Musîbet sağanağında sığınılacak tek liman: Allah (cc)

İmtihanının gerekliliği, imanda sadâkat hâlinin bir teste tâbi tutulmasındandır. Zira kul musîbet hâlinde Rabbine mi sığınacaktır, yoksa bu sıkıntılardan kurtulmak için gayr-i meşru yollara mı tevessül edecektir? Yoksa Rabbine isyankâr mı olacaktır? Bu imtihanlar onun hayatına bile mâl olsa, kul bilir ki, bu dünya zaten geçici bir konaktır.

Hayata Müslümanca bakış

HAZRETİ Âdem ile başlayan dünya serüvenimiz tüm renkleriyle devam ediyor. Renkten kastımız; hayata dair acılar, hüzünler, sevinçler, varlık, yokluk, ölüm ve doğumdur. “Koyunu güden kurdu görür” atasözünde olduğu gibi, dünya hayatında bu renkleri, bu tatları elbette tadıyor insan. Bir yanda bir ölüme ağlarken, öbür yanda ağlayarak doğan için gülüyoruz.

Dünya hayatında ebedîlik maalesef yok. Kimse bu dünyada bâki değil ve her doğan canlı, mutlaka bir gün ölümü tadacak. Bu ölümün şekli, zamanı, yeri kişiden kişiye farklılık arz ediyor. Kimi ana karnında hayata “Merhaba” diyemeden ölüp giderken, kimi de bir asrı deviriyor. Ve sonuçta o da ölüyor. Ölüm; hâli zengin fakir, yaşlı genç, padişah halk demeden herkesin kapısını çalıyor. İnsanoğlu bu dünyaya ne Âdem ile Havvâ’nın günahı sebebiyle geldi, ne tesadüfen, ne de tabiatın bir cilvesi olarak. Aklı başında olan yani akıl melekesi sağlıklı çalışan herkes bilir ki, hayatın da, ölümün de, dünyanın da, tüm evrenin de bir sahibi vardır. Bu sahip, Allah-u Azimü’ş-Şan’dır.

O bizi yeryüzüne Kendisinin kulu ve halîfesi olarak göndermiştir. Ancak bu yolculukta ebedî bir hayatı kazanma adına bir dizi imtihanla beraber… İşte müminler hayata bu pencereden bakarlar. Ne onu büsbütün atarlar, ne de ona sımsıkı sarılırlar. Ne doğumumuz burada ebedî kalacağımız anlamına gelir, ne de ölümümüz ebedî bir yok oluştur. Ölüm sadece ebedî âleme geçişin adı, kabir ise onun giriş kapısıdır. Dünya ise ebedî hayatın yani ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekerse, yarın bir nevi hasat zamanı olan kıyamet gününde onu biçecektir insanoğlu. O yüzden dünya hayatı önemsenmeyecek, dikkat edilemeyecek derecede değersiz de değildir. İşte müminler bu dengeyi gözeterek bir hayat sürerler ve onu bir imtihan alanı ve ahiret için azık hazırlama yeri olarak görürler!

İmtihan, musîbet ve sabır

İmtihan, sınanmak, belâ ve musîbetler karşısında Müslümanca bir tavır göstermek müminlerin şiarıdır. Bu dünya hayatında bile bir yerlere gelmek için insanoğlu bir dizi imtihandan geçer. Bu imtihanı verenler aldıkları puan netîcesinde bir üst okula girerler. Hattâ bir iş sahibi olmak da bir dizi imtihan sonunda mümkün olur. Aynı şekilde, işinde yükselmek isteyenler de bu aşamaları imtihanlar vererek geçerler. Hattâ evlenmek istediğinizde bile soyunuzdan huyunuza kadar bir dizi imtihandan geçersiniz ve kriterleriniz uygun ise istediğiniz kişi ile evlenebilirsiniz. Kısacası, dünya hayatı her arzu edilenin kolayca elde edildiği bir yer değildir.

Dünyada dahi maddî ve mânevî arzulara, emellere, bolluğa, refaha ermenin bir bedeli vardır. İstenilenin ânında var olduğu yer ise dünya değil, Cennet’tir. Cennet ise bu dünyada değil, ahiret âlemindedir ve dünya hayatındaki imtihanını verenlerin girebileceği bir yerdir. Bu açıdan bakıldığında, üç günlük geçici dünya hayatının çarkları bile bu imtihan dişlileri ile dönüyorsa, ebedî hayatın kapılarında da imtihanların olması yadsınamaz. İmtihanı kazanmanın yolu ise, hayatın ve mematın sahibi olan Yaratıcının râzı olacağı bir hayat yaşamaya ve başa gelecek sıkıntılara karşı sabretmeye, hayatını kula kulluk ederek değil, Bir Olan Allah’a kulluk ederek idame ettirmeye bağlıdır. Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de (Bakara, 155-157) bize bu konuda şunlar söylenmektedir: “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”

Bu âyetlerde geçen bazı kavramlar, tefsirlerde şu şekilde açıklanmıştır: İmtihan, belâ veya ibtilâ; “sınanan kimsenin durumunun ne olacağının ortaya çıkarılması için denemek” demektir. Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, Arapçada güzel şeylerle denemeye de, kötü şeylerle denemeye de “belâ” denilir. İnsan zenginlik, refah ve bollukla da imtihan edilebilir. Bu durumda da, “Şükrünü edâ ediyor mu, zekâtını veriyor mu, insanlara yardım ediyor mu?” şeklinde bir imtihan söz konusudur.

Musîbet; mümini rahatsız eden, ona isabet eden, can, mal veya ailesinde rahatsızlık verici her bir durumdur. Bizde “musibet” denilince akla daha çok, hastalık, sıkıntılar ve bunların insanın kalbine yükleyeceği elem ve keder verici olumsuz hâdiseler gelir.


Sabır, “nefsi hoşa gitmeyen şeylere katlanmaya alıştırmak” demektir. Hazreti Peygamber sabrı şöyle izah etmiştir: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.”  (Buhari, Cenaiz, 32)

Razî, musîbet olarak telâkki edilen ve kulun başına gelen hoşlandığı veya hoşlanmadığı her şeyi “o anda olan”, “geçmişte olan” ve “gelecekte olacak” diye üç kısma ayırır. Ona göre, insanın hatırına geçmişte olan bir şey geldiğinde bu duruma “zikir” ve “tezekkür” (hatırlama ve düşünme) denir. Eğer bu o anda mevcût ise, buna “zevk” ve “vecd” denir. Eğer insanın hatırına gelen şey, istikbâlde olacak bir şey olur ve bu kalbine galip gelirse, buna da “intizâr” ve “tevakkû” yani “bekleme” ve “umma” denir. Eğer beklenen şey kötü bir şey ise, ondan dolayı kalpte bir elem meydana gelir ki buna da “havf” ve “işfâk” yani “korku” ve “endişe” denir.

Eğer o beklenen arzu edilen bir şey ise, buna da “irtiyâh” yani “ümid”  denilir. O hâlde korku, insana hoş gelmeyen şeyin beklenmesinden dolayı kalbin duyduğu elemdir. Ümid ise, insanın arzu ettiği şeyi umup beklemesinden dolayı kalbin duyduğu histir. Bu izahattan da anlaşıldığı üzere kulun imtihanı; gerek kendisi, gerekse yakınları için korku, mal ve ürünlerin noksanlığı yani fakirlik ve kıtlık, can noksanlığı yani hastalıklar, bazı uzuvların kaybı veya ölüm şeklinde tezâhür edecektir.

Kula düşen ise, tam da bu esnada bunun geçici bir imtihan olduğunu düşünerek sabretmesidir. İmtihanının gerekliliği de imanda sadâkat hâlinin bir teste tâbi tutulmasındandır. Zira kul musîbet hâlinde Rabbine mi sığınacaktır, yoksa bu sıkıntılardan kurtulmak için gayr-i meşru yollara mı tevessül edecektir? Yoksa Rabbine isyankâr mı olacaktır? Bu imtihanlar onun hayatına bile mâl olsa, kul bilir ki, bu dünya zaten geçici bir konaktır. Tıpkı şu âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi: “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda Bize geleceksiniz.” (Enbiya, 35) “Nerede olursanız olun, ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” (Nîsâ, 78)

Bunun bilincinde olan kul, ölümün mukadder olduğunu, nerede olursa olsun kendini bulacağını ve sonuçta bir gün Yaratıcısına hesap vereceğini bilir ve ona göre kendisini firenler ve sabreder. Kendisi için takdir edilen misafirlik süresi dolmuştur ve onun artık yeni yurdu, ebedî olan ahiret yurdudur. Zira kul bu dünyaya Rabbinin katından gelmiştir ve dönüşü de O’na olacaktır. İşte “istircâ” dediğimiz bu inanç hâli ile musîbetlere karşı insanda bir direnç, mânevî bir güç oluşur. İşte insanın başına gelebilecek musîbetlerin onun kalbinde oluşturacağı korku ve endişeye karşı sabretmesi, bu durumların geçmesi için Rabbine istircâ ederek bunların kaldırılmasını ümid etmesi gerekir.

Kul bilir ki, imtihanlara karşı bu şekilde sabır, metânet ve tam bir teslimiyet ile Rabbine iltica eden için müjdeler vardır. Zira Yüce Allah, belâlar karşısında sabredip istircâda bulunan kimseler için mağfiret ve rahmetten ibaret olan büyük nimetler ihsan etmiştir.

Hastalıklar, tabiî afetler, kıtlıklar ve ölümler karşısında sabreden ve kaderine rızâ gösteren bir kul, rûhen olgunlaşır, yıkılmak yerine ayakta kalır. Kendisine ve çevresine karşı da bir umut olur. “Sabredenleri müjdele” hitabının altında yatan sırlar arasında bütün bu sıkıntı ve musîbetlerin ahirette ona mükâfat olarak döneceği müjdesi olduğu gibi, bu dünyada da ummadığı nimetlere nail olacağı müjdesi de vardır. Çünkü Allah tarafından kuluna salât getirmenin anlamı, “affetmek, ona rahmet buyurmak, bereket ihsan etmek, aldıklarının yerine yenilerini vermek yani kısaca dünya ve ahirette ona sevap vermektir”.

Musîbetlere karşı Allah’a sığınmak: İstiâze

İnsanoğlu fıtratı gereği başına bir musîbet veya bir olumsuzluk gördüğünde sığınacak emin bir liman arar. “Fıtratı gereği” dedik, zira evde bile annesinin hışmına uğrayan çocuk babasının kucağına, babasının hışmına uğrayan çocuk da annesine veya varsa evde dedesine, ninesine sığınır. Okulda bile arkadaşlarından şiddet gören bir çocuk, en emin yer olarak öğretmenine sığınır. İşte musîbetler başa geldiğinde de sığınılacak tek ve en emin adres, Yüce Yaratıcıdır. Bu durum ümitsizliği ve çâresizliği ortadan kaldıran en kısa yol, en etkili tedavi yöntemidir.

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, kulun Allah’ına sığınması demek olan istiâzeyi şöyle tarif eder: “Allah’a sığınmak; dinî terminolojideki adıyla ‘istiâze’, kulun, Yaratıcısının farkında olması, O’na sığınarak güven ve huzura kavuşma isteğidir. Yaratılışı icabı, çeşitli korkular, endişeler, vehimler, ümit ve ümitsizlik duyguları arasında gidip gelmeler ve nihâyet şaşkınlık içinde bocalamalarla sıkıntılı, -atalarımızın deyimiyle- ‘muallel’ insanoğluna, onu Yaratanın tavsiyesidir istiâze…”

Hazreti Ali’ye sorarlar: “Başımıza gelen musîbet imtihan mıdır, yoksa ceza mı?” Hazreti Ali şöyle cevap verir: “Eğer başımıza gelen musîbetler bizi Allah’a yaklaştırıyorsa birer imtihandır. Eğer O’ndan uzaklaştırıyorsa, birer cezadır.” 

İtikaden kul bilir ki, hayır ve şer, ancak Allah’ın müsaadesi ve dilemesiyle taallûk eder. Dolayısıyla başına gelecek musîbetlere karşı O’na sığınması, musîbete duçar olduğunda O’ndan bunu kaldırmasını talep etmesi bu inancın bir tezâhürüdür. Zira bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Tegabun, 11)

İslâmî terminolojide istiâzenin birçok sebebi açıklanmakla beraber en genel anlatımla, “herhangi bir nedenle kula isabet etmesi muhtemel belâ ve musîbetler, Allah’a sığınmanın yani istiâzenin en temel sebeplerindendir”. Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte Rasûlullah’ın (sav), “sapıklığın aşağılığına düşmekten, düşmanların sevinmesinden, kötü kaderden ve belânın sıkıntısından” Allah’a sığındığı belirtilmiştir. (Buhârî, Deavât: 56; Müslim, Zikir:16; Nesâî, İstiâze:33)

Kemâl yolunda ilerleyen olgun bir kul bilir ki, başına gelen bir musîbet ya ona yeni bir kapı açacaktır ya da İlâhî bir ihtardır. Nitekim bu konuda Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: “Başınıza gelen her musîbet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki, Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ, 30) Gelen belâlar bizim maddî hatâlarımızdan da olabilir, mânevî eksikliklerimizden de. Örneğin toplumsal yardımlaşmanın sıfır olduğu bir toplumda merhamet duyguları ortadan kalkar. Zira insanlar arasında maddî açıdan uçurumlar oluşur. Bir yanda açlık ve yokluk varken diğer yanda bolluk ve israf vardır. Her iki kesim de sonuçta birbirine karşı düşmanlık besleyecektir ve en ufak bir kıvılcımda toplumsal kargaşa, kaos ve anarşi patlaması yaşanacaktır. Oysa yardımlaşma kanaati, merhameti ve şükrü beraberinde getirecektir. Böyle bir toplumda ise huzur ve barış egemen olacaktır. İşte aksi durumda ortaya çıkan olumsuzluğun sebebi, yardımlaşmayan insanlardır! Böyle bir durumda insanların kendilerini bir sorgulamaları, “Acaba ben ne yaptım da buna müstahak oldum?” demeleri, bir nefis muhasebesi yapmaları gerekir.

Diyanet Kur’ân Yolu tefsirinde bu âyetle, evrenin fizikî kurallarını yok saymanın insanın başına getireceği musîbetlere de dikkat çekilmiştir. Orada da anlatıldığı gibi, elbette bu evrenin bağlı olduğu fizik kuralları mevcûttur. Bu kuralların Yaratıcısı da yine Allah’tır. İnsanın bu kuralları bile bile bunları yok sayması, gerekli tedbirleri almaması elbette başına bu belâları getirecektir. Âyette hassaten anlatılan da budur. Ateş yakar, su boğar. Siz ateşi veya kızgın bir nesneyi çıplak elinizle tutarsanız elbette eliniz yanacaktır. Ya da yüzme bilmediğiniz hâlde denize girip boğulmanız sizin yüzünüzdendir. Yangına, depreme, sele, çığa, erozyona karşı tedbir almamak, bu afetleri tetiklemek, başınıza bir belâ gelmesi için sizin davetiye çıkarmanız demektir. Örneğin sel baskını olması mukadder bir dere yatağına bina yaparsanız, yaptığınız bina derme çatma olur, depreme dayanıklı değilse veya yarın bir sel baskınına uğrarsa ev yıkılır; işte bu, sizin kendi elinizle belâya davetiye çıkarmanızdan başka bir şey değildir!

Birçok âyet-i kerîmede belirtildiği gibi bütün insanlar kusurlarının tamamından dolayı dünyada birebir cezalandırılmış olsalardı dünya altüst olurdu. İşte âyetin devamında Yüce Allah’ın bunların birçoğunu affettiği, başka bazı âyetlerde de nihâî hüküm ve cezanın ahirete ertelendiği ifade edilmiştir.

Musîbetlere karşı kulun Allah’a sığınması yani istiâze ve istircâda bulunması, onun için maddî ve mânevî bir kazançtır. Bu konuda Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Her kim bir musîbete uğradığında istircâda bulunur ve ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un’ demek sûretiyle Rabbine yönelir ve sığınırsa, Allah, o musîbetten kaynaklanan yarayı sarıp sarmalar. O kişiye güzel bir akıbet hazırlar ve o musîbeti izale buyurup onun yerine çok uygun ve kulunun da hoşnut olacağı şartlar yaratır.” (Taberani, Mu’cemu’l-Kebir; 12/ 255)

Bu konuda Ebû Umame’den (ra) rivâyet edilen bir kutsî hadîste Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah Sübhaneke ve Teâlâ buyuruyor ki, ‘Ey Âdemoğlu! Musîbetin ilk darbesi sırasında sabredip sevabını Benden istersen, Ben senin için doğrudan doğruya Cennet’e girmekten başka hiçbir sevaba râzı olmayacağım’.” (İbni Mace, Kitabu’-Cenaiz, 1597) İşte gerçek mümin buna iman etmiştir! Bu yüzden belâ ve sıkıntılara karşı sabreder, olgunluk gösterir, isyan etmez, yağmacılık yapmaz ve sokaklara düşmez.


Bir mümin için belâ ve musîbetlere karşı nasıl davranılacağının en önemli örneği Hazreti Eyyûb’dur. Zira o, malını, servetini, hattâ çoluk çocuğunu kaybetmişti. Bir de bunların üzerine tüm vücûdunu habis yaralar kaplamıştı. İnsanlar ona yaklaşamıyorlardı. Sonunda onu şehrin dışında bir yere götürüp bıraktılar. Yaralarına kurtlar dolmuştu. O bu duruma bile sabretmişti. Sürekli Rabbine şükrediyor, hamd ediyor, O’nun rızâsını talep ediyordu. Tâ ki bu kurtlar onun, Rabbini zikretmesine engel olup artık tamamen takatten düşüp ibadetlerini yerine getiremez hâle gelince, “(…) ‘Ey Rabbim, (malûmundur ki) bana bir zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti (Enbiya, 83). Duâsı kabul edildi. Ayağıyla yere vurması emredildi. Ayağını yere vurunca yerden fışkıran su, onun şifâsı oldu. Bu durum da hemen bir sonraki âyette şu şekilde anlatılmıştır: “Bunun üzerine Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için anılacak bir örnek olmak üzere onun duâsını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik; ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiya, 84) İşte sabrın sonundaki rahmet ve mükâfat budur!

Koronavirüs musîbet midir?

Koronavirüs salgını hakkında çok şeyler söylendi, yazıldı ve çizildi. Elbette virüsün yayılmasına sebep olan hâdiseler irdelendiğinde (henüz kesin hüküm verilmese de), yenmesi dinen yasaklanmış, insanın fıtratına ve tabiatına aykırı iğrençlikte vahşi hayvanların insanlar tarafından tüketilmesinin en büyük sebep olduğu görülmektedir. Bu da bu virüsün bir musîbet olarak insanoğlunun kendi hatâlarının sonucu ortaya çıktığını gösteriyor. Öbür taraftan komplo teorilerine kulak verirsek yani virüsün laboratuvar ortamlarında üretilip biyolojik bir savaş materyali olarak kasıtlı bulaştırıldığını temel alırsak, sonuçta işin ucu yine “Kendim ettim, kendim buldum” kapısına çıkar.

Burada bir diğer ibret alınması gereken gerçek de, insanoğlunun teknolojik olarak geldiği nokta ve gözle görülemeyen mikroskobik bir canlı karşısında düştüğü acziyettir. Biz teknolojiyi insanları öldürmek, dünyayı ele geçirmek ve tüm kaynakları sömürmek amacıyla kullandık. İşte çok basit bir maske, günlük kullanımdaki dezenfektanlar dahi karaborsaya düştü! Solunum cihazları yetersiz. Viral ilâçlar yetersiz. Aşı üretilemiyor. Oysa bu teknolojiyi bu konularda kullanmış olsaydık, çâreyi de beraberinde üretmiş olacaktık.

Sosyal medyadaki bir paylaşımda şöyle deniliyordu: “Şu an virüsün enfekte olduğu insan sayısı iki milyonu geçti. Bu kadar insanı enfekte eden toplam virüs sayısı ancak 1 gram ağırlığa sahip. Düşünün, 1 gram virüs milyonların canını okuyor. O zaman kim daha büyük ey insanoğlu, sor bakalım bir kendine!”

“Size gelen musîbet, işlediğiniz (günahlar) yüzündendir” (Şûrâ, 30) ve “Sana gelen kötülük, kendi(günahların yüzü)ndendir” (Nîsâ, 79) âyetlerini tekrar hatırlayalım, başka söze gerek var mı? Demek ki, “Kendim ettim, kendim buldum” sözü, çok doğru bir sözdür. Bu yazıyı yazdığım 23 Nisan günü dünya istatistikilerine bir göz attım, bugün doğan insan sayısı 232 bin, bugün ölen insan sayısı 97 bin 500, bugün açlıktan ölen insan sayısı 18 bin 550! Başka söze gerek var mı?

Ne yapılabilir?

“Ne yapılabilir?” diye bir soru sorarsak, işte cevabı: Devlet olarak sağlık sistemini çok daha güçlendirmek gerekir. Hastane, yatak, cihaz sayılarını arttırmalıyız. Sağlıkta yerli teknoloji ile tıbbî cihaz üretimini arttırmalı ve dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız. İlâçta dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız. Kendi aşımızı kendimizin üreteceği enstitüler ve tesisler yapmalıyız. Birey olarak yapmamız gereken şey; yetkililerin tavsiyelerine uyup evde kalmak, sabretmek ve duâ etmektir.

Hazreti Ali’ye sorarlar: “Başımıza gelen musîbet imtihan mıdır, yoksa ceza mı?” Hazreti Ali şöyle cevap verir: “Eğer başımıza gelen musîbetler bizi Allah’a yaklaştırıyorsa birer imtihandır. Eğer O’ndan uzaklaştırıyorsa, birer cezadır.” Olaya bu yönüyle bakmak gerekir. Musîbetler bizi Allah’a daha da yaklaştırmalıdır. Aynı zamanda bunun bir İlâhî ikaz olduğunu da düşünüp hatâlarımızı tamir etmeliyiz. Zira artık, bütün dünya bu felâket ve musîbetleri İlâhî birer ikaz olarak görmektedir. Sadece bu olayda değil, daha önce yaşanan birçok olayda benzer sözler sarf edilmişti. Örneğin ABD’yi etkisi altına alan kasırga felâketi için Papaz Jonn McTernan, “Allah’ın bir uyarısı” olduğunu söylemişti. Yine geçmişte yaşanan ekonomik kriz için Papa, “Bu bir İlâhî ikazdır” demiş ve maddiyata bel bağlamanın yanlış olduğunu, başarı, kariyer ve paranın önünde sonunda kaybolacağını ifade etmişti.

Bugün de dünyanın birçok ülkesinde farklı inanca mensup kişilerce ortak duâ ve ayinler yapılmaktadır. İtalya’nın Carpi kentinde, Şehitler Meydanı olarak bilinen Martiri Meydanı’nda “Salgına karşı birlikte duâ ediyoruz” etkinliği düzenlendi. Katolik, Ortadoks,  Evangelist, Sih, Yahudi ve Müslüman cemaatlerinin katıldığı duâ töreninde İmam Selmi, Koronavirüse karşı Âl-i İmran Sûresi’ni okuyarak duâ etti. Benzer haberler değişik ülkelerden de gelmekte.

Yazımızı Hazreti Âişe’den rivâyet edilen bir hadîs-i şerif ile noktalayalım. Hazreti Âişe bir gün, Rasûlullah’a (sav) tâun (veba) hastalığını sormuş, O da şöyle buyurmuştur: “Tâun hastalığı, Allah-u Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptır. Allah onu müminler için rahmet kıldı. Bu sebeple tâuna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikâmete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95)

Rabbimiz de bize musîbetler karşısında sabrı ve duâyı tavsiye ediyor. İşte âyetler: “Artık siz Beni anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin! Ey iman edenler, sabır ve namazla yardım dileyin! Şüphesiz Allah, sabredenlerin yanındadır.” (Bakara, 152-153)

Mesaj gayet açık değil mi?