
BAŞLARKEN harfle başlar, sonlandırırken nokta koyarız. Konuşurken değil tabiî, yazarken. Ama nokta, başlangıcın başlangıcıdır. Konuşurken değil tabiî, yazarken.
Hazreti Ali demiş ki, “İlim bir noktaydı, cahiller onu çoğalttı”. Ve eklemiş: “Ben, ba harfinin altındaki noktayım.”
Peki, nokta bu kadar önemli de noktalama işaretleri ne işe yarar? Biraz tartışalım bunu…
Güzeller Güzeli Resûl-i Zîşân Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) şöyle buyuruyorlar: “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır.”
Hazreti Ali ne demişti? “Ben, ba harfinin altındaki noktayım.” Ve yine Hazreti ne demişti? “İlim bir noktaydı, cahiller onu çoğalttı.”
Noktayı koymadan çizgi çizemeyiz. Çizgiyi çizmeden harfi çizemeyiz. Çizgiyi çizmeden rakamı çizemeyiz. Çizgiyi çizmeden geometrik şekilleri çizemeyiz. Çizgiyi çizmeden notaları çizemeyiz. Çizgiyi çizmeden resmi yapamayız. Çizgiyi çizmeden bina yapamayız. Çizgiyi çizmeden arsayı belirleyemeyiz. Çizgiyi çizmeden tarlayı süremeyiz. Çizgiyi çizmeden yol yapamayız. Noktayı koymadan vida atamaz, çizgiyi çizmeden ayna takamayız… Nokta, her fiilin başlangıcı. Ve her cümlenin sonu nokta.
Bir daire düşünün. Adı, “İlim Şehri” olsun. Başlangıcı bir nokta olacak. İşte o nokta, dairenin içine girmek üzere açılacak tek kapı… Ba harfi, bir yarım dairenin altına konulan noktadan oluşur. Neden yarım daire? İlim şehrini bir daire olarak düşünmüştük ya, bir daireyi çizerken başlangıç noktasıyla bitiş noktasını birleştiririz. Bu dairenin alanı sonludur. Ama yarım daire sonlu değildir. Yarım dairenin iki ucu birbirinden en uzak noktaları ifade eder. Yani alanının sonu yoktur. İlim şehrinin bir kapısı var, evet. Hani şu fantastik filmlerde boyut değiştirmek üzere bir kapıdan girilir de kapının ardı bambaşka bir dünyadır ya, öyle işte. Veya Nasreddin Hoca’nın evi gibi… Kapısı vardır, hatta üzerinde kilit de vardır, ama etrafında duvar yoktur. İşte öyle!
“İlim” kelimesiyle “bilim” kelimesini öyle bir hâle getirdiler ki birbirinden farklıymış gibi bir algı oluştu. İlmi dinî bilgiler, bilimi fennî bilgiler gibi tanımladılar. Bu yüzden hukuk, tarih, coğrafya, müzik, güzel sanatlar bu tanımın dışında bırakıldı. Peki, böylece ne oldu? İnsanları uydurulmuş hukuk kurallarının içine tıkıştırdılar. Sonra hukuk kuralları büyükleri korurken küçükleri ezdi.
Ve bir de noktalama işaretleri uydurdular. Noktayı nasıl çoğaltacaklarını şaşırdılar. Bakınız, Lâtin alfabesini kullanıyoruz. Bu farkı bilelim. Fakat biz Lâtin değiliz. Toplumumuz Lâtin değil. Arapçada, İngilizcede, Almancada, Korecede, Japoncada, Çincede, Kirilde, Gürcücede, Ermenicede, Hint alfabesinde noktalama işareti yok. Büyük ve küçük harf ayrımı da yok. Eski Türkçede de büyük küçük harf ayrımı ile noktalama işaretine yer yok. Faakt Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin inkılap olarak ortaya koyduğu Lâtin alfabesiyle birlikte, sözde daha doğru yazmak adına Lâtin alfabesi ile Fransızların işgüzarlığı üzerinden öğrenilen noktalama ve telaffuzu vurgulayan ses işaretleri Türkçeye uygulandı. Her sene bir kural değiştirilir oldu. Türk Dil Kurumu’nun yaptığı bu değişiklikler her yıl öğrencilerin öğrenmesi gereken net gerçekler gibi ifade edildi. Bir yıl önce doğru olan şey, ertesi seneki sınavda kadük kaldı. İnceltme işareti olan şapka tamamen kaldırıldı, Osmanlıcaya hassasiyet gösterenler o şapkaya ve kesme işareti olan apostrofa daha çok hassasiyet gösterir oldu. Hani Lâtin alfabesine geçilerek bu millet bir günde cahil edilmişti? Lâtin alfabesine ve Lâtin işaretlerine bu bağlılık nereden geliyor?
Evet, ilim bir noktaydı ve cahiller onu çoğalttı. Biz de o cahilliğimizle çocuklarımızın daha iyi anlamalarını ve anlatmalarını sağlamak yerine onları dört soruluk ve gelecek sene yanlış olacak sorularla geçecek sınavlara tâbi tutar olduk. Vazgeçer miyiz bu işten, bilmem…