
TEMELLERİ Hazreti Muhammed (sas) tarafından inşâ edilen,
günümüze ışık tutan, müminlerin vahdetinin numune-i nişanı Ashab-ı Suffa’nın
gülzârı, “müminlerin kardeşliği”dir.
Ensar-muhacir kardeşliğinin sırrına vâkıf olanların
torunları, eman dileyenden, misafir olandan rahatsız olmazlar, olmamalıdırlar.
Pak ecdadımızın medcezirinden dolayı kaybedilen topraklardan ve Evlad-ı Fatihandan
bize sığınan dindaş ve milletdaşlara gösterdikleri misafirperverlik ve âl-i cenaplığa
karşı çıkan mustevli Batı’nın düşman ülkeleri ve yerli mankurtların fitneleri
hem can yakıyor, hem yürek burkuyor.
Bizim bakışımız, inancımızın ve tarihî mesuliyetimizin
dayanak notası Kur’ân’ın ahkâmı ve Risâlet-i Resûlullah’ın veciz ifadeleriyle
hayat bulan medeniyet tasavvurumuzun vadisinde istikamet bulmuştur. Biz bu mesuliyetten
kaçamayız, bize yakışmayan ahvâle kalkışamayız, kem söze iltifat etmeyiz,
edemeyiz. Zira tarih bizi çağırıyor, gönül coğrafyası bizi bekliyor.
Gelin, konuya ecdadımızın serlevha ettiği bir Nebevî
işaretten bakalım: Asr-ı Saadet’in ilim ve kimsesizler evi Ashab-ı Suffa…
Asr-ı Saadet’te fakir ve kimsesizlerin barındığı Suffa’nın
aynı zamanda bir eğitim mekânı olduğunu hatırlayalım. Mensuplarının arasında
Bilâl-i Habeşî ve Selman-ı Farisî’nin, Suheyb-i Rûmî’nin bulunduğunu ve Hazreti
Peygamber’in (sav) Kendisine getirilen sadakaların tamamını Suffa ehline
gönderdiğini biliyor muyuz? Hazreti Muhammed’e (sas) ümmet olmanın sırrı bu
değil midir?
Bu gün Suriyeliden, Afganistan’dan gelen Türkmen’den,
Peştun’dan, Afrika’dan gelen inci dişli, kara yağız göçmenlerden, Pakistanlı
Urdulardan ve diğer kavimlere mensup misafirlerden rahatsız olup her türlü fitneye
teşne olan hâlleri ile güya Türkçülük yaptığı zannıyla kendisi de Dağıstanlı
bir göçmen aileden olan zat ne yapmaya çalışıyor?
“Sessiz İstila”nın mucidi nevzuhur partinin genel
başkanı ve ona tâbi olanlar, Hazreti Peygamber’in gönül dostları kadrosunda,
sofrasındaki Selman-ı Farisî’nin, Suheyb-i Rûmî’nin ve Habeşli Bilâl’in ne mânâya
geldiğini idrak etmiyorlar mı? Yoksa muhibbi oldukları mihrakların zaviyelerinden
mi bakıyorlar konuya? Kime, neye hizmet ediyor bu cazgırlar?
Kur’ân ışığında meseleye bakalım…
Hucûrat Sûresi’nin 13’üncü ayeti, Müslümanların dünya
görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandırdıkları ayetlerden biridir. Fertler,
gruplar, kavimler, ümmetler ve milletler siyâsî, kültürel, biyolojik ve coğrafî
farklarla birbirlerinden ayrılırlar. Bu farklara bağlı olarak farklı kimlik
sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışırlar. Ayrıca her biri kendi farkını/özelliğini
bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Ayet, farklı yaratılmanın “kimlik
edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyonunu ve hikmetini onaylıyor. Ancak
farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak
kullanılmasını reddediyor. İnsanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde
etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel
değerlere bağlıyor.
Ayetteki “etka” kelimesinin içerdiği “takva” kavramı,
evrensel değerleri, erdemleri edinmeyi ve bunların zıtlarından titizlikle
kaçınma ve sakınmayı ifade etmektedir. Bu hususlarla alâkalı kifayet eden bir hadisle
meseleye nefes aldıralım. Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Hazreti Peygamber’
(asm), ‘Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum.
‘Hayır, asabiyet/ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulme yardımcı olmasıdır’
diye buyurdu.” (bkz. Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-zevaid, 6/244)
Bu hadîsin mânâsı şudur: Kişi, kendi yakınlarını,
kendi milletini, kendi hemşehrilerini, kendi yurttaşlarını bu bağlamları
sebebiyle daha fazla sevebilir, bunda bir sakınca yoktur. Tabiî ki bu sevilenlerin
gerçekten sevilmeye lâyık kimseler olması şarttır. Yoksa fasık bir ırkdaşını salih
bir yabancıya tercih etmek (din nokta-i nazarından bakıldığında) bir cinnettir.
İşin hülâsası budur. Kur’ân’ın ahkâmı, Risâlet-i Resûlullah’ın rızası dâhilindeki
ölçüye göre kavmimizi sevmek ve sahip çıkmak baş tacıdır. Ancak Kur’ân ışığında
ve Risâlet-i Resûlullah’ın cevaz vermediği her türlü ırkçılık, gönlümüzün ve
ruhumuzun kabul etmeyeceği, Müslüman milletimizin inkişafına aykırıdır.
20’nci yüzyılın en büyük hastalıklarından bir tanesi
ırkçılık yani kavmiyetçiliktir. Hâlâ devam etmektedir. Kur’ân insanlara,
kendilerinin ve ana-babalarının yaratıcısının tek Allah olduğunu ilân etti.
Dolayısıyla insanlar ve milletler arasında ayrım yapmak için hiçbir sebep olmadığını
bildirdi (Nisa, 1). Allah hiçbir ırkı köle, diğer ırkı ise efendi olarak
yaratmamıştır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sınıflı, imtiyazlı bir toplum veya
milletten bahsedildiğine dair en küçük bir eser yoktur. İslâm inancında, maddî
veya manevî derecesi ne olursa olsun, hiçbir insan ırk, renk, cinsiyet, millet
veya yaşadığı coğrafya sebebiyle kendini üstün görme ve diğer insanları
aşağılama hakkına sahip değildir.
Hiç şüphesiz insanın şeref ve haysiyetine zarar veren
hususlardan biri de ırkçılıktır. Irkçılık, belli bir ırkın doğal üstünlüğünü
savunan teori ve görüştür. Irkçılık, kendi kavminden, kabilesinden olanlara
ayrıcalık tanımak, onları daha üstün görmek, diğer insanlara adaletsizlik
etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir. Irkçılık, toplumlar arasındaki
birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması, bir ırkın
üstünlüğünü iddia ederek diğer ırkları aşağı görmesi yüzünden İslâm tarafından
kesin biçimde yasaklanmıştır.
Hiç şüphesiz insanın kavmini sevmesi kınanamaz. Allah
Resulünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını hatırlayalım: “Ey insanlar! Rabbiniz
birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise
topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü
olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine
bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli
olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”
***
Siyâsî veya itikadî sebeplerle gündemi işgal eden, belli
mihrakların projesi olduğu kat’î olan, özelde Suriyeli sığınmacılar ve genelde
yabancı düşmanlığı ile kendini gösteren, göçmenlere yönelik gayr-ı insanî söz
ve fiillerin müsebbipleri ve aktörleri, sözde Arap, özde Müslüman karşıtları,
meseleyi bağlamından kopararak bambaşka yerlere taşımak istiyorlar. Hatta
görünürde Suriyeli göçmenlerden rahatsız olmakla birlikte, aslında
Suriyelilerin öz topraklarına dönme ihtimâlinden bile rahatsız olduklarını
söyleyebiliriz.
Kimi bildiği hâlde, kimilerinin de nadanların ayak
oyunlarına gelerek bugün “mülteci” deyip kızılca kıyamet koparttığı insanların
dedeleri ile dedelerimiz aynı ülkenin vatandaşıydı. Aynı ülkenin nüfus
cüzdanını taşıyor ve aynı ülke için savaşıyorlardı. Bugün mülteci deyip her
türlü hakareti yaptığımız insanlar, 100 yıl önce savaştığımız sınırlar içinde
yaşıyorlardı. Şayet gücümüz yetseydi ve Mîsak-ı Millî sınırlarını
gerçekleştirebilseydik, aynı ülkenin vatandaşları olurduk. Unutulmamalıdır ki,
sözde Suriyelilerin geri gönderilmesini isteyenler, aslında Suriyelilerin geri
dönmesini istemeyenlere hizmet ettiklerini açık bir şekilde bilmelidir. Rusya’nın
Ukrayna’da yaşadığı çıkmaz nedeniyle artık eskisi kadar Esed rejimine destek
veremeyeceği, hatta birliklerinin önemli bir kısmını Suriye’den çekmeye
hazırlandığı bilgileri geliyor. Günümüz dünyasında tabiî ki sınırların
değişmesi/değiştirilmesi mümkün de, doğru da değil ama gönül coğrafyamıza sınır
örmeye çalışanları kabul etmemiz de mümkün değil. Evet, o insanlarla belki aynı
sınırlar içinde tekrar aynı ülkenin vatandaşı olmamız imkân dâhilinde değil ama
gönül birliğimizi örselemek isteyenlere asla müsaade etmemeliyiz. Bu yola
çıkanlarla yârenlik de etmemeliyiz. Ecdadımız Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet
Türkiye’sinde de durum böyle olmuştur.
Ayrıcalıklı fikirler, kin ve nefret dolu ağız ve
bakışlar, milletimizin hissiyatına tercüman değildir.
Mülteci tartışmalarının alevlendiği bugünlerin tesadüf
olmadığını, zamanlamanın manidar olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.
Türkiye, geçişleri kontrol altına aldı ve beş yıldır yeni göç dalgası yok.
Hatta gönüllü geri dönüşler başladı. Gönüllü geri dönüşler için son bir yıldır
çok ciddî çalışmalar var. Türkiye’nin en başından beri savunduğu “güvenli
bölge” fikri ABD ve Batılı devletlerin karşı çıkmasına rağmen fiilen devreye alındı.
İşte böyle bir zamanda yapılan provokasyonların asıl nedenine dikkat etmek
lâzım!
Her şeyin güllük gülistan olduğunu iddia etmiyoruz. Ne
düşman düşmanlığından vazgeçti ve vazgeçecek, ne de biz dünün düşman cephesine
mermi taşıyan hainleri ve içimizdeki mankurtları unutalım. Sykes-Picot
çizgisinin uzantıları, Mîsak-ı Milli çizgisini aradan geçen 100 yıla rağmen
hâlâ sindirebilmiş değil. Atalar ne demiş? “Kırk yıllık Yanni, olur mu Kânî?”
Milletimiz mazlumun dinini, kavmini sormaz, rengine
bakmaz. Vesselâm…