
HAZRETİ Muhammed’in soyu, kızı Fatıma’nın iki oğlu Hasan ve Hüseyin aracılığı ile devam etmiştir. Hasan’ın “şerif” (çoğulu “eşraf”) Hüseyin’in çocukları ise “seyyid” diye bilinmektedir. Genel olarak Hazreti Muhammed’in soyundan gelenler (Ehl-i Beyt), Müslümanlar tarafından sevilip büyük saygı görmüşlerdir. Ehl-i Beyt’e karşı bazı hizmetlerin yapılması için nikabet ya da nakiplik müessesesi kurulmuştur. Bu kurumun görevlileri “Nakibü’l-Eşraf” ya da “Nakibü’n-Nükeba” diye adlandırılmıştır. Nakib, sözlükte “vekil, bir topluluğun başkanı” demektir.
Hazreti Muhammed gibi, akrabaları da zekât ve sadaka alamazlardı. Bu yüzden Hazreti Muhammed ve akrabaları için ganimetten pay ayrılmıştır. Hazreti Muhammed, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer dönemlerinde bunun için Hazreti Ali görevlendirilmiştir. Hazreti Ömer döneminde, Ehl-i Beyt’ten olanların tespiti için bir sicil kaydı tutulmaya başlanmıştır. Bu düzenleme Emeviler zamanında kesintiye uğradığı gibi Ehl-i Beyt’ten olanlar büyük zulümler görmüşlerdir.
Abbasiler zamanında, Abbas soyundan (Abbasî) ve Ali soyundan (Talibî) gelenlerin kayıtları yeniden tespit edilmeye başlanmış, bunun için “Nakibü’l Ensab” (neseb vekili/görevlisi) tayin edilmiştir. Bu uygulamanın taşrayı da içine alacak şekilde yaygınlaşması ile her bölgede bu iş için görevlendirilen bir nakib seçilmiş ve nakiblerin bağlı olduğu kişiye de “nakibü’n-nükeba” denilmiştir.
Bu dönemde nakibler, Hazreti Muhammed’in soyundan gelenler arasından seçilmiştir.
Fatımi, Eyyubi, Memlüklü, İlhanlı ve Anadolu Selçuklu Devletleri zamanında da nakiblik yalnızca Ali soyundan (Talibî) gelenlerin tespiti için sürdürülmüş, neseb kargaşasının engellenmesi, gelirlerinin temin edilmesi ve ticarî faaliyette bulunanlara vergi muafiyetlerinin sağlanmasına çalışılmıştır. Osmanlılarda ise ilk defa Yıldırım Bayezid zamanında (1400) seyyid ve şeriflerin ihtiyaçlarının karşılanması için bir nakiblik ihdas edilmiştir.
İkinci Bayezid zamanına kadar nakibler, görevleri için düzenli maaş almamışlar ve “naır” diye anılmışlardır. Mısır ve Suriye’de, Memlük yönetiminde, nakibler “nakibü’l-eşraf” diye adlandırıldığından, İkinci Bayezid zamanından itibaren Osmanlı Devleti’nde de nakibü’l-eşraf deyimi kullanılmıştır.
Osmanlılar nakibleri çoğunlukla sadat (şeyhler) ve ilmiye sınıfından seçmiş, 17’nci yüzyıl ortalarına kadar ömür boyu görevlendirirken, bu tarihten sonra görevleri belirli sürelere bağlamıştır. Nakibü’l-eşraf İstanbul’da ikâmet etmiştir. Diğer şehirlerde ise sadat (şeyhler) arasından seçilen nakibü’l-eşraf kaymakamları bulunmuştur. Nakibü’l-eşraflık zamanla önemli bir gelir ve nüfuz kaynağı olmuştur. Bu yüzden nüfuzlu ailelerden seçilmişlerdir.
Nakibü’l-eşraf, görevlerini çoğunlukla kendi konağından yürütmüştür. İkinci Abdülhamid ise Yıldız Sarayı civarında nakibü’l-eşraf için ayrı bir mekân tahsis etmiştir. Nakibü’l-eşraftan sonraki yetkili şahıs “alemdar”, diğer memurlar ise “çavuş” diye anılmıştır. Alemdar, Sancak-ı Şerif’i taşımakla görevli sayılmıştır. Nakibü’l-eşraf konağında suç işlemiş sadatın hapsedileceği özel mekânlar oluşturulmuştur. Nakibü’l-eşraf, hükümetle olan yazışmalarını doğrudan sadrazamla yapmıştır.
Seyyid olmadığı hâlde böyle iddiası olanları (müteseyyid) tespit edip engellemek görevi de nakibü’l-eşrafın yetkileri arasında sayılmıştır. Nakibü’l-eşraf; biat, kılıç kuşanma, muayede ve mevlid törenlerinde hazır bulunmuştur.
Her nakibü’l-eşraf özel bir kıyafet giymiştir. Abbasiler zamanında başlayan yeşil sarık giyme devam ettirilmiştir. Osmanlılar yeşil sarığı, nakibü’l-eşrafın alâmeti saydıklarından Mekke Emiri olan şerife gönderdikleri hilat ve harvanileri yeşil renkten seçmişlerdir. Nakibü’l-eşrafın elbisesi, 18’inci yüzyıldan itibaren kazasker elbisesiyle aynı olmuştur. Halifeliğin kaldırılması ile birlikte nakibü’l-eşraflık da kaldırılmıştır.
Tarih boyunca Ehl-i Beyt’ten olanlar, Müslümanlar arasında her zaman sevgi ve saygıya muhatap olmuşlardır. Ehl-i Beyt’in yeri ve statüsü hakkında Müslümanlar arasında önemli görüş ayrılıkları olmuştur. Şiiler, yönetme hak ve yetkisini yalnızca Ehl-i Beyt’ten olanlara mahsus kabul etmişler, bu yüzden soyu Ehl-i Beyt’e dayanmayan yönetimleri meşru görmemişlerdir. Bunun bir sonucu olarak Mısır’da Fatımiler (K.909/Y.1171), Azerbaycan’da Safaviler (K.1501/Y.1736) ortaya çıktığında kendilerinin Ehl-i Beyt’ten geldiklerini iddia ederek Şiiler nezdinde bir meşruiyet temin etmeye çalışmışlardır. Çünkü Şiilerin görüşüne göre Hazreti Ali soyundan gelmeyen bütün yönetimler gayrimeşrudur ve gasıp durumundadır.
Buna karşılık Sünniler, yönetim işleri hakkında Ehl-i Beyt’ten olanların ayrıcalıklı bir hak ve yetkilerinin olduğunu kabul etmezler.
Osmanlı Devleti, tarihi boyunca seyyid ve şerifler için büyük ihtimamlar göstermiştir. Yıkılışına neden olan olaylardan biri de Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in İngilizlerle iş birliği yaparak Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmiş olmasıdır. Günümüzde Ürdün Kralı, Şerif Hüseyin’in soyundan gelen biridir. Fas Kralı ise seyyid olduğu iddiasındadır.
Buna karşılık Şiiler, hem Ürdün, hem de Fas idaresini meşru görmezler. Kendi inançları bakımından bu bir çelişkidir.
Sünniler için Ehl-i Beyt’ten olanlar ilim ve fazilet sahibi kabul edilirler. Üstün ahlâkları nedeniyle topluma örnek kimseler olarak gösterilirler. Bu anlayışın bir sonucu olarak camilerde Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin isimleri yazılmıştır. Aynı şekilde, Sünniler arasında en çok kullanılan isimler, Ehl-i Beyt’ten olanların adlarıdır. Şiilerde ise isim eskiden beri ciddî bir sorun durumundadır. İleri gelen sahabelerin isimleri Şiiler arasında her zaman aşağılama sebebi sayılmıştır. ABD’nin işgaliyle birlikte Irak’ta iktidarı ele geçiren Şiiler, Ebubekir, Ömer ve Ayşe gibi isimleri taşıyanlara büyük zulümler yapmışlardır.
Şiiler tarih boyunca her ne kadar Ehl-i Beyt’ten olmayanların idaresini gasıp ve gayrimeşru görmüş iseler de İran Devrimi’nden sonra göstermelik de olsa seçime dayalı bir idareyi meşru saymışlardır. Ancak hem Humeyni’nin, hem de Hamaney’in aynı zamanda seyyid sayılmaları ile tarihte yönetimin meşruiyetinde Ehl-i Beyt’ten olma şartı ile seçilmiş olma şartının birleştirildiği söylenebilir.
İran, Irak ve Lübnan’da seyyid sayılanlar ayrıcalıklı bir durumdadırlar. Siyah sarıkları, onların üniforması gibidir.
Şiiler arasında seyyid bilinenler şerif bilinenlere göre daha üstün tutulmuşlardır. Buna karşılık gerçekten hangi ailenin seyyid ya da şerif olduğuna dair kesin inandırıcı bir belge ve bilgi yoktur. Bir ön kabule bağlıdır.
Bir kişinin Ehl-i Beyt’ten olması kendi iradesine bağlı değildir. Çünkü hiç kimse doğumunda, anne babasını, doğum yerini, zamanını, ırkını, cinsiyetini seçerek bu dünyaya gelmiş değildir. İnsanın seçim ve kararına bağlı olmayan bu özellikleri nedeniyle üstün ya da aşağı sayılması genel İslâmî ilkelerle de uyumlu değildir.
Ehl-i Beyt’ten olanlar veya olduğu iddia edilenler etrafında tarih boyunca ihdas edilen ayrıcalıklı uygulamalar vahyin özüne ve esasına aykırıdır.
Şiilerin “12 İmam” ile sembolleştirdikleri bu ayrıcalıklı statünün de aslı esası yoktur. Sonradan yapılmış bir icattır. Çünkü ayetlerde geçen Ehl-i Beyt vurgusu doğrudan Hazreti Muhammed’in eşleri hakkındadır. Bu vurgudan yola çıkarak bir hanedanlık ihdas etme çabası beyhudedir.
Ancak seyyidlik ya da şeriflik iddiası ile Müslümanlar arasında ayrıcalıklı bir statü elde etmesi çabası Şiilerle sınırlı kalmamıştır. Türklerin, özellikle Kürtlerin ve Zazaların arasında çok sayıda şeyh ve hocaefendi de kendileri için seyyidlik ve şeriflik iddiasında bulunmuşlardır. Seyyid ve şerif olmak, aynı zamanda Arap olmak demektir. Arap olan bir insanın aynı zamanda Türk, Kürt ya da Zaza olması, aklın ve tarihin kabul edebileceği bir iddia değildir.
Osmanlı döneminde sonradan icat edilen hayâlî şecerelerle seyyidlik iddiasında bulunanlar için “müteseyyid” deyimi kullanılmıştır. Günümüz Türkçesine “sözde seyyid, sahte seyyid” diye aktarılabilir bu ifade. Bir ailenin veya şahsın seyyid ve şerif olması gerçek olsa Hazreti Muhammed’in soyundan gelmiş olsa bile o kişi ve aile için hiçbir sosyal, siyasal ve ekonomik ayrıcalık nedeni değildir. Müslümanlar arasında “üstünlük ancak takva iledir” (Hucurat, 13). Takva sahibi (müttaki) olan bir Müslüman, Ehl-i Beyt’ten olmasa bile elbette üstündür. İlâhî kural böyledir. Bu yüzden üstünlüğü insanın seçimine bağlı olmayan hususlarda, ırk, aile ve cinsiyet gibi nedenlerde aramak/görmek İslâmiyet öncesinden, Cahiliye Dönemi’nden kalan bir tutumdur.
Üstünlük için takva gibi bir neden aramak yerine ırka, hanedanlığa, aileye ve cinsiyete dayalı Cahiliye Dönemi’nin ölçülerinde dolaşmak Müslümanlar için büyük bir gerilemedir. Üstelik hayatında İslâmî kuralları ayan beyan çiğneyen birilerinin seyyid diye tafdil edilmeye çalışılması utanılacak gülünç bir manzaradır.
Kaynakça
Maverdi, Ahkamu’s Sultaniyye: İslam’da Hilafet ve Devlet Hukuku, İstanbul 1976.
Ahmet Rifat, Osmanlı Toplumunda Sadat-ı Kiram ve Nakibü’l Eşraflar: Devhatu’n Nükeba, Hazırlayanlar: Hasan Yüksel-M. Fatih Köksal, Sivas, 1998.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, TTK, Ankara 2014.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, TTK, Ankara 2013.
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.II, MEB, İstanbul 1993.
Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyidler ve Şerifler, İstanbul 2005.
Murat Sarıcık, “Osmanlı Devleti’nde Nakibü’l Eşraflık Kurumu”, Türkler Ansiklopedisi, C.X, Ankara 2002, s.385-393.
Şit Tufan Buzpınar, “Nakibü’l Eşraf”, DİA, C.32, İstanbul 2006, s.322-324.