“Müminler ancak kardeştirler”

Mülteci tartışmalarının alevlendiği bugünlerin tesadüf olmadığını, zamanlamanın manidar olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Türkiye, geçişleri kontrol altına aldı ve beş yıldır yeni göç dalgası yok. Hatta gönüllü geri dönüşler başladı. Gönüllü geri dönüşler için son bir yıldır çok ciddî çalışmalar var. Türkiye’nin en başından beri savunduğu “güvenli bölge” fikri ABD ve Batılı devletlerin karşı çıkmasına rağmen fiilen devreye alındı. İşte böyle bir zamanda yapılan provokasyonların asıl nedenine dikkat etmek lâzım!

TEMELLERİ Hazreti Muhammed (sas) tarafından inşâ edilen, günümüze ışık tutan, müminlerin vahdetinin numune-i nişanı Ashab-ı Suffa’nın gülzârı, “müminlerin kardeşliği”dir.

Ensar-muhacir kardeşliğinin sırrına vâkıf olanların torunları, eman dileyenden, misafir olandan rahatsız olmazlar, olmamalıdırlar. Pak ecdadımızın medcezirinden dolayı kaybedilen topraklardan ve Evlad-ı Fatihandan bize sığınan dindaş ve milletdaşlara gösterdikleri misafirperverlik ve âl-i cenaplığa karşı çıkan mustevli Batı’nın düşman ülkeleri ve yerli mankurtların fitneleri hem can yakıyor, hem yürek burkuyor.

Bizim bakışımız, inancımızın ve tarihî mesuliyetimizin dayanak notası Kur’ân’ın ahkâmı ve Risâlet-i Resûlullah’ın veciz ifadeleriyle hayat bulan medeniyet tasavvurumuzun vadisinde istikamet bulmuştur. Biz bu mesuliyetten kaçamayız, bize yakışmayan ahvâle kalkışamayız, kem söze iltifat etmeyiz, edemeyiz. Zira tarih bizi çağırıyor, gönül coğrafyası bizi bekliyor.

Gelin, konuya ecdadımızın serlevha ettiği bir Nebevî işaretten bakalım: Asr-ı Saadet’in ilim ve kimsesizler evi Ashab-ı Suffa…

Asr-ı Saadet’te fakir ve kimsesizlerin barındığı Suffa’nın aynı zamanda bir eğitim mekânı olduğunu hatırlayalım. Mensuplarının arasında Bilâl-i Habeşî ve Selman-ı Farisî’nin, Suheyb-i Rûmî’nin bulunduğunu ve Hazreti Peygamber’in (sav) Kendisine getirilen sadakaların tamamını Suffa ehline gönderdiğini biliyor muyuz? Hazreti Muhammed’e (sas) ümmet olmanın sırrı bu değil midir?

Bu gün Suriyeliden, Afganistan’dan gelen Türkmen’den, Peştun’dan, Afrika’dan gelen inci dişli, kara yağız göçmenlerden, Pakistanlı Urdulardan ve diğer kavimlere mensup misafirlerden rahatsız olup her türlü fitneye teşne olan hâlleri ile güya Türkçülük yaptığı zannıyla kendisi de Dağıstanlı bir göçmen aileden olan zat ne yapmaya çalışıyor?

“Sessiz İstila”nın mucidi nevzuhur partinin genel başkanı ve ona tâbi olanlar, Hazreti Peygamber’in gönül dostları kadrosunda, sofrasındaki Selman-ı Farisî’nin, Suheyb-i Rûmî’nin ve Habeşli Bilâl’in ne mânâya geldiğini idrak etmiyorlar mı? Yoksa muhibbi oldukları mihrakların zaviyelerinden mi bakıyorlar konuya? Kime, neye hizmet ediyor bu cazgırlar?

Kur’ân ışığında meseleye bakalım…

Hucûrat Sûresi’nin 13’üncü ayeti, Müslümanların dünya görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandır­dıkları ayetlerden biridir. Fertler, gruplar, kavimler, ümmetler ve milletler siyâsî, kültürel, biyolojik ve coğrafî farklarla birbirlerinden ayrılırlar. Bu farklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışırlar. Ayrıca her biri kendi farkını/özelliğini bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Ayet, farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyonunu ve hikmetini onaylıyor. Ancak farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını reddediyor. İnsanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor.

Ayetteki “etka” kelimesinin içerdiği “takva” kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinmeyi ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade etmektedir. Bu hususlarla alâkalı kifayet eden bir hadisle meseleye nefes aldıralım. Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Hazreti Peygamber’ (asm), ‘Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır, asabiyet/ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulme yardımcı olmasıdır’ diye buyurdu.” (bkz. Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-zevaid, 6/244)

Bu hadîsin mânâsı şudur: Kişi, kendi yakınlarını, kendi milletini, kendi hemşehrilerini, kendi yurttaşlarını bu bağlamları sebebiyle daha fazla sevebilir, bunda bir sakınca yoktur. Tabiî ki bu sevilenlerin gerçekten sevilmeye lâyık kimseler olması şarttır. Yoksa fasık bir ırkdaşını salih bir yabancıya tercih etmek (din nokta-i nazarından bakıldığında) bir cinnettir. İşin hülâsası budur. Kur’ân’ın ahkâmı, Risâlet-i Resûlullah’ın rızası dâhilindeki ölçüye göre kavmimizi sevmek ve sahip çıkmak baş tacıdır. Ancak Kur’ân ışığında ve Risâlet-i Resûlullah’ın cevaz vermediği her türlü ırkçılık, gönlümüzün ve ruhumuzun kabul etmeyeceği, Müslüman milletimizin inkişafına aykırıdır.

20’nci yüzyılın en büyük hastalıklarından bir tanesi ırkçılık yani kavmiyetçiliktir. Hâlâ devam etmektedir. Kur’ân insanlara, kendilerinin ve ana-babalarının yaratıcısının tek Allah olduğunu ilân etti. Dolayısıyla insanlar ve milletler arasında ayrım yapmak için hiçbir sebep olmadığını bildirdi (Nisa, 1). Allah hiçbir ırkı köle, diğer ırkı ise efendi olarak yaratmamıştır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sınıflı, imtiyazlı bir toplum veya milletten bahsedildiğine dair en küçük bir eser yoktur. İslâm inancında, maddî veya manevî derecesi ne olursa olsun, hiçbir insan ırk, renk, cinsiyet, millet veya yaşadığı coğrafya sebebiyle kendini üstün görme ve diğer insanları aşağılama hakkına sahip değildir.

Hiç şüphesiz insanın şeref ve haysiyetine zarar veren hususlardan biri de ırkçılıktır. Irkçılık, belli bir ırkın doğal üstünlüğünü savunan teori ve görüştür. Irkçılık, kendi kavminden, kabilesinden olanlara ayrıcalık tanımak, onları daha üstün görmek, diğer insanlara adaletsizlik etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir. Irkçılık, toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması, bir ırkın üstünlüğünü iddia ederek diğer ırkları aşağı görmesi yüzünden İslâm tarafından kesin biçimde yasaklanmıştır.

Hiç şüphesiz insanın kavmini sevmesi kınanamaz. Allah Resulünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını hatırlayalım: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”

***             

Siyâsî veya itikadî sebeplerle gündemi işgal eden, belli mihrakların projesi olduğu kat’î olan, özelde Suriyeli sığınmacılar ve genelde yabancı düşmanlığı ile kendini gösteren, göçmenlere yönelik gayr-ı insanî söz ve fiillerin müsebbipleri ve aktörleri, sözde Arap, özde Müslüman karşıtları, meseleyi bağlamından kopararak bambaşka yerlere taşımak istiyorlar. Hatta görünürde Suriyeli göçmenlerden rahatsız olmakla birlikte, aslında Suriyelilerin öz topraklarına dönme ihtimâlinden bile rahatsız olduklarını söyleyebiliriz.

Kimi bildiği hâlde, kimilerinin de nadanların ayak oyunlarına gelerek bugün “mülteci” deyip kızılca kıyamet koparttığı insanların dedeleri ile dedelerimiz aynı ülkenin vatandaşıydı. Aynı ülkenin nüfus cüzdanını taşıyor ve aynı ülke için savaşıyorlardı. Bugün mülteci deyip her türlü hakareti yaptığımız insanlar, 100 yıl önce savaştığımız sınırlar içinde yaşıyorlardı. Şayet gücümüz yetseydi ve Mîsak-ı Millî sınırlarını gerçekleştirebilseydik, aynı ülkenin vatandaşları olurduk. Unutulmamalıdır ki, sözde Suriyelilerin geri gönderilmesini isteyenler, aslında Suriyelilerin geri dönmesini istemeyenlere hizmet ettiklerini açık bir şekilde bilmelidir. Rusya’nın Ukrayna’da yaşadığı çıkmaz nedeniyle artık eskisi kadar Esed rejimine destek veremeyeceği, hatta birliklerinin önemli bir kısmını Suriye’den çekmeye hazırlandığı bilgileri geliyor. Günümüz dünyasında tabiî ki sınırların değişmesi/değiştirilmesi mümkün de, doğru da değil ama gönül coğrafyamıza sınır örmeye çalışanları kabul etmemiz de mümkün değil. Evet, o insanlarla belki aynı sınırlar içinde tekrar aynı ülkenin vatandaşı olmamız imkân dâhilinde değil ama gönül birliğimizi örselemek isteyenlere asla müsaade etmemeliyiz. Bu yola çıkanlarla yârenlik de etmemeliyiz. Ecdadımız Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sinde de durum böyle olmuştur.

Ayrıcalıklı fikirler, kin ve nefret dolu ağız ve bakışlar, milletimizin hissiyatına tercüman değildir.

Mülteci tartışmalarının alevlendiği bugünlerin tesadüf olmadığını, zamanlamanın manidar olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Türkiye, geçişleri kontrol altına aldı ve beş yıldır yeni göç dalgası yok. Hatta gönüllü geri dönüşler başladı. Gönüllü geri dönüşler için son bir yıldır çok ciddî çalışmalar var. Türkiye’nin en başından beri savunduğu “güvenli bölge” fikri ABD ve Batılı devletlerin karşı çıkmasına rağmen fiilen devreye alındı. İşte böyle bir zamanda yapılan provokasyonların asıl nedenine dikkat etmek lâzım!

Her şeyin güllük gülistan olduğunu iddia etmiyoruz. Ne düşman düşmanlığından vazgeçti ve vazgeçecek, ne de biz dünün düşman cephesine mermi taşıyan hainleri ve içimizdeki mankurtları unutalım. Sykes-Picot çizgisinin uzantıları, Mîsak-ı Milli çizgisini aradan geçen 100 yıla rağmen hâlâ sindirebilmiş değil. Atalar ne demiş? “Kırk yıllık Yanni, olur mu Kânî?”

Milletimiz mazlumun dinini, kavmini sormaz, rengine bakmaz. Vesselâm…