
AKLA sadakatle konuşacaksak, vicdana riayetle kelâm edeceksek çok net ifade edebilirim ki, senin küfürbazın, benim küfürbazım diye iki ayrı kategori bulunmamaktadır. Zira, küfrün ve hakaretin girdiği yerden üç şey anında diskalifiye olur. İlki şudur ki; küfür, ifade eksikliğidir ve sızdığı alanda anlam namına kırıntı bırakmaz. Velev ki kıymetli anlamlarla ya da son derece haklı idealarla aynı cümle içinde bulunsun ya da sıralı cümleler olarak hitaba iştirak etsin; orada tabiatta karşılığı saptanabilen bir zerrecik anlam bulunmayacaktır. Anlam kaybının hemen ardında da haklılık firesi vuku bulur. Dünyanın en haklı insanı ve en haklı savunması/taarruzu, küfrün ve hakaretin eşlik ettiği bir diyalog ya da hitap serüveninde değer düşüklüğüne uğrar. Bütün haklı argümanlar etkisizleşir. Hem küfür/hakaret gibi tüm sözel saldırı türlerinin sayısal değeri sıfırdır. Bu sebeple sıfırı hangi değerle çarparsak çarpalım sonuç yine sıfır olacağından, haklı hakkını, değerli değerini, anlamlı anlamını yitirir. Üçüncü sırada zikredeceğim kayıp mahiyet bakımından en ehemmiyetli olanıdır: Ahlâk…
Bütün bu sıraladığım savlardan daha absürt olanı ve maşerî yıkımlara zemin hazırlayan bir başka yönü ise; senin küfürbazını ahlâk dışılıkla ve ifade özgürlüğü sınırlarını aşmakla itham ederken benim küfürbazımı ululama ve savunma temayülüdür.
Şimdi hemen bir ayetle ve ayetin tefsiriyle buraya kadarki tembihin ilahi nazardaki önemine bakalım. İsrâ Suresi 53’üncü ayette şöyle buyurulmaktadır: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; yoksa şeytan aralarına girer. Kuşkusuz şeytan insanların apaçık düşmanıdır.”
Ayetin tefsiri ise şöyle: “Ayette dolaylı bir mukayese anlamı vardır. Şöyle ki; 46-51’inci ayetlerde müşriklerin kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kibirli, kaba, alaycı ve suçlayıcı bir tavır takındıklarına işaret edilmişti. Burada ise müminlerin konuşmalarında bir güzellik ve incelik bulunması gerektiği belirtilmekte, müşriklerle ilişkilerinde ve konuşmalarında bile terbiye ve nezaket kurallarına riayet etmeleri öğütlenmektedir. Çünkü bu davranış biçimi insan olmanın bir gereğidir; ayrıca kötü söz ve davranış insanın aslî fıtratına aykırı olduğu için genellikle bu tür olumsuz söz ve davranışlar insanları tepki psikolojisine iter; böylece ayetteki ifadesiyle ‘Şeytan onların arasını bozar’.
İslâm ahlâkında Cahiliye Araplarının kaba, küstah ve alaycı tavırlarına sefeh, Müslümanların barışçı, nazik ve ağır başlı tavırlarına da hilim denmektedir. İslâm öncesi dönemin adı olan Cahiliye ilk kategorideki karakter ve zihniyeti, İslâm kelimesi de ikincisini ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber ve onun şahsında müminlere affedici olmayı, iyilik için çalışmayı ve cahillere aldırmamayı öğütleyen Araf Sûresi’nin 199’uncu ayeti, keza müminlerin ağır başlı olduklarını, kendilerine sözle sataşan cahillere ‘Selâm’ diyerek karşılık verdiklerini bildiren Furkan Sûresi’nin 63’üncü ayeti gibi örnekler bu iki karakterin ahlâkî özelliklerini ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz bunlar sadece belirli bir dönemin tipleri değildir. Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de akıl, irfan ve hikmetten yoksun olduğu için ‘sefîh’ diye anılan Cahiliye örneğindeki küstah, alaycı ve saldırgan tipler mevcuttur. Öte yandan çeşitli dönemlerde, özelikle de günümüzde ‘şeytanın aralarını bozduğu’ ve bu yüzden birbiriyle çekişen, bölünüp parçalanan Müslümanların bu duruma düşmelerinin bir sebebi de Kur’ân’ın istediği güzel söz ve davranışlardan uzaklaşmalarıdır.” (Diyanet)
Sözün en güzelini söylemek hem söz sahibinin kendi değerini korumakta hem de İslâm adına güzeli ve iyiyi temsil etmesi gereken Müslümanların kimliğini doğru bir şekilde ifade etmekte, hem de istenen anlamlar karşıya daha firesiz bir şekilde transfer edilebilmektedir. Şayet muhatabın kendisi incitici olmayan ve iyiye davet eden bir sözün kıymetini bilmese dahi, buna şahit olan kulaklardan anlamın sızması ve kalbe erişmesi ihtimali doğar. İşte İslâm’ın en büyük gayelerinden biri olan insan kazanma potansiyeli de veladetle müjdelenmiş olur. Çünkü Peygamberimiz sözün en güzelini söyler, insanları sözün mucizevi etkisi altına alırdı. Bazen karşısındaki düşman dahi onun anlamı kelâma döküşüyle, kalbinde ve ruhunda başlayan tahavvülden nasibini alırdı.
Öfke ve devamındaki tepki elbette bazı durumlarda son derece haklı olabiliyor. Bilhassa söz konusu vatan olduğunda ve zalimlerin mazlumlara yaptıkları, kalp zarını deşmeye başladığında haklı ve hakkını İlâhî hissedişten alan bir öfke tetiklenecektir. Burada zalime haksız olduğunu onun eylemleri üzerinden haklı bir anlatımla tepkiye dönüştürmekte bir beis olmasa gerek. Zira zalime “Zalimsin” demeden yaşanan bir hayatın da anlamı kayda değer olmayacaktır. Fakat toplum içinde nizamın ve huzurun tesisi de ancak iyinin ve güzelin öne çıkarılması ve övülmesi münasebetiyle mümkün olabilir. Bilhassa kaosun en fazla nizamı bozmaya tevessül edenlerce kullanışlı bir argüman olacağı da aşikâr. Bu daha ziyade ahlâkın dışında dolaşanların değirmenine su taşımak olacaktır. Daha da vahim olanı ahlâk üzere yaşamaya gayret edenleri kendine benzetmenin en kestirme yoludur.
Zalime, haine, vatanı bölmeye tevessül edene, insanların hakkına göz dikene, batılı yüceltene, değerlere dil uzatana elbette susacak değiliz. Sadece neyi savunduğumuzun bilincinde olarak, savunduğumuz değere layık bir lisan tutmak durumundayız. Herkes savunduğu değer kadar değere sahip olacağından, onu savunma şekliyle de bu değere liyakatini gösterir.
Herhâlde müminin İlâhî sınırlar içinde kullanacağı lisan ile müşrikin sınırsız ve aklın referans alınmadığı, vicdanın olaya dâhil edilmediği bir yaşamak eyleminde tercih edeceği lisan, aynı olmayacaktır. Öyleyse kim nerede duracağını, tercih edeceği lisan ve hâl ile belirleyecektir.