
HAYAT, bizi yarım bırakmak ile meşhur. Fakat
her şeye rağmen çok seviyoruz. Ona hiç doyamasak da şikâyet ediyoruz. Yani kursağımızda
takılı bir lokma var ve hiç inmiyor. Bunu çok sonra öğrendik. Sonradan teşhisi
konulmuş bir hastalık gibi adını koyduğumuza memnun, tedavisi olmayışına
üzgünüz.
Biraz
koşsak bayır aşağı huzurla, kanatlanır gibi sevinçle, mutlaka bir amca kızıyor,
keyfimizi kaçırıyor ve yine yarım kalıyor o şey kursakta. Kenara çekilip çok
ağlasak, bu sefer de bizi fark eden bir teyze gibi mutlaka yüzümüzü güldürüyor.
Bizi bu ikilikten kurtarmadan, aklımızı da oynatmadan minik minik oynuyor işte.
Bazen
kıyamıyor ve bir anne kadar müşfik fakat bazen oldukça acımasız ve eli sopalı bir
öğretmen… Yine de tutsağıyız ve onu çok seviyoruz. Hatta kendi hikâyemiz
yetmezmiş gibi, daima ötekine dâhil oluyor, bir yerlerinden yakalıyor, ona
katılıyoruz. Kendi öykümüz başkalarınınki ile harmanlanınca daha da büyülüyor,
anlamlanıyor.
Hayat,
birbirine karıştıkça, çoğalan ve renklenen binbir çeşit çiçekli ve bazen
dikenli bir bahçe gibi dikkatimizi celp ediyor. Ve ağzımızda o cümle
beliriveriyor: “Yazsam roman olur…”
Yazsak
roman olmaz belki ama bizim dilimizden anlayan birkaç kişiyle gece yarısına
kadar otursak bir romanın ana karakterleri gibi büyüdükçe büyür öykülerimiz.
Bamtelini bulunca insan, muhabbetin de tadına doyum olmuyor. Dilinden anlayanı
bulunca unuttuğumuz anılar canlanıyor. Çocukluğumuzun minik ayrıntıları
kocamanlaşıyor ve bir de bakıyoruz ki, biz hâlâ o oyunları oynuyoruz. Balkondan
dışarıyı izleyip yoldan geçen dördüncü kırmızı arabayı sahiplendiğimiz gibi
sahipleniyoruz bu hayatı. Yoldan geçen dördüncü kırmızı araba için kavga
ettiğimiz kadar haklı sebeplerle kavga ediyoruz kendimizle ve herkesle. Evet, anlamsız
ama kavgamız durulunca fark ediyoruz bu minik ayrıntıyı.
Çocukken
hep hemen büyümek isterdik ve zaten büyümüş olanlar bu isteğimizi ciddiye almazlardı.
Oysa özgürlüğü tadacaktık ve yapamadığımız her şeyi büyüyünce yapacaktık.
Nereden bilelim asıl büyüyünce yapmak istediklerimizin kısıtlamalara
uğrayacağını ve yapmak zorunda olduklarımızın artacağını? Büyüyünce, daha da
büyümekten korkacağımızı nereden bilelim? Endişe ile beklediğimiz geleceğin
gelmesini hem çok istiyor, hem de ondan korkuyoruz. Hep sonradan bildik
bunları.
Gelecekten
kaygı ile bahsediyoruz şimdi. Hâlbuki biz hayâllerimizi severdik ve onlar
pürüzsüzdü. Şimdi hayâllerimiz de pürüzlü. Defolu ürünler sepetinde bekliyor
belki biri alır diye. Biliyorum, seçeceğiz ve en temizini arayıp bulacağız ama
yaşımız otuza bile varmamışken epey yorgun hissetmek, geleceği bekleyememek ve
heves edememek çok üzücü.
Bir
tek ben olamam, görüyorum şu ölü toprağını. Köklerimiz nefes almıyor ki
çiçeklerimiz açsın. Dünya böyle bir hengâme ile geçip giderken, ne olduğunu
bile anlamadan, yorgunluğun türküsünü bile okuyamadan yeni güne besmele
çekiyoruz. Nasıl geçecek bu bıkkınlık ve nasıl bitecek şu meşhur kavgalar?
Büyüdük de hâlbuki… Peki, hâlâ konuşarak anlaşmanın yolunu bulamadık mı?
Şikâyet
etmiyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum. Belki adı konursa tahammül sınırımız
genişler. Ah şu sınırlar! Gönüller sınır tanımıyor ki, dikenli tellerden
korkmuyor. Hudut karakollarında bekletelim madem hayâllerimizi.
Kolaylaştırmak
için her şeyi yaptık asırlar boyu. Başarmak içindi hepsi. Daha mutlu, konforlu,
huzurlu olacaktık. Meselâ parayı bulduk. Put olsun diye değil, sadece ticareti
kolaylaştıracaktık. Zorlaştı. Daha kolay olsun diye uğraştığımız her şey daha
zor oldu. Teknoloji ilerledi; artık bize daha çok vakit kalacaktı. Hayatımız
zor ve vakit yok. Kendimize ayıracak vaktin bile hesabını yapıyoruz. Her şeyi
makineler yapıyor ama biz çok yorgunuz. Ürün çeşitliliği arttı, daha iyi
beslenecektik, hepimizde alerjiler, hastalıklar…
Oysa
başta böyle konuşmamıştık. Meşhur roman Momo’daki gri takım elbiseli adamlar
hayâl ürünü değilmiş meğer. Birkaç hevesi ölmemiş çocuk kurtarır mı zamanımızı
onlardan? Ve bizi?
Birilerinin
kursağında kalmamış heveslerine ve azmine ihtiyacımız var. Hoş, heveslerin ölüm
yaşı oldukça düştü. Reşit bile olamadan ölüp gidiyorlar birer birer. Sessiz
sedasız gömülüyorlar kimseler görmeden. Oysa cenaze namazı farz-ı kifaye idi.
Aklından duçar olana farz değil… Ya da intihar edenin namazı mı kılınmaz?