Müminler ancak kardeştirler

Her mümin, dünyada haksızlığın engellenmesine, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bulunmak, bunlara ek olarak mümin kardeşler arasındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdür.

HAYAT rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerim’in Bakara (3), Âl-i İmran (3), Enfâl ve Hucurât Sûrelerinde “birlik ve kardeşlik” ile ilgili ayetler mevcuttur. Kâinatın ahengi imanlı toplulukların çokluğuna bağlıdır. İman, tüm müminleri birbirine kardeş yapan en mühim bağdır. Nesepte olmasa da dinde ve haklarının korunması hususunda birbirlerinin kardeşidirler. Bu bakımdan din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği din ayrılığı hâlinde kesintiye uğrasa da, din kardeşliği neseplerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz.

İki mümin fert veya iki mümin cemaat/topluluk bozuştuğunda hemen aralarını bulup barıştırmak, din kardeşliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan hem din kardeşliğinin gereğini yerine getirme, hem bozuşmaktan ve kavgadan uzak durma, hem de bozuşanların aralarını düzeltme noktasında Allah’tan korkmak, Allah’ın emrine göre hareket etmek, yanlış yapıp da Allah’ın cezasına uğramaktan korkmak icap eder. Ancak böylece İlâhî rahmete ermek mümkündür. Bunun dinimizdeki en beliğ/sarih şekli “uhuvvet” kavramıyla izah edilebilir. Lisan-ı münasip olur ise, bazı lâtif kelimeleri kullanmak muradımdır, hakkınızı helâl ediniz...


Hucûrat Sûresi’nin 10’uncu ayet-i celîlesinde şöyle buyurulur: “Bütün müminler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz.”

Uhuvvet ve muhabbet

Dinimiz uhuvvet (dostluk, kardeşlik, sadakat) ve muhabbet üzerine bina edilmiştir. Uhuvvet, “yegâne kültürlü, iyi yetişmiş, ahlâklı ve nazik” anlamlarını da içeren etik boyutu zengin bir kavram olarak içtimaî nizamın temeli, beşeriyetin saadet-i muhafızı ve muaşeret-i medeniyetin üssüdür. Nitekim kadim kültürümüzün mazisi olan Selçuklu ve Osmanlı’da kardeş olmanın sırrı bu ifadelerde gizlidir. Bu bakımdan her mümin, diğer mümini kardeşi gibi sever, sevmelidir.

İnsanların birbirini sevmesi dinimizin emridir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyururlar: “(Ey insanlar!) Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, içtimaî durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyleyse ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkir de edemez. Allah dış görünüşünüze, mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. (Kalbini göstererek) Takva şuradadır, takvâ şuradadır.”

Bir diğer hadisinde Efendimiz (sav), “Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması kâfidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır” buyurur ve devamında, “Sizden evvelki ümmetlerin hastalıkları size de sirayet etmiştir. Bu da haset ve kindir” der. Sarahatle belirtelim, iman ve tevhid gereğiyle (iktizasıyla), kâinata bir kardeşlik sevgisi ve şuuruyla, mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi, bütün beşeriyeti/mahlûkatı, bilhassa insanları birbiriyle bağlayan ip, ancak uhuvvettir. Çünkü iman, bütün müminleri kardeş addediyor. 

Muhabbet, uhuvvet ve vefakârlıkla meydana gelen dostlukların kıymeti pek âlîdir. Dünyanın en büyük saadetlerinden biri de dostların birbirleri ile irtibatı ve sohbetleridir. Keder ve ıstıraba düşen bir insana teselli verecek ve onun gözyaşlarını şefkat elleri ile silecek olan dostların bulunması ne büyük bir saadettir.

Hucûrat Sûresi’nin 10’uncu ayet-i celîlesinde şöyle buyurulur: “Bütün müminler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz.”

Resûlullah (sav) ise, iman kardeşliğinin hukuku ve ehemmiyetine şöyle vurgu yapar: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Müslümanlar için itikat ve inanç yolunda, ayrıca amelî meselelerde bazı darb-ı meseller ve kıssalar anlatılır. Şu misâl ne kadar ibretli ve manidardır: Seriyy-i Sa­ka­tî (ks), bir gün der­ste ta­le­be­le­ri­ne, “Müminle­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, on­lar­dan de­ğil­dir” ha­di­si­ni izah eder­ken, bir ta­le­be­si he­ye­can­la içe­ri gi­rer ve “Üs­ta­dım! Bütün ma­hal­le yan­dı, kül ol­du. Yal­nız si­zin eviniz kur­tul­du” der. Hazret, “El­ham­dü­lil­lah” diye şükreder. Otuz se­ne son­ra bir dos­tu­na, “Ben o va­kit ‘El­ham­dü­lil­lah’ de­mek­le bir an­lık da ol­sa sırf ken­di­mi düşünmüş, fe­lâ­ke­te uğ­ra­yan­la­rın ıstı­ra­bın­dan uzak kal­mış ol­dum. İşte, otuz se­ne­dir o anki gafletimin töv­be­si için­de­yim” şeklinde pişmanlığını dile getirmiştir.

Bir diğer ibretli misâlse şöyle: Evvelce bir Ortodoks olan Yaman Dede, Hazreti Mevlâna’nın Mesnevî’si bereketiyle hidayet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı olmuştu. Adeta O’nun ve ashabının ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Bir gün derste öğrencilerinden biri, “Hocam, ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?” diye sordu Yaman Dede, “Allah’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzak­laşmak ve duyarsız olmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim” dedi. İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğerkâm, rahmet ve muhabbet ufkunun enginliği budur!

Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” Yani hiçbir durumda kardeşlik hukukuna halel getirilmemelidir. Demek ki, bir kardeşimiz hatalı ve kusurlu ise yere batırılmamalı ve terk edilmemelidir. Belki o, istikbâlde yıkanıp temizlenebilir; hatta emsallerinden çok daha ileri geçip terakki edebilir. Bir kardeşimiz bir cihetle hatalı ise, bir diğeri de başka bir cihetle hatalıdır. Onlar birbirlerini hoş görüp affetmelidirler ki Allah-u Azimü’ş-Şân da (cc) onları affetsin. Bu bakımdan birbirimizin hatalarını açığa vurmamalı, daima müspet hareket etmeliyiz. Tatlı, makul, yerinde ve yumuşak bir dille konuşmalıyız.

Bir kardeşimizin kopup gitmesi, bir mücevher kaybetmemiz demektir. Hâlbuki yüz kuruşunu kaybeden bunun ıstırabını çekiyor. Bir insanın kolunu kaybetmesi ne ise, bizler için dâvâmız noktasında bir insanın kaybedilmesi de odur. Bir kardeşimiz gidince bir azamız felç olur. Günümüzde iletişim açısından kullanılan teknik aparatlardan misâl vermemiz gerekirse, bir hatip bir camide konuşur, sair camilere hoparlörle bağlanır. Böylece bir ses binlerce yerde dinlenebilir. Bir camide hoparlör bozulursa o camiye ses gitmez. Tıpkı bu amiyane misâlde olduğu gibi, her bir kardeşimiz bir hoparlör hükmündedir. Bir memlekette hizmet eden bir kardeşimizde arıza olursa, oraya sesimiz gitmez olur. Hâlbuki bizim maksadımız her camideki cemaate sesimizi duyurmaktır. Öyleyse vazifemiz, hoparlörü tamir ve muhafaza etmektir. İnsan bozulan bir alete kızmaz ve küsmez, ama belki onu tamir eder. “Niye bozuldu?” diye çekiçle ona vurursak, onu tamamen kaybedebiliriz. Bu hoparlör misâlini insanî münasebetlere teşmil edersek, kusurlu müminlere kızmaktan ziyade onları muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dâvâ ruhu bunu gerektirir. Maslahat ve akıllılık da budur.

Belki insan, görmek istemediği kendi kusurlarına insaf ve vicdan ölçüleriyle baksa, karşısındaki insanın kusurlarından daha fazla olduğunu görecektir.

Kardeş kalmak

Peygamber Efendimiz (sav) ayrıca, “Bir müminin bir müminle üç günden fazla küs durması haramdır” buyurur. Bu ihtarı düşünelim…

Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde bir zorluk ve meşakkat vardır. Ancak insanların birbirini sevmesinde ve birbirlerine muhabbet etmesinde hiçbir zorluk ve meşakkat olmadığı gibi, azim mükâfat vardır. Öyleyse Allah’ın rızasını mazhar olmak, böyle azim bir mükâfatı kazanmak, huzurlu bir hayat yaşamak, dünyevî ve uhrevî saadete nail olmak için birbirimizi Allah için sevmeliyiz. Unutmayalım ki, seven sevilir. Muhabbet ve uhuvvetin olduğu yerde huzur ve saadet vardır. Böyle bir toplumda hariçten gelebilecek fitne, fesat ve tehlikelerin de fazla tesiri olmaz. Zira orada nizam ve intizam hâkimdir; herkes birbirinin hukukuna riayet eder ve asla sadakat ve uhuvvetten ayrılmaz. Uhuvvet ve muhabbet erbabı olan bir insan, din kardeşlerini en yakın ve hakikî dost kabul eder ve onların maddî ve manevî sıkıntılarını gidermeye çalışır. Müminlerin çektikleri sıkıntı ve ıstırapları kendi ruhunda hisseder. Samimî dost olanlar, birbirlerinin ıstıraplarını ve sıkıntılarını paylaşır, kusurlarına bakmaz ve daima birbirlerinin güzel meziyetlerini nazara alırlar. Dikensiz gül olmayacağı gibi, kusursuz dost da olmaz. Kusursuz dost arayanlar dostsuz kalırlar.

Allah-u Teâlâ’nın veli kullarından İbrahim Ethem, biriyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam etti. Ayrılacakları zaman arkadaşı, “Uzun zaman arkadaşlık ettik, bir ayıbımı gördünse söyle, bir daha yapmayayım” dedi. Bunun üzerine İbrahim Ethem şöyle dedi: “Kardeşim, sende bir ayıp görmedim. Ben sana daima sevgi gözü ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor.” 

Bir dostumuzun bir hatası olduğunda onu muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dostluk ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur. Bu şekilde hareket etmek samimî dostluğun şiarıdır. Asrımızın yetmiş seksen yaşlarındaki kuşağının yakînen bildiği Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn-ü fesadın mukteziyatındandır”. Hiçbir insanın her yönü mükemmel değildir. Bu bakımdan noksan tarafları olan terk edilmemeli, aksine güler yüz, tatlı söz ve şefkatle o insanın kalbi hoşnut edilmelidir.

Mekanik örnekleri bırakıp remzi sevgi olan “gül”den bir misâl verelim: Gül ağacının gülleri dostlar, dikenleri ise düşmanlar içindir. Gül, bu mânâda gül ağacının lütfu, diken ise gazabı gibidir. Veya gül o ağacın cemali, diken ise celâli mesabesindedir. İnsan Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği cihazat ve hissiyatını o gül ağacı gibi istimal etmelidir. Ondaki adâvet, kin, haset, gurur, hırs ve gazap gibi his ve kuvveleri yerinde istimal ettiği takdirde yani onları düşmanlara karşı kullanması hâlinde onlar da gülün dikenleri gibi fayda görürler. Onları kendi kardeşlerine karşı kullanması ise büyük zararlara yol açacağı gibi, muhabbet, uhuvvet, lütuf ve tevazu gibi ulvî çiçekleri dostlar yerine düşmanlara takdim ettiği için, o çiçekleri dikenlere çevirmiş olur.


“Bir kimse, yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği hâlde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyamet gününde insanların önünde rezil rüsva eder. (…) Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder. (…) Ey kalbiyle değil de diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil rüsva eder.”

Evet, her insanın noksan tarafları, zafiyet noktaları ve bazı hoş olmayan hareketleri vardır. Zira hatasız ve noksansız insan olamaz. Belki insan, görmek istemediği kendi kusurlarına insaf ve vicdan ölçüleriyle baksa, karşısındaki insanın kusurlarından daha fazla olduğunu görecektir. Öyleyse asıl kemâl, insanın kendi kusurlarını görmesi, onların izalesine çalışması ve kalbindeki kin, nefret ve adâvet gibi hisleriyle mücadele etmesidir. Bir insana yakışan hareket, kardeşinin, dostunun veya akrabasının, varsa kusurlarının izalesine çalışmak ve onları kusurlarıyla sevmektir. Bir doktorun hastasına değil, hastalığa düşman olup onun tedavisine çalışması gibi, insanlar ve özellikle aynı gayeye hizmet eden müminler de birbirlerinin kusurlarının izalesine ve ıslahına çalışmalıdır.

Evet, kusursuz insan yoktur, olmaz da. Öyleyse noksan tarafları ve kusurları olanları terk etmek ve onları kendi başlarına bırakmak büyük bir vefasızlıktır.

Yine başka birçok hadis-i şerifte, “Bir kimse, yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği hâlde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyamet gününde insanların önünde rezil rüsva eder. (…) Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder. (…) Ey kalbiyle değil de diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil rüsva eder” ifadeleriyle kardeşliğe vurgu yapılmıştır.

Kardeşliğe hıyanet

Gösteriş, intikam hissini tatmin etmek, başkalarını küçültmek gayesiyle onlarla alay etmek, kendini büyük göstermek için başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ortaya koymak ve kıskançlık gibi şeyler gıybeti netice verir. Kardeşlik hukukunu bozan, fitneye kapı açan fiil ise “gıybet” denilen beşerî hastalıktır.

Gıybet, insanın ibadet ederek kazandığı sevapların azalmasına ve başkasının günahlarının kendine yüklenmesine sebep olur. Rivayette vardır ki, kıyamet günü bir kimsenin sevap defteri açılır, “Ya Rabbi! Dünyadayken şu ibadetleri yapmıştım. Sayfamda bunlar yazılı değil” der. O kimseye, “Onlar defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı” denilir. Yine rivayette anlatılır ki, kıyamet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır, yapmamış olduğu ibadetlerin yazılı olduğunu görür. Kendisine, Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır” buyurulur. Bu hakikatlere göre zahmet çekerek ve birçok sıkıntıya katlanarak yaptığı ibadetlerin sevabını gıybetle yok etmek, akıllı insanın işi değildir.

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Nasıl ateş odunu yer bitirir ise gıybet dahi salih amelleri ve onların sevaplarını öylece yer bitirir.”

Gıybetin günahından kurtulmak için pişmanlık duymak, tövbe etmek ve gıybet ettiği kişi ile helâlleşmek gerekir. Eğer pişmanlık duymadan helâllik istense, o zaman riya yapılmış olur. Bu da ayrı bir günahtır.

Cenab-ı Hakk, Hazret-i Musa’ya (as) vahyetmiş ki, gıybet eden kişi tövbe edip ölse bile Cennet’e girenlerin en sonuncusu olur. Gıybete devam eden ve tövbe etmeden ölen kişi de Cehennem’e en evvel gidecektir. Elhasıl, büyük bir hastalık olan gıybetin zararları nihayetsizdir. Evde, köyde ve şehirdeki bütün sıkıntıların ve huzursuzluğun sebebi gıybettir. Bütün insanlığı tehdit eden terör, fitne ve ihtilâl gibi hâdiselerin temelinde hep gıybet gibi kötü hasletler vardır.


Bir insan, başına herhangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip tövbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi?” diyerek suizan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hakk onu bu hâdiseyle imtihan ediyor” demelidir.

Vefa ve hüsnüzan

Gıybet ve kötülüğün zıddı olup “uhuvvetin” devamına vesile olan bir diğer esas ise vefadır.

Vefa; kişinin vaadine, ahdine ve yeminine sadık kalması, dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. Böyle insanlara “vefakâr” denilir. Vefa, bir Müslümanda bulunması gereken en güzel ve en faziletli meziyet ve hasletlerden biridir. Vefanın zıddı nankörlük ve yapılan iyilikleri unutmaktır. Asilzade bir kişi yapılan iyilikleri unutmaz, ahdinde ve vaadinde sadakat gösterir. Böylece vefalı olduğunu ortaya koyar. Sözünde ve vaadinde sadık olmayanlara itimat edilmez, hürmet ve muhabbet gösterilmez. Vefa, gerek ind-i İlâhîde, gerekse içtimaî hayatta insanın itibarını ve şerefini artırır. Vefa dinen, aklen ve vicdanen yerine getirilmesi vacip olan en büyük hakikatlerden biridir.

Vefa daima baş üstünde taşınan kıymettar bir taçtır. Vefa dostlukları arttırır. Vefalı insan herkes tarafından takdir edilir ve sevilir. Vefa, insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır ve Allah’a dost eder. Heyet-i içtimaiyenin maddî ve manevî yükselmesi, ahitlerin yerine getirilmesiyle mümkün olur. Hayat-ı beşeriyenin ruhu ahde vefadır. Vefasızlar dünya ve ahirette kendilerine dost bulamazlar. Her güzel ahlâkta olduğu gibi, vefada da en ileri zât, Hazreti Peygamber’dir (sav). O sözüne, şahadetine, ahdine, kefaletine ve sadakatine son derece vefalı idi.

Uhuvvetin en mühim esaslarından bir diğeri de hüsnüzandır. Hüsnüzan, bir kimse hakkında iyi niyetli olma hâlidir. Kalb-i selim ashabında bulunan bir hasse-i celildir. Zira böyle bir mümin, daima güzel düşünür ve hoş olmayan hareketleri ve hâdiseleri bile hayra yorar. Hüsnüzannın zıddı ise suizandır ki daha çok evhama mağlûp olan fertlerde bulunur ve böyle kimseler ömür boyu kalp huzuruyla yaşayamazlar.

Hüsnüzan, muhabbetin en büyük vesilesi, insanın iç güzelliğinin alâmeti, saf ve berrak kalplerin eseridir. Hüsnüzan, yüksek bir ahlâk-ı hasenedir. Bu haslete sahip olanlar başkalarının ayıplarını araştırmazlar. Hiç kimseyi bir ayıbından dolayı hakir görmezler. Şayet herhangi bir kimsede bir kusur ve hata görseler bile onu ifşa etmez, bilakis setreder, mümkün oldukça ıslahına çalışırlar. Hüsnüzan sahipleri, taş yürekli düşmanları bile insafa getirir ve onların sevgisini celbederler.

Hucûrat Sûresi’nin 12’nci ayetinde, “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın” buyurularak, insanların suizandan kaçınmaları emredilmiştir. Zira suizan ihtimâl üzerine verilmiş bir hüküm olduğundan her zaman isabetli olmaz. Söylenen veya düşünülen şey o kişide yoksa, ona iftira edilmiş olur. Bir kimsenin mevcut hâline bakarak akıbetine hükmetmek büyük bir hatadır. Zira bazı kimseler vardır ki, ömrünü zühd ve takva ile geçirdiği hâlde, akıbet bakımından iyi olmayabilir. Onun için her insan, akıbetinden daima endişe edip korku içinde olmalıdır.

Bazı kimseler de vardır ki, ekser hayatını fısk ve fücur ile geçirdiği hâlde hidayete erer ve hüsn-ü akıbete mazhar olabilir. Bu hâllerin sırr-ı hikmeti, idrakimizin fevkindedir.

Bizim yapmamız gereken, birbirimize daima hüsnüzan edip hayır ile dua etmektir. Zira “güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır”.

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da şudur: Bir insan, başına herhangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip tövbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi?” diyerek suizan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hakk onu bu hâdiseyle imtihan ediyor” demelidir.

Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi, “ismet” sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir. Cenab-ı Hakk (cc) ve Hazreti Peygamber (sav) hakkında hüsnüzan vacip, insanlar hakkında hüsnüzanda bulunmak ise sünnettir. Başkaları hakkında kötü düşünmenin ve onların hareketlerini kötüye yormanın asıl sebebi ise insanın kendisinde bulunan kötü ahlâk ve evhamdandır.

Müminler hem bütün insanlıktan, hem de iman kardeşlerinden sorumludurlar. Her mümin, dünyada haksızlığın engellenmesine, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bulunmak, bunlara ek olarak mümin kardeşler arasındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdür. Vesselâm…