
KAVRAMLAR, bir dilin
olmazsa olmaz yapıtaşlarıdır. Düşünce dünyamızın mihenk noktalarıdır. İletişimde
ve beşerî münâsebetlerde anahtar rolündedir kavramlar.
Bir
dilden kavramları çıkarıp alın, geriye pek bir şey kalmaz. Çünkü düşünce
dünyamızın şekillenmesinde ve sosyal hayatın tanziminde çok önemli roller oynar
kavramlar.
İşte
laiklik, sekülerizm ve modernizm kavramları, neredeyse yüz yıldır bu toplumun
düşünce dünyasını, sosyal ve siyâsî hayatını önemli derecede etkilemiş,
değiştirmiş ve dönüştürmüştür.
Şimdi
bunları tek tek ele alıp, toplum nezdindeki yansımalarını kısaca
değerlendirmeye çalışacağız.
Laiklik
“Laiklik
(laisizm)” ve “sekülerlik (sekülerizm)” kavramları hem etimolojik, hem de
epistemolojik olarak Batı orijinli (kavramsal olarak ve uygulanış biçimi
itibariyle aralarında fark olsa da özellikle Fransa, İngiltere, Almanya gibi
ülkeler) kavramlar olup, özünde ve tarihsel süreç içerisinde İslâm
toplumlarının dînî, siyâsî, sosyal ve kültürel hayatlarıyla ilgili olarak
uzaktan yakından alâkası olmayan kavramlardır.
Ne
var ki, İslâm toplumlarının tarihindeki kırılmalar ve ana kaynaktan sapmalar (Kur’ân’ın
evrensel mesajının gerçek mânâda Müslümanların hayatına taşınamaması ve
yaşamlarında bilfiil yer etmemesi), özellikle Osmanlı coğrafyasında yüzyıllardan
beri oluşan handikaplar ve siyâsî, askerî, iktisâdî, ictimâî, idârî, hukûkî,
ilmî ve terbiyevî (eğitim) alandaki yetersizlikler ve gerilemeler, bu olumsuz
gidişatı durdurmak için 18 ve 19’uncu yüzyıllarda Osmanlı’da yapılan yenileşme
ve ıslahat hareketleriyle başlayan modernleşme süreci ve nihâyetinde devletin
yıkılmasıyla sonuçlanan süreçte oluşan siyâsî, iktisâdî, ictimâî, idârî ve dînî
atmosfer (feodal dînî yapıların oluşturduğu itaat ve biat kültürüne dayalı
miskinlik ve kadercilik anlayışı), Batı aydınlanması, Batı’daki Sanayi İnkılâbı
ve bu inkılâbın Batı toplumlarına sağladığı refah düzeyi, yeni kurulan genç
Türkiye Cumhuriyeti’ni de etkilemiş ve bu kavramların (laiklik-sekülerlik)
ülkeye girmesine uygun bir zemin hazırlamıştır.
Daha
sonraları yaşanan süreçlerde Batıcı aydın-siyâsetçi-bürokrat iş birliği ve her
alanda yapılan reform ve devrim kanunları mârifetiyle nihâyetinde bu kavramlar bize
de girmiş ve laiklik ilkesi 1937 yılında anayasada yerini almıştır.
Aslında
laiklik ve sekülerlik kavram ve uygulamalarının Fransa başta olmak üzere tüm
Batılı ülkelerde ortaya çıkması ve realize edilmesi, bu ülkelerde yaşayan
insanlar ve halklar için, kurumsallaşmış kilise yapısının, hegemonik ruhban
sınıfının (din adamları sınıfı) ve mensup oldukları dînî anlayışın düşünce,
inanç, bilim ve bilumum özgürlükler üzerindeki hegemonik baskı ve tahakkümünden
dolayı anlaşılır bir şeydir. Nitekim böyle de olmuştur.
Yani
laiklik ve sekülerliğin uygulanmasıyla kilisenin ve ruhban sınıfının
tahakkümünden kurtulan Batı toplumları, bugünkü refah ve özgürlükler seviyesine
ulaşmayı başarabilmişlerdir.
Ancak,
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, İslâmiyet’in özünde ve Kur’ân’ın yapısında
kurumsallaşmış mâbed anlayışı ve ruhban sınıfı olmadığı için, başka bir ifâdeyle,
herkes özgürce ve tam bir irâdî tercih ve hürriyetle (hiçbir baskı altında
kalmadan) inancını, dinini seçme hakkına ve hukukuna sahip olduğu için, ayrıca
dinde zorlamanın da yasaklandığı nasla (âyetle) kesinkes sabit olduğu için,
aslında toplumu sekülerleştirmeye ihtiyacımız yoktu ve bu bağlamda ülkemize
laikliğin girmesi de gerekmezdi.
Yalnız,
bu meyanda Müslümanlar ve toplum olarak gözden kaçırdığımız bir şey vardır: Yukarıda
bir nebzecik de olsa değinmeye çalıştığım gibi, Müslüman toplumların
yüzyıllardır kendi yaşantılarında ve her türlü uygulamalarında İslâm’ın özünden
ve Kur’ân’ın evrensel mesajından sapmaları ve içine düştükleri açmazları…
Bu
sapmalar ve açmazlar, tarihsel süreç içerisinde özellikle Emevîlerden başlamak
üzere devlette ve toplumda baş gösteren saltanat sistemi ve yanlış bir
kadercilik anlayışı ile başa gelene razı olmak, “Bir lokma, bir hırka”
felsefesiyle kabuğuna çekilmek, faturayı da tâbir-i câizse Allah’a çıkarmak
idi.
Bu
durum, tabiî olarak zaman içerisinde toplumsal miskinliği ve tembelliği
beraberinde getirdi ve nihâyetinde Batı toplumları karşısında Müslüman
toplumların topyekûn mağlûbiyetiyle sonuçlandı.
Hâl
böyle olunca, tabiî ki laiklik ülkeye girer! Ama bir kez daha altını çizerek
söylüyorum ki, eğer Müslüman toplumlar olarak biz, Kur’ân’ın evrensel mesajını
doğru okumuş ve anlamış olsaydık, pusulamızı şaşırmasaydık (Sırât-i Müstakîmden
ayrılmasaydık), başka bir deyişle İlâhî emre uygun olarak aklımızı-fikrimizi
kullanmayı, ilim istihsâl etmeyi ve dahi taakkûl, tefekkür, tedebbür, tezekkür,
tefakkuh, tefehhüm, teallûm etmeyi başarabilseydik, herhâlde bunlar başımıza
gelmeyecekti. Dolayısıyla ülkemize laikliğin ve sekülerliğin girmesine de gerek
kalmayacaktı.
Çünkü
gerçek özgürlükler, gerçek ahlâk, gerçek adâlet, temel insan haklarının gerçek
umdeleri ve tüm insanlığa sunulacak gerçek medeniyet projelerinin temel
ilkeleri ve bu ilkelerin müstesnâ parametreleri Allah’ın kitabı Kur’an’da zâten
vardı. Ama biz, sahip olduğumuz böyle bir hazinenin kıymetini bilemedik
maalesef!
Filhakika,
Müslüman toplumlar olarak bizler, uzun yüzyıllardır “İslâm insanlık
medeniyet projeleri”ni insanlığa sunamadık. Bunu başaramadık! Doğaldır ki, hayat
boşluk kabûl etmez. Hayattaki boşluğu siz dolduramazsanız, birileri gelir ve
işte böyle doldururlar!
Dolayısıyla
yapay da olsa, bünyemize aykırı da olsa, tarihin getirdiği şartlar gereği belki
de laikliğin ülkemize girmesi kaçınılmazdı. Aynen, Sayın Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın Mısır’a gittiğinde laikliği Mısırlı yetkililere, Suriye’ye
gittiğinde de demokrasiyi Suriyeli yetkililere tavsiye ettiği gibi…
Çünkü
bir ülkede despotik rejimler varsa, despotik yönetimler Demokles’in kılıcını her
gün halkın ensesinde hissettiriyor ve sallandırıyorsa, İslâm’ın özünde olmadığı
hâlde Hıristiyanlıktaki kilise ve ruhban sınıfına benzer mâbed fetişizmi ve
yapay ruhbanlık sınıfı, kimi dînî grupların (tarikatlar ve cemaatler)
bünyesindeki din adamları (tarikat ve cemaat şeyhleri) eliyle ihdas ediliyorsa
ve insanlar da Ortaçağ Hıristiyan toplumlarında olduğu gibi dînen kendilerini
bir baskı altında hissediyorlarsa, işte o zaman isteseniz de, istemeseniz de
orijin itibariyle Müslüman toplumlara yabancı olan laiklik, sekülerlik,
demokrasi, modernizm, kapitalizm gibi kavramlar ve olgular o ülkelere ve o
toplumlara kaçınılmaz olarak, er veya geç girer, girmiştir de zâten. Târihî ve
sosyolojik olarak bu bir realitedir.
Çünkü
insan tabiatı ve fıtratı, nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, doğal
olarak tüm baskıları reddeder, buna karşı çıkar ve baskılara şiddetle direnir.
Baskılara karşı insanlardaki bu direnme psikolojisi ve direnme gücünün
meşrûiyyet kaynağını, Allah’ın insanları yaratırken, daha başlangıçta, onların
fıtratına yüklediği ontolojik yasalar oluşturur.
Ancak,
bütün bunlara rağmen ülkemizde daha başlangıçtan beri uygulanan laiklik
anlayışı Fransa’daki uygulamalardan esinlendiği için, çok katı, baskıcı, Jakoben,
yasaklayıcı, dikte ve empoze edici bir şekilde hayata geçirilmiştir.
Laikliğin,
güya tanımında olduğu gibi devletin bütün dînî inanç ve gruplara eşit mesafede
olması gerekirken ve bu meyanda toplumdaki dînî özgürlük alanlarını
genişletmesi beklenirken, uygulamada bunun tam tersi olmuştur.
Aynı
şekilde, devletin yönetim çarkının işleyişinde hiçbir dînî kurumun referans
teşkil etmemesi gerekirken, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın ihdas edilmesiyle
laikliğe aykırı bir tutum sergilenmiştir.
Dolayısıyla
laiklik, bizim ülkemizde tâbir-i câizse “millîleştirilerek”
uygulanmıştır. Bundan dolayı Müslüman Türk toplumu bu tür bir laiklik uygulamasını
şiddetle reddetmiştir.
Ordinaryüs
Profesör Ali Fuat Başgil, “Din ve Laiklik” adlı kitabında toplumun bu
reddiyesini, insanların laikliği uygulanış biçimi itibariyle “lâ dînî
(dinsizlik)” olarak algılamasından dolayı olduğunu ifâde eder.
Sekülerizm
Laiklik
her ne kadar devletin toplumdaki inanç gruplarına müdahâle etmemesi ve her
birine eşit mesâfede durması, aynı zamanda da yönetimde dînî referansların
kullanılmaması gerektiği iken, başka bir deyişle laiklik, siyasal olarak
devleti ve devletin işleyişini enterese ederken; sekülerlik ise, bireyin ve
toplumun din ile olan ilişkisini ilgilendiren ve değerlendiren bir olgu ve
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ama
her ne hikmetse bu iki kavram hep karıştırılmış ve birbirlerinin yerine
kullanılmıştır.
Devlet,
laikliği sadece devletin işleyişinde çarpıtarak değil, aynı zamanda toplumun dînî
tercih ve algısını da dizayn etmek istediği için, sekülerliğe de müdâhale ederek
bu kavramı Jakoben bir şekilde kullanmış yani görevi olmadığı hâlde sekülerliğe
de soyunmuştur. İşte bundan nâşî, sekülerlik kavramı bizde uygulanış biçimi
itibariyle ideolojiye büründürülerek sekülerizme dönüştürülmüştür.
Hâlbuki
bir toplumdaki bireyler ve vatandaşlar dindar da olabilirler, dinsiz de. Hatta
dine kayıtsız kalıp tek dünyalı olarak dünyevîleşebilirler de. Yani bu durum,
devletin hiçbir müdahâlesi olmadan, bireylerin ve toplumun kendi hür
irâdelerine ve tercihlerine kalmış bir iştir.
Ama
bizim ülkemizde böyle olmadı. Devlet, A’dan Z’ye her şeye müdahâle etti. İşte
bu, laikliğin ötesinde, bir sekülerizmdir!
Modernizm
Batı’da
yapılan Rönesans ve Reform hareketleri, Aydınlanma felsefesi, İngiltere
merkezli Sanayi İnkılâbı, kapitalizmin doğuşu, bilim ve teknolojinin gelişmesi,
şehirleşme olgusu, laiklik ve sekülerleşmenin ortaya çıkışı gibi unsurlar, Batı
toplumlarının yapısını her sahada önemli derecede etkilemiş, değiştirmiş ve
dönüştürmüştür.
Gittikçe
artan refah düzeyleri ve uygarlık yapıları bu toplumları alabildiğine modernleştirmiştir.
Gelinen nokta itibariyle bu toplumların insanları, artık neredeyse hedonist bir
felsefeyle bohem hayatı yaşamayı kendilerine şiar edinmişlerdir.
Batı’da
meydana gelen bu değişim ve dönüşümler, ister istemez bizi de etkilemiş ve 18
ilâ 19’uncu yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde başlayan modernleşme hareketleri,
genç Cumhuriyet’in kurulması ve Batılılaşma politikalarıyla birlikte hızını
artırmış ve günümüze kadar gelinmiştir.
Artık
biz, modern Batı toplumunun bir parçası olarak dünya ülkeleri arasında yerini
almışız. Hatta Batı’yla “Avrupa Birliği” düzleminde Birliğe üye olup, Batı’yla
olan entegrasyon sürecini tamamlamak ve resmî olarak da bu süreci taçlandırmak
için çırpınıp duruyoruz.
Sonuç
Uzun
yıllardan beri Müslümanların bu kavramlarla olan imtihanı şu veya bu şekilde,
inişli ve çıkışlı olarak ve sınanarak devam edip gelmektedir.
Artık
modernizmin tadını alan Müslümanlardan laik ve seküler kesimin korkmasına ve
endişe etmesine gerek yoktur.
Özellikle
okumuş gençler -ki Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı gençlerden oluşmaktadır- gittikçe
laikliği, sekülerliği ve modernizmi içlerine sindirerek içselleştirmiş durumdadırlar.
Bunun birkaç adım ötesi, hedonist bir felsefeyle bohem hayatı yaşamaktır.
Bu
durumun gerçek sebebi, öteden beri Müslümanların asıl kaynaktan (Kur’ân’ın
evrensel mesajından) kopmaları ve sapmalarıdır.
Müslümanlar
gerçek özgürlüğün, adâletin, inanç hürriyetinin, temel insan haklarının,
ahlâkın, aklın-ilmin öneminin ve dahi insanlığa sunulacak gerçek “İslâm insanlık
medeniyet projeleri”nin temel ilke ve parametrelerinin içinde bulunduğu
kutsal kitaplarını (Kur’ân’ı) sadece yüzünden okuyup sayılara boğmak yerine,
Allah’ın istediği ve murad ettiği şekilde, mânâ, maksat, murad ve hikmet
bağlamında okuyup anlasalar ve mesajını doğru bir şekilde hayatlarına taşımış
olsalardı, bu bağlamda cemaat ve tarikatlar da akıl almaz işler yaparak itici
olmasalardı, gençlerin içine düştükleri bu yanlışlara gerek kalmayacaktı.
Son
söz: Özgürlük olmadan iman olmaz, iman olmadan insan olmaz!