Müslümanların kavramlarla olan imtihanı: Laiklik, sekülerizm ve modernizm

Artık modernizmin tadını alan Müslümanlardan laik ve seküler kesimin korkmasına ve endişe etmesine gerek yoktur. Özellikle okumuş gençler -ki Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı gençlerden oluşmaktadır- gittikçe laikliği, sekülerliği ve modernizmi içlerine sindirerek içselleştirmiş durumdadırlar. Bunun birkaç adım ötesi, hedonist bir felsefeyle bohem hayatı yaşamaktır. Bu durumun gerçek sebebi, öteden beri Müslümanların asıl kaynaktan (Kur’ân’ın evrensel mesajından) kopmaları ve sapmalarıdır.

KAVRAMLAR, bir dilin olmazsa olmaz yapıtaşlarıdır. Düşünce dünyamızın mihenk noktalarıdır. İletişimde ve beşerî münâsebetlerde anahtar rolündedir kavramlar.

Bir dilden kavramları çıkarıp alın, geriye pek bir şey kalmaz. Çünkü düşünce dünyamızın şekillenmesinde ve sosyal hayatın tanziminde çok önemli roller oynar kavramlar.

İşte laiklik, sekülerizm ve modernizm kavramları, neredeyse yüz yıldır bu toplumun düşünce dünyasını, sosyal ve siyâsî hayatını önemli derecede etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştür.

Şimdi bunları tek tek ele alıp, toplum nezdindeki yansımalarını kısaca değerlendirmeye çalışacağız.

Laiklik

“Laiklik (laisizm)” ve “sekülerlik (sekülerizm)” kavramları hem etimolojik, hem de epistemolojik olarak Batı orijinli (kavramsal olarak ve uygulanış biçimi itibariyle aralarında fark olsa da özellikle Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkeler) kavramlar olup, özünde ve tarihsel süreç içerisinde İslâm toplumlarının dînî, siyâsî, sosyal ve kültürel hayatlarıyla ilgili olarak uzaktan yakından alâkası olmayan kavramlardır.

Ne var ki, İslâm toplumlarının tarihindeki kırılmalar ve ana kaynaktan sapmalar (Kur’ân’ın evrensel mesajının gerçek mânâda Müslümanların hayatına taşınamaması ve yaşamlarında bilfiil yer etmemesi), özellikle Osmanlı coğrafyasında yüzyıllardan beri oluşan handikaplar ve siyâsî, askerî, iktisâdî, ictimâî, idârî, hukûkî, ilmî ve terbiyevî (eğitim) alandaki yetersizlikler ve gerilemeler, bu olumsuz gidişatı durdurmak için 18 ve 19’uncu yüzyıllarda Osmanlı’da yapılan yenileşme ve ıslahat hareketleriyle başlayan modernleşme süreci ve nihâyetinde devletin yıkılmasıyla sonuçlanan süreçte oluşan siyâsî, iktisâdî, ictimâî, idârî ve dînî atmosfer (feodal dînî yapıların oluşturduğu itaat ve biat kültürüne dayalı miskinlik ve kadercilik anlayışı), Batı aydınlanması, Batı’daki Sanayi İnkılâbı ve bu inkılâbın Batı toplumlarına sağladığı refah düzeyi, yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni de etkilemiş ve bu kavramların (laiklik-sekülerlik) ülkeye girmesine uygun bir zemin hazırlamıştır.

Daha sonraları yaşanan süreçlerde Batıcı aydın-siyâsetçi-bürokrat iş birliği ve her alanda yapılan reform ve devrim kanunları mârifetiyle nihâyetinde bu kavramlar bize de girmiş ve laiklik ilkesi 1937 yılında anayasada yerini almıştır.

Aslında laiklik ve sekülerlik kavram ve uygulamalarının Fransa başta olmak üzere tüm Batılı ülkelerde ortaya çıkması ve realize edilmesi, bu ülkelerde yaşayan insanlar ve halklar için, kurumsallaşmış kilise yapısının, hegemonik ruhban sınıfının (din adamları sınıfı) ve mensup oldukları dînî anlayışın düşünce, inanç, bilim ve bilumum özgürlükler üzerindeki hegemonik baskı ve tahakkümünden dolayı anlaşılır bir şeydir. Nitekim böyle de olmuştur.

Yani laiklik ve sekülerliğin uygulanmasıyla kilisenin ve ruhban sınıfının tahakkümünden kurtulan Batı toplumları, bugünkü refah ve özgürlükler seviyesine ulaşmayı başarabilmişlerdir.

Ancak, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, İslâmiyet’in özünde ve Kur’ân’ın yapısında kurumsallaşmış mâbed anlayışı ve ruhban sınıfı olmadığı için, başka bir ifâdeyle, herkes özgürce ve tam bir irâdî tercih ve hürriyetle (hiçbir baskı altında kalmadan) inancını, dinini seçme hakkına ve hukukuna sahip olduğu için, ayrıca dinde zorlamanın da yasaklandığı nasla (âyetle) kesinkes sabit olduğu için, aslında toplumu sekülerleştirmeye ihtiyacımız yoktu ve bu bağlamda ülkemize laikliğin girmesi de gerekmezdi.

Yalnız, bu meyanda Müslümanlar ve toplum olarak gözden kaçırdığımız bir şey vardır: Yukarıda bir nebzecik de olsa değinmeye çalıştığım gibi, Müslüman toplumların yüzyıllardır kendi yaşantılarında ve her türlü uygulamalarında İslâm’ın özünden ve Kur’ân’ın evrensel mesajından sapmaları ve içine düştükleri açmazları…

Bu sapmalar ve açmazlar, tarihsel süreç içerisinde özellikle Emevîlerden başlamak üzere devlette ve toplumda baş gösteren saltanat sistemi ve yanlış bir kadercilik anlayışı ile başa gelene razı olmak, “Bir lokma, bir hırka” felsefesiyle kabuğuna çekilmek, faturayı da tâbir-i câizse Allah’a çıkarmak idi.

Bu durum, tabiî olarak zaman içerisinde toplumsal miskinliği ve tembelliği beraberinde getirdi ve nihâyetinde Batı toplumları karşısında Müslüman toplumların topyekûn mağlûbiyetiyle sonuçlandı.

Hâl böyle olunca, tabiî ki laiklik ülkeye girer! Ama bir kez daha altını çizerek söylüyorum ki, eğer Müslüman toplumlar olarak biz, Kur’ân’ın evrensel mesajını doğru okumuş ve anlamış olsaydık, pusulamızı şaşırmasaydık (Sırât-i Müstakîmden ayrılmasaydık), başka bir deyişle İlâhî emre uygun olarak aklımızı-fikrimizi kullanmayı, ilim istihsâl etmeyi ve dahi taakkûl, tefekkür, tedebbür, tezekkür, tefakkuh, tefehhüm, teallûm etmeyi başarabilseydik, herhâlde bunlar başımıza gelmeyecekti. Dolayısıyla ülkemize laikliğin ve sekülerliğin girmesine de gerek kalmayacaktı.

Çünkü gerçek özgürlükler, gerçek ahlâk, gerçek adâlet, temel insan haklarının gerçek umdeleri ve tüm insanlığa sunulacak gerçek medeniyet projelerinin temel ilkeleri ve bu ilkelerin müstesnâ parametreleri Allah’ın kitabı Kur’an’da zâten vardı. Ama biz, sahip olduğumuz böyle bir hazinenin kıymetini bilemedik maalesef!

Filhakika, Müslüman toplumlar olarak bizler, uzun yüzyıllardır “İslâm insanlık medeniyet projeleri”ni insanlığa sunamadık. Bunu başaramadık! Doğaldır ki, hayat boşluk kabûl etmez. Hayattaki boşluğu siz dolduramazsanız, birileri gelir ve işte böyle doldururlar!

Dolayısıyla yapay da olsa, bünyemize aykırı da olsa, tarihin getirdiği şartlar gereği belki de laikliğin ülkemize girmesi kaçınılmazdı. Aynen, Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır’a gittiğinde laikliği Mısırlı yetkililere, Suriye’ye gittiğinde de demokrasiyi Suriyeli yetkililere tavsiye ettiği gibi…

Çünkü bir ülkede despotik rejimler varsa, despotik yönetimler Demokles’in kılıcını her gün halkın ensesinde hissettiriyor ve sallandırıyorsa, İslâm’ın özünde olmadığı hâlde Hıristiyanlıktaki kilise ve ruhban sınıfına benzer mâbed fetişizmi ve yapay ruhbanlık sınıfı, kimi dînî grupların (tarikatlar ve cemaatler) bünyesindeki din adamları (tarikat ve cemaat şeyhleri) eliyle ihdas ediliyorsa ve insanlar da Ortaçağ Hıristiyan toplumlarında olduğu gibi dînen kendilerini bir baskı altında hissediyorlarsa, işte o zaman isteseniz de, istemeseniz de orijin itibariyle Müslüman toplumlara yabancı olan laiklik, sekülerlik, demokrasi, modernizm, kapitalizm gibi kavramlar ve olgular o ülkelere ve o toplumlara kaçınılmaz olarak, er veya geç girer, girmiştir de zâten. Târihî ve sosyolojik olarak bu bir realitedir.

Çünkü insan tabiatı ve fıtratı, nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, doğal olarak tüm baskıları reddeder, buna karşı çıkar ve baskılara şiddetle direnir. Baskılara karşı insanlardaki bu direnme psikolojisi ve direnme gücünün meşrûiyyet kaynağını, Allah’ın insanları yaratırken, daha başlangıçta, onların fıtratına yüklediği ontolojik yasalar oluşturur.

Ancak, bütün bunlara rağmen ülkemizde daha başlangıçtan beri uygulanan laiklik anlayışı Fransa’daki uygulamalardan esinlendiği için, çok katı, baskıcı, Jakoben, yasaklayıcı, dikte ve empoze edici bir şekilde hayata geçirilmiştir.

Laikliğin, güya tanımında olduğu gibi devletin bütün dînî inanç ve gruplara eşit mesafede olması gerekirken ve bu meyanda toplumdaki dînî özgürlük alanlarını genişletmesi beklenirken, uygulamada bunun tam tersi olmuştur.

Aynı şekilde, devletin yönetim çarkının işleyişinde hiçbir dînî kurumun referans teşkil etmemesi gerekirken, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın ihdas edilmesiyle laikliğe aykırı bir tutum sergilenmiştir.

Dolayısıyla laiklik, bizim ülkemizde tâbir-i câizse “millîleştirilerek” uygulanmıştır. Bundan dolayı Müslüman Türk toplumu bu tür bir laiklik uygulamasını şiddetle reddetmiştir.

Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil, “Din ve Laiklik” adlı kitabında toplumun bu reddiyesini, insanların laikliği uygulanış biçimi itibariyle “lâ dînî (dinsizlik)” olarak algılamasından dolayı olduğunu ifâde eder.

Sekülerizm

Laiklik her ne kadar devletin toplumdaki inanç gruplarına müdahâle etmemesi ve her birine eşit mesâfede durması, aynı zamanda da yönetimde dînî referansların kullanılmaması gerektiği iken, başka bir deyişle laiklik, siyasal olarak devleti ve devletin işleyişini enterese ederken; sekülerlik ise, bireyin ve toplumun din ile olan ilişkisini ilgilendiren ve değerlendiren bir olgu ve kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ama her ne hikmetse bu iki kavram hep karıştırılmış ve birbirlerinin yerine kullanılmıştır.

Devlet, laikliği sadece devletin işleyişinde çarpıtarak değil, aynı zamanda toplumun dînî tercih ve algısını da dizayn etmek istediği için, sekülerliğe de müdâhale ederek bu kavramı Jakoben bir şekilde kullanmış yani görevi olmadığı hâlde sekülerliğe de soyunmuştur. İşte bundan nâşî, sekülerlik kavramı bizde uygulanış biçimi itibariyle ideolojiye büründürülerek sekülerizme dönüştürülmüştür.

Hâlbuki bir toplumdaki bireyler ve vatandaşlar dindar da olabilirler, dinsiz de. Hatta dine kayıtsız kalıp tek dünyalı olarak dünyevîleşebilirler de. Yani bu durum, devletin hiçbir müdahâlesi olmadan, bireylerin ve toplumun kendi hür irâdelerine ve tercihlerine kalmış bir iştir.

Ama bizim ülkemizde böyle olmadı. Devlet, A’dan Z’ye her şeye müdahâle etti. İşte bu, laikliğin ötesinde, bir sekülerizmdir!

Modernizm

Batı’da yapılan Rönesans ve Reform hareketleri, Aydınlanma felsefesi, İngiltere merkezli Sanayi İnkılâbı, kapitalizmin doğuşu, bilim ve teknolojinin gelişmesi, şehirleşme olgusu, laiklik ve sekülerleşmenin ortaya çıkışı gibi unsurlar, Batı toplumlarının yapısını her sahada önemli derecede etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştür.

Gittikçe artan refah düzeyleri ve uygarlık yapıları bu toplumları alabildiğine modernleştirmiştir. Gelinen nokta itibariyle bu toplumların insanları, artık neredeyse hedonist bir felsefeyle bohem hayatı yaşamayı kendilerine şiar edinmişlerdir.

Batı’da meydana gelen bu değişim ve dönüşümler, ister istemez bizi de etkilemiş ve 18 ilâ 19’uncu yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde başlayan modernleşme hareketleri, genç Cumhuriyet’in kurulması ve Batılılaşma politikalarıyla birlikte hızını artırmış ve günümüze kadar gelinmiştir.

Artık biz, modern Batı toplumunun bir parçası olarak dünya ülkeleri arasında yerini almışız. Hatta Batı’yla “Avrupa Birliği” düzleminde Birliğe üye olup, Batı’yla olan entegrasyon sürecini tamamlamak ve resmî olarak da bu süreci taçlandırmak için çırpınıp duruyoruz.

Sonuç

Uzun yıllardan beri Müslümanların bu kavramlarla olan imtihanı şu veya bu şekilde, inişli ve çıkışlı olarak ve sınanarak devam edip gelmektedir.

Artık modernizmin tadını alan Müslümanlardan laik ve seküler kesimin korkmasına ve endişe etmesine gerek yoktur.

Özellikle okumuş gençler -ki Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı gençlerden oluşmaktadır- gittikçe laikliği, sekülerliği ve modernizmi içlerine sindirerek içselleştirmiş durumdadırlar. Bunun birkaç adım ötesi, hedonist bir felsefeyle bohem hayatı yaşamaktır.

Bu durumun gerçek sebebi, öteden beri Müslümanların asıl kaynaktan (Kur’ân’ın evrensel mesajından) kopmaları ve sapmalarıdır.

Müslümanlar gerçek özgürlüğün, adâletin, inanç hürriyetinin, temel insan haklarının, ahlâkın, aklın-ilmin öneminin ve dahi insanlığa sunulacak gerçek “İslâm insanlık medeniyet projeleri”nin temel ilke ve parametrelerinin içinde bulunduğu kutsal kitaplarını (Kur’ân’ı) sadece yüzünden okuyup sayılara boğmak yerine, Allah’ın istediği ve murad ettiği şekilde, mânâ, maksat, murad ve hikmet bağlamında okuyup anlasalar ve mesajını doğru bir şekilde hayatlarına taşımış olsalardı, bu bağlamda cemaat ve tarikatlar da akıl almaz işler yaparak itici olmasalardı, gençlerin içine düştükleri bu yanlışlara gerek kalmayacaktı.

Son söz: Özgürlük olmadan iman olmaz, iman olmadan insan olmaz!