacıklardan ibaret olduğunu ileri sürmekteler. Fizikçi H. Harari, kuarkların çok daha küçük parçacıklardan meydana geldiğini söylemekte ve bunlara “Rışon” adını vermektedir (Şekil 5).

Önceleri çekirdek (nükleer) fizikçileri, bu yeni fizik dalının gizemli ve önemli bireyleri olarak göz dolduruyorlardı. Şimdi parçacık fizikçileri onların pabuçlarını dama atmış görünüyor. Ama asıl kahraman, atom âlemi!

Hayret vericidir ki, “Atom ailesinin en küçük ferdi bulundu” derken, bir sonraki çalışmalar, “Hayır, bu son değil, daha derine, daha derine!” der misâli fizikçileri şaşkınlığa düşürmekte, atom âlemi “sırrını tamamıyla hükmedebileceğini zannedenlerle” âdeta alay etmektedir. Belki bu esrarengiz âlemin dibini bulabilmek, kâinatın sınırını bulabilmekten daha kolay değildir.

Atom içindeki meçhul boşluk, varlık âleminin esasını, yokluğa doğru sürüklüyor. Uzaydaki yıldız kümelerinin (galaksi) aralarında müthiş mesafelerin bulunduğunu biliyoruz. İçinde bulunduğumuz Samanyolu’na en yakın yıldız topluluğu (Andromeda galaksisi), 2 milyon ışık yılı ötededir (Şekil 6). Samanyolu’muzun ortalama 300 milyar yıldızından biri olan Güneş’imize en yakın yıldız, 5 ışık yılı mesafededir. Görüldüğü gibi, uzayın dehşet boşluğunda madde, şuraya buraya serpilmiş noktalar gibidir. Maddeyi oluşturan atomların bünyesine de boşluklar hâkim olduğuna göre, uzay içinde mevcût olan, canlı cansız varlıkların esasta vücût sahibi olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Bu merhalede fizik, metafiziğe dönüşmekte ve tasavvuf ile örtüşmektedir.

Vâcibü’l-Vücûd, Vahdet-i Vücûd ve Vücûdi Vehmî

Basit bir yapıya sahip zannedilen atomun sanıldığı gibi olmadığı, elemanlarının parçalardan, parçalarının parçacıklardan, onların da daha küçük parçacıklardan meydana geldiğinin anlaşıldığını söylemiştik. Teknik inkişâf ettikçe parçacık sayısı artmakta, girift ve esrarengiz bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu parçacıkların “kuvvetli ve zayıf çekirdek kuvvetleri” denen muazzam kuvvetlerle birbirlerine bağlandığı anlaşılmıştır. Çekirdeğin parçalara ayrılması (füzyon hâdisesi), çağımızın en önemli uğraş dalı olan nükleer enerji mevzusunu gündeme getirmiştir. Katı gibi duran madde, madde dalgalarına ve enerji yumağına dönüşmektedir.

Atom yapısı hakkında önemli çalışmalarda bulunan 1932 yılı Nobel Ödüllü Alman âlimi Werner Heisenberg, 1956 yılında İstanbul’a gelmiş, konferanslar vermiştir. Bir konferansının sonunu şöyle bitiriyor: “Bütün konuşmalarımda atomdaki enerjiden nasıl istifade edilebileceğini anlattım. Şimdi aklınıza haklı olarak şöyle bir soru gelmektedir: Bu muazzam enerjiyi küçücük yere kim nasıl koydu?”

(Cevabı yine kendisi veriyor.) Buna ancak metafizik yani din cevap verecektir. Adada kendisini gezdiren bir profesörümüz bu suale hangi dinin cevap verebileceğini sorduğunda, Heisenberg, “Buna ancak İslâm dini cevap vermektedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hahn bu fikirdeyiz” demiştir.

İslâm termolojisinde “vücûd”, var olmak demektir. Madde gerçek anlamda vücûd sahibi değildir. Atomun derinliklerine doğru indiğimizde, parçacıkların gitgide küçüldüğünü, âdeta yokluğa doğru indirgendiğini görüyoruz. Aynı zamanda atom çekirdeği parçacıklarının bir arada tutulabilmesi için büyük bir kuvvete ihtiyaç var. Bunu da yaratan sınırsız bir kudret olmalı ki parçacıklar ayakta durabilsin. O hâlde canlı-cansız kâinattaki her şey, sınırsız bir kudret tarafından yaratılmış ve varlıkları devam ettirilmiştir/ettirilmektedir.

Gördüğümüz görmediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz her şeyin, varlığı mutlaka lâzım olan Bir Var’a (Vâcibü’l-Vücûd) ihtiyacı var. Her şeyin ihtiyaç duyduğu bu var, Allah-u Teâlâ’dır. Allah-u Teâlâ, Kadîm olan Zâtı ile vardır. Kendisinden başka her şeyi (masiva) o yaratmıştır. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, Ezelîdir. Varlığından evvel yokluk muhâldir (olamaz). O’ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini O, sonradan yarattı. Kadîm ve Ezelî olan, Bâki ve Ebedî olur. Hâdis (sonradan olan) ve mahlûk olan, fâni ve muvakkat yani yok olur.

Allah-u Teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan yalnız O’dur. İbadet olunmaya hakkı olan da yalnız ve yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiçbir şey ibadet olunmaya lâyık değildir.

Mutasavvıflar, nefisleri ıslah etmek ve Allah-u Teâlâ’nın rızâsına erişmek için bazı usûller (metotlar) düzenlemişlerdir. Böylelikle âlimlerin kabiliyetleri ve tabiatlarına göre birçok tarikat ve görüş ortaya çıkmış oldu. Bu görüşlerden biri de Vahdet-i Vücûd’dur. Bu görüşün esası, var olanın yalnız bir olduğunu kabul etmektir. Ehli olmayanlar tarafından yanlış anlaşılmaya oldukça müsait olan bu bilgi, tasavvufun mertebelerinden biri olup hâl ile alâkalıdır. Tasavvufta ilerlemek isteyen talibin (sâlikin), başlangıçta veya ortalarda kapıldığı rûh-i hâlettir. Dikkat edilmelidir ki, sanmak veya kabul etmek başkadır, doğru olmak başka.

Vahdet-i Vücûd söyleyen sofiler, Allah-u Teâlâ’dan gayrının yani masivanın varlığını var olarak görmemektedirler. Yaratılmışları (mahlûkları) var olarak görmeyince, geriye yalnız Bir Var kalıyor. “Yalnız Bir Var vardır, O da Allah-u Teâlâ’dır” diyorlar. Sâlikin Allah-u Teâlâ’ya olan aşırı sevgisi/hâli böyle söyletiyor. Şunu da unutmamak lazım ki, bu hâl içinde sâlikin şuuru azalmakta, hattâ kaybolmakta, “sekr” adı verilen hâl oluşmaktadır.

Aklı başında olmayan sarhoşun ve delinin şâhitliği kabul olmaz. Onlar söylediklerinden mazur oldukları gibi, sekr sahipleri de mazurdurlar. Tasavvuf âlimlerinden Abdullah Dehlevî, Mektûbât’ında, “Zikir çok yapılınca ve riyâzetler çekilince kalpte Allah sevgisi çoğalır. Vahdet-i Vücûd sırları hâsıl olur. Vahdet-i Vücûd, mümkinatı yani mahlûkatı tek bir varlık görmektir. Yoksa mahlûkları Allah-u Teâlâ bilmek değildir” demektedir.

İlm-i kelâm da müctehid İmâm-ı Rabbânî Serhendî, Muhibbullah-i Mankpüriye yazdığı mektupta mevzu hakkında şunları bildirmektedir: “Vahdet-i Vücûd’u ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, parça parça anlatan Şeyh Muhyiddin-i Arabî’dir. ‘Bu bilginin derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum’ demiştir. Şeyh Muhyiddin ve onun yolunda gidenler, ‘Her şey O’dur’ diyor. Bu sözleri, ‘Âlem, Allah-u Teâlâ ile birleşmiş’ demek değildir. Hâşâ ve kellâ! Bu sözleri, ‘Âlem yoktur, ancak Allah vardır’ demektir. (Taşkınlıkta ileri gidenleri tahlil ederek devamla...) Mahlûkların aynasında müşâhede etmeyi tasavvufçular kemâl sayıyor ve ‘teşbîh ile tenzîhin birleşmesi’ diyorlar. Bu fakire göre bu müşâhede, Allah-u Teâlâ’yı müşâhede etmek değildir. Bunların gördükleri, vehim ve hayâl ettikleri şeylerdir. Mümkinde gördükleri Vâcib değildir. Mahlûkta buldukları kadîm değildir. Teşbihte görünenler tenzih değildir. Sakın tasavvufçuların boş sözlerine aldanmayınız! Hak olmayanı hak sanmayınız! Bu tasavvufçular, şuursuz bir hâlde olduklarından özürlü sayılırlar. Yanılan müctehid gibi hesaba çekilmezler ise de, bunlara uyanlara acaba ne yaparlar, bilemem. Keşke bunları da yanılan müctehidlere uyanlar gibi affetseler! Fakat affetmezlerse işleri çok güç olur.”

Allah-u Teâlâ, imâmdan razı olsun. Yazdığı mektuplarla zamanındakilerin, zamanından sonrakilerin ve günümüzdekilerin (biiznillah) bataklıkta boğulmalarını önlemiştir. Zaten İslâm’ın kabul etmeyeceği sözler söyleyenler, bulundukları mertebeyi aştıklarında veya sekr hâlinden kurtulup sahva döndüklerinde yani akılları başlarına geldiğinde, yaptıklarından ve söylediklerinden pişman olmuşlar, tevbe ve istiğfar etmişlerdir. Bunun içindir ki, bir sâlik, “Otuz senedir rûhumu Hakk sanarak tapındım” demiştir. Yine bunun için olacak ki, Bâyezid-i Bistâmî son günlerinde, “Zikirlerim hep gafletle imiş ve hizmetlerim, ibadetlerim cahillikle imiş” buyurmuştur.

Sekr içindeki sâliklerin hâl ve marifet sahibi olmaları, özürlü ve mazeretli olmalarına vesîle oluyor. Hâl ve marifetten eser bulunmadığı hâlde, kendi kİsâ görüşlerine güvenerek, bu sofilerin dediklerini anlamadıkları hâlde anlamış görünerek, hâddi aşarak ileri geri konuşanlar elbette mesuldürler. Bunlara hoşgörü ile bakılamaz. Bunları hoş görmek, ses çıkarmamak (maâzallah) Müslümanı iman dairesinin dışına itebilir. Günümüzde böyle (sahte) Vahdet-i Vücûd bilgisine sahip olduğunu söyleyen insanlar çoğaldı. Bunların içlerinden kendini âlim sanan, kitap yazıp neşriyat yaparak saf gençlerimizin imanlarını bulandıran, cahil halkımızı aldatan sapıklar vardır. İç ve dış İslâm düşmanlarının da yardımıyla etkilerini arttırmış olan bu türediler, hem kendilerini, hem de kendilerine inananları felâkete sürüklemektedirler.

Böylelerinin durumunu İmâm-ı Rabbânî, oğlu Masûm’a yazdığı mektupta şöyle bildiriyor: “Büyüklerin çoğunun sözlerinde ‘mahvolmak, yok olmak’ denilmektedir. Bu sözler, ‘yok gibi olmak’ demektir. Yok olup kalmamak demek değildir. Sâlikin te’ayyünü (varlığının mevcûdiyeti) görünmez olur. Yok olmaz. Yok bilmek ilhâd olur. Zındıklık olur. Bu yolda geri kalmış olanlar, bu sözlerden, kendi yok olur sanarak zındık olmuşlardır. Ahiret nimetlerine ve azaplarına inanmamışlardır. Vahdetten kesrete geldikleri gibi, başka zamanda kesretten vahdete döneceklerini sanmışlardır. Bu kesretin o vahdette yok olacağını söylemişlerdir. Bu zındıklardan birçoğu, bu yok olmayı kıyametin kopması sanmıştır. Haşrı, neşri, hesabı, sıratı inkâr etmişlerdir. Doğru yoldan ayrılmışlar, birçoklarını da saptırmışlardır. Bunlar kör gibidirler. Hiçbir velînin (evliyânın) aczden, kusûrdan ve ihtiyaçtan kurtulmadığını görmüyorlar mı? Böyle olunca, ‘Varlıklar birleşmiştir, çokluk birliğe katılmıştır’ denilebilir mi? Eğer insanlar öldükten sonra ‘Vahdete rücû’ ediyor’ derlerse, kâfir ve zındık olurlar. Çünkü bu söz, Cehennem azâbına inanmamak olur ve Peygamberlerin bildirdiklerine inanmamak olur.”

Asr-ı Saadet’ten önce, Hicaz’daki insanlar İbrahim’in (as) temiz dinini bozmuşlar, Allah-u Teâlâ’ya inanmakla birlikte birtakım uyduruk ilâhlar peydahlamışlardı. Kâbe-i Şerif’te böyle üç yüzü aşkın put vardı. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti, Allah-u Teâlâ’ya ortak koşan insanlara (müşriklere) uydurdukları inancın yanlış olduğunu, ibadete lâyık tek mabudun, noksanlıklardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ olduğunu ikaz eder. Bu cahiller ise her yaratığa ilâhlık vasfederek putların sayısını milyarlara, trilyonlara, daha da fazlasına çıkarıyorlar. Yani ne kadar yaratılmış var ise hepsi birar ilâhî fert oluyor. Sonra da buna “hakikî tevhid inancı” diyorlar. Bu ne büyük akılsızlık ve insafsızlık!

Kendilerine ilâhlık vehmedince, ibadet için yorulmaya da gerek kalmıyor tabiî. Sevap, günah ve hesap da ortadan kalkıyor. Oh, ne âla! Nefislerinin çok hoşlandığı bu inanç, şeytanlara da iş bırakmıyor. Darb-ı meseldir; zâhidlerden biri, şeytanı uzanmış, istirahat ediyor görür. Hayret eder. Şeytan, “Şaşırdın mı? Zamanın âlim geçinenleri öyle şeyler söylüyor, öyle şeyler yapıyorlar ki bizim yorulmamıza gerek kalmıyor” der.

Eğer insanlara kutsiyet vasfedilseydi, buna en fazla peygamberlerin hakkı olurdu. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya en yakın iman sahipleri onlardır. Hâlbuki peygamberler, elçi olmakla beraber birer insan, Allah-u Teâlâ’nın birer kulu olduklarını beyan etmişlerdir. Mesela İsâ’nın (as) bâtın yönü çok kuvvetlidir. İnsanlarda görülmeyen birçok özelliği, birçok mucizesi vardır. Bu özellikleri Kur’ân-ı Kerîm şöyle bildiriyor (Hasan Basri Çantay Meâli):

 “O günde ki, Allah bütün peygamberleri toplayıp, ‘Size verilen o cevap nedir?’ diyecek, onlar da, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ğaybları hakkıyla bilen Sensin Sen’ diyeceklerdir. Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsâ, hem senin üzerindeki, hem ananın üzerindeki (bunca) nimetimi hatırla. Hani Ben, seni Cebrail ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de sen insanlara söz söylüyordun. Hani sana kitâbı, hikmeti, Tevrât’ı, İncil’i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş sûretinin benzerini tasarlıyordun, içine üfürüyordun da Benim iznimle bir kuş oluveriyordu. Hem anadan doğma körü, abraşı da yine Benim iznim ile iyi ediyordun. Hani ölüleri Benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrâiloğulları(nın elini) senden çekmiştim (seni öldürememişlerdi). Kendilerine apaçık mucizeler getirdiğin zamanda içlerinden o küfredenler, ‘Bu, âşikar bir büyüden başkası değildir’ demişti’...” (Mâide, 109-110)

Allah-u Teâlâ’nın genel âdetidir ki, kullarını bir erkek ve bir dişiden yaratır. İsâ’yı (as) babasız, Âdem’i (as) hem anasız, hem babasız yani vâsıtasız yaratmıştır. İsâ (as), daha kundakta bebek iken (biiznillah) konuşurdu. Peygamberliğinde kendisinden mucize isteyenlere çamurdan kuş şekli yapar, üfürdüğünde (biiznillah) çamur canlanır, kuş olur, uçar giderdi. Yine doğuştan kör olanların (biiznillah) gözlerini açar, kötürüm hastaları iyileştirirdi. Mezardaki ölüye “Allah’ın izniyle kalk” dediğinde (biiznillah) ölü canlanmış, ayağa dikilmiştir.

Her peygamber halkına mucizeler göstermiştir. Mucizeler, o devirdeki insanların itibar ettiği mevzularda, hareketlerde olmuştur. Meselâ Mûsâ (as) zamanında sihir, büyü yaygınlaşmıştı. Sihirbazlar, büyücüler yaptıkları sihir ve büyü nispetinde önem kazanır, değer görürlerdi. Mûsâ’nın (as) mucizeleri de bu yönlüdür. Asânın yılan olması, Nil nehrinin kan akması, gökten ateş ve canlı hayvanlar yağması, Kızıldeniz’in yarılması gibi... Bunları gören akıl ve izan sahibi sihirbaz ve büyücüler, bunların göz boyama ile alâkası olmadığını, ancak sonsuz kudretle bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul ederek imana gelmişlerdir. İsâ (as) devrinde tıp önem kazanmıştır. Çâresi bulunamayan hastaları iyileştiren doktorlar el üstü tutulur, saygı görürlerdi. Bunlara gönderilen mucizeler de canlıların iyileşmesi, sıhhat bulması yani hayâtiyet üzerine olmuştur.

(Devam edecek...)