Mukaddes para

Para mukaddes değildir. Olmamıştır. Olamaz. Fakat parayı mukaddes kılmaya çalışanların amacı, kendi hâkimiyetlerini ebedî kılmaktır. Bunu engelleyecek tek çözüm İslâm’dadır. İslâm, güzel ahlâkı, hakkı ve sabrı tavsiye eder. Stoklamaktan beri tutar, israfı yasaklar. İsrafın olmadığı, üretimin esaslı ve kaliteli sürdürüldüğü sistemi öğütler.

“EY iman edenler, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler, insanları Allah yolundan, İslâm’a girmekten, İslâmî hayatı yaşamaktan alıkorlar, engelleyici tedbirler alırlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda, İslâm uğrunda, ferdî ve içtimaî yardımda bulunmazlar. Karşılık gözetmeden, gönüllü harcamazlar. Onlara can yakıp inleten müthiş azabı haber ver.” (Tevbe, 34)

***

Yüzüncü yılına girerken yeni bir ekonomi modelinden “Yeni Ekonomi Modeli”, ikinci yüz yıllık başlangıç vizyonunu ise “Türkiye Yüzyılı” şeklinde isimlendiren ülkemizde ekonomiyi, bizim lisanımızla iktisadı konuşmak ve bir de bunu bir dosyaya taşımak oldukça zor bir iş.

İktisadın ne demek olduğu bellidir aslında. Fakat Batı’nın sözlüğümüze kattığı “ekonomi” kelimesini iktisat gibi tanımlayamayız. Tanımlamak zor veya uzun olduğu için değil, bize uymadığından…

Adını sanını bilmediğiniz hayvan ve sebzelerden oluşan bir yemek düşünün. Bu yemek, örneğin Avrupa’da büyük bir iştahla yenilen ve hatta insanların birbirlerine tavsiye edip oldukça fazla tükettikleri bir yemek olsun. Nasıl yaklaşırdınız? Hemen tadıp tarifini alır mıydınız?

Çocukların fıtrî davranışlarından biridir; bilmedikleri yemekleri yemez, hastalandıklarında kendilerine verilen ilacı kabul edip içmezler. Hatta daha önce tadını bildikleri ilacı dahi reddettikleri olur. Bu durumdan bilinmeyen bir nesne veya olguya dair korkuyu anlatmak için bahis açmıyorum. Fıtrî bir tavrı görmemiz lâzım: “Kendine yabancı olanı doğrudan kabul etmemek ve tadını bildiğinden uzak durmak”.

Yetişkin oldukça, o eski çocuk, sırf başkaları iştahla yiyor ve birbirlerine tavsiye ediyorlar diye yeni yemekler, hatta yeni ilaçlar denemeye başlar. “Filanca söyledi; falanca yerdeki bilmem ne çorbası harikaymış, restoranın önünde kuyruklar oluyormuş” diye başlayan ifadeler, “Başım çok ağrıyordu, filanca bir ilaç verdi, hemen ağrıyı kesti” gibi cümleleri takip eder.

Türkiye’de iktisat ve ekonomi anlayışını anlamaya çalışırken, en eski Türk devletlerindeki iktisat yaklaşımlarından başlayıp son olarak Osmanlı Devleti’ni okumak ve buradan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikalarının nerelerden geldiğini yorumlamak gerekir. Bu anlamda 2022 itibariyle “Yeni Ekonomi Modeli” başlığına da buradan bir yol açılmalıdır. Bu yolun ilk kilometresinde de “para” vardır. Bu yüzden ülkemizde işleyen mevcut ekonomi araçlarını yorumlarken “para” kavramına odaklanmamız gerekiyor.

İnsanlık üretimi öğrendiğinden bu yana, dünyada enerji mücadelesi sürüyor. Daha çok altının sahibi olmak, enerjinin, dolayısıyla üretimin, teknolojinin, sağlığın, ulaşımın ve daha pek çok şeyin daha hızlı, daha mümkün ve daha kaliteli olması demek. 

“Varlığı bir dert, yokluğu yara”

Tarih bilimine göre Milât’tan önce 600’lerde Batı Anadolu’da varlık gösteren Lidyalılar parayı sistematik olarak kullandılar. Ülkemizde ortaokul ve lise müfredatına göre parayı bulanlar da Lidyalılar. Ancak uzmanlar bunun böyle olmadığını söylüyorlar. Zira gerçekler de gösteriyor ki, Lidyalılardan önce de para var.

Para, dilimize Farsçadan gelmiş bir kelime. “Pare” yani “parça” demek. Neyin parçası? Bu noktada parça, “temsil” anlamı taşıyor. Temsil ettiği şeyin parçası olarak parayı düşünelim. Para neyi temsil ediyor? Ödeme aracı olarak altını. Bu anlamda paranın diğer dillerdeki karşılıkları da önemli. İngilizcede “money”, Fransızcada “argent”, Portekizcede “dinherio”, İspanyolcada “dinero”, Arapçada “مال (mal)”, Kazak Türkçesinde “aqca”, Almancada “geld” gibi kelimelerle karşılık buluyor. Öyle enteresan ki, neredeyse her dilde birbirinden farklı seslerle tanımlanan bir varlık var karşımızda. Bizim dikkatimizi Almanca “geld”, İspanyolca (ve Portekizce) “dinero” ve Kazak Türkçesindeki “aqca” çekiyor.

İspanyolca ve Portekizceye çok eski bir gelenekle Araplarda kullanılan bir para birimi olarak “dinar” kelimesinin kendisini kabul ettirdiğini görüyoruz. Emevî etkisi olsa gerek. Kazak Türkçesinde “aqca”, bildiğimiz “akçe”. Türkiye’de uzun yıllardır kullanılmayan bu kelime, nasıl oldu da gündemimizden düştü acaba? Bu, ciddî bir tarihî ve sosyolojik bir çözümleme işi olmalı. Zira akçe, altın madenine atıf yapan bir isimdir. Lidyalılardan önce ve Lidyalılardan sonra para, mutlak surette beyaz altın yoğunluklu alaşımlardan elde ediliyordu ve son olarak Osmanlı Devleti de bu ismi kullanmıştı para için. Haydi bir lâtife yapalım, Osmanlı’da paraya “para” demiyorlardı.

Ve paraya günümüz dilleri açısından “altın” madenine atıfla yaklaşan tek dil Almanca. “Geld” kelimesinin doğrudan “gold” yani “altın” ile ifade edildiğini görüyoruz.

Altına Periyodik Cetvel’de yer verilen bir element olarak baktığımızda, Lâtince bir kelime çıkıyor karşımıza: “Aurum”. Zaten Periyodik Cetvel’de altın, “Au” simgesiyle temsil ediliyor. Ve altın, Lidyalılardan önce de, Lidyalılardan sonra da kesinlikle sermayenin, zenginliğin, varlıklı olmanın sembolü. Altının sahibi olduğu frekans boyutu ile diğer metal grubu elementlerin frekans boyutu birbirinden çok farklı ve altın, en ciddî iletken olma özelliğine sahip. Peki, iletkenlik neye yarıyor? Enerjinin aktarımına.

Alüminyum, demir, bakır ve daha pek çok metal grubu element, iletkenliğe sahip. Metal grubundaki en kaliteli yani en hızlı ve en net enerji aktarımı altın ile sağlanabiliyor. Aklımıza şu gelmeli: İnsanlık üretimi öğrendiğinden bu yana, dünyada enerji mücadelesi sürüyor. Daha çok altının sahibi olmak, enerjinin, dolayısıyla üretimin, teknolojinin, sağlığın, ulaşımın ve daha pek çok şeyin daha hızlı, daha mümkün ve daha kaliteli olması demek.

Enerjinin formülü neydi?

Enerjinin 3 temel formülü vardır:

“E=Fd”; 1 Joule enerjisi olan bir madde, 1 metreyi 1 Newton ile gidebilir.

“E=mc2”; 1 kilogram kütlesi olan bir maddenin ışık hızının karesinin sayısal değeri kadar (Joule) enerjisi vardır.

“E=Pt”; 1 Joule enerjisi olan bir madde, 1 saniye boyunca 1 Wattlık güç uygulayabilir.

Fizikte, enerjinin önemi için ilk sebep, enerjinin korunma özelliğidir. Enerjinin Korunumu Yasası şöyle söyler: Enerji ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir, sadece farklı biçimlere dönüştürülebilir. Enerjinin bir hacim alanı içerisindeki bütün biçimlerinin toplamı, sadece o hacme giren ya da o hacimden çıkan enerji miktarı ile değiştirilebilir.

Üç formüle de dikkat edelim. Üç formülde de enerjinin zamana ayarlı olduğunu görüyoruz. Yani enerji bize zaman kazandırır. Altın, diğer iletkenlerden ileri bir özelliğe sahip olarak diğerlerine göre daha yüksek enerjiyi sağlar ve zaman bakımından ona sahip olanı öne geçirir. Bugün yok, ama Mısır’daki ehramların tepelerinde altından kapaklar vardı. Neden? Ve o kapaklar şimdi neredeler?

Modern ekonomi çağına geçilene dek para basımını devletler yapıyordu. Devlet, kendi zenginliğince altın, gümüş, bronz ya da hem bu üç maddenin bulunduğu, hem de başka maddelerin katıldığı alaşımlarla para darp ediyordu. Bu anlamda para, madenî ve nakdîydi. Yani mutlak surette ortadaydı, gözle görülüp elle tutulabilirdi. Tek sorun, bu darbın kısıtlı olmasıydı. Zira altın ve diğer madenler kısıtlı bulunabildiği gibi, darp da kısıtlıydı. Bu da herkesin bu paraya yüksek miktarda sahip olamaması sorununu doğuruyordu. Bu yüzden takas usulü kullanılıyordu.  

Aslında bugünü değerlendirdiğimizde de karşımıza bu sorunun yansıması çıkıyor. Öyle ya, bankaların Kısmî Rezerv Sistemi’nde kredi vermek suretiyle yarattıkları sanal para, kaydî paradır. “Borca Dayalı Para Sistemi” denen mevcut küresel finans sisteminde piyasadaki paralar içinde fiziksel para yüzde 10’luk kısmı oluştururken, kaydî para ise yüzde 90’lık kısımdır. Yani piyasadaki paranın yüzde 90’ı bankalarca “sadece” basılmaktadır.

Bugün modern anlamda işletilen dünya ekonomisinin de para orijini altın. Belirttiğimiz gibi, daha önce devletler basıyordu ama bugün merkez bankalarının bastıkları paralar var ki her biri karşılığında altın rezervleri oluşturuluyor. Bu durumu temellendirense ABD. Konuyu geniş bir çerçeveye alarak şöyle izah edelim:

Para, “mal para” ve “itibarî (temsilî) para” olmak üzere ikiye ayrılır. Mal para, hem mal olarak kullanıldığında bir değere sahip olan, hem de değişim aracı olarak kullanılabilen nesnelere denir. Buna en iyi örnek altın paradır ve ikiye ayrılır: Tek maden sistemi ve çift maden sistemi.

Tek maden sisteminin ilk alt başlığında altın sikke sistemi vardır. Tek maden sisteminde altın, madenî para birimi olarak görülür. Altın sikke sistemindeyse madenî paralar ödeme aracıdır ve altınla değiş tokuş edilebilen banknotlar da tedavülde yer alır. İkinci olarak altın külçe sistemindeyse tedavülde altın yerine ödeme aracı olarak banknotlar ve madenî paralar kullanılır. Ancak bu paralar karşılığında altın, merkez bankasında rezerv olarak tutulur. Bu sistemlere bir alternatif olarak, “Bretton-Woods Sistemi” ismiyle bilinen altın kambiyo sistemi öne sürülmüştür. Buna göre merkez bankası rezervleri, altın ve parası altına endeksli diğer ülkelerin dövizlerinden oluşur. Fakat bu sistem, 1971’de ABD’nin dolar karşılığında altın vermeyeceğini açıklamasıyla son bulmuştur.

Çift maden sistemine gelince… Çift metal para sisteminde her iki metal arasında sabit bir döviz kuru ilişkisi vardır. Buradaki sorun, metaller arası değişen kıtlık durumuna göre nominalin gerçek değişim ilişkisinden farklılaşabilmesidir. 

Altınla konvertibilitesi (çevrilebilmesi) mümkün olmayan kâğıt paraların ödeme gücü artırılabilir. Günümüzde para miktarını her devletin kendi bağımsız merkez bankası kontrol etmektedir. Nakit paranın altın ya da döviz rezervleriyle değişimi olanaksızdır. 1971’de ABD Başkanı Richard Nixon’un Amerikan dolarının altın karşılığını kaldırmasıyla birlikte modern siyâsî iktisatta paraların tamamına yakını kâğıt paraya dönüşmüştür. İşte burada iktisadî düşünce okullarından olan Avusturya ekolünün kullandığı “itibarî para” (fiat money) terimi yerini almıştır.

Madem herkes altına ulaşamayacak, öyleyse varlık yani altının sahipleri, kendilerinin ya da yetkilendirdiklerinin imzalarını taşıyan senetleri kendileri adına bütün insanlar arasında döndürebilirler. Sistem bu yönde işler. Peki, bu nereden akıllarına geldi dersiniz?

Banknot biçimindeki kâğıt para ilk defa Çin’de kullanılmaya başlanmış. 618’den 1279 yılına kadar uzun bir geçerlilik süresi olmuş bu kullanımın. Bu sayede kâğıt para kısıtlı bir bölgede de olsa tacirlerin tuz alım satımını kolaylaştırmış. Banknot basımı kamulaştırılsa da zamanla pek çok bölgesel para ortaya çıkmış. Toplu kâğıt basımı ise 11’inci yüzyılda matbaanın icadıyla gerçekleşmiş.

1661 yılında Avrupa’da ilk kez İsveç’te resmî kâğıt para tedavüle girmiş. İsveç zengin bakır rezervlerine sahipti ancak bakır demir paralarının nominal değeri düşüktü. Yani bir altın etkisine sahip değildi. Bu nedenle aşırı derecede büyük ve epey ağır demir paralar dökülmesi gerekiyordu. Çözüm banknottaydı. Banknot kullanımının kredi verme, altın ve gümüşün transferindeki risklerin ortadan kalkması gibi pek çok olumlu etkisi oldu. Buna ek olarak şirketlerden hisse senedi alabilme olanağı da doğdu. Ancak olumsuz yanlar da söz konusuydu. Hükûmetler malî ihtiyaçlarını hemen karşılamak üzere sınırsız boyutta para basabiliyordu. Çünkü değerli madenlerle kesin belirlenmiş değere sahip paranın aksine, banknotların belirli bir değeri bulunmuyordu. Bu gelişmeyle birlikte de yüksek enflasyon gibi bir olgu dünyaya geldi.

Buraya kadar anlattığımız ve özellikle ABD eliyle geliştirilen sistemin “kaydî para” ekseninde döndüğünü ve bunun da karşılığında altın gösterilmeyen/rezerv edilmeyen bir dümen olduğunu yani “karşılıksız çek veya karşılıksız senet” gibi tanımlayacağımız bir hilenin devletlerce güdüldüğünü görüyoruz. Peki, karşılığı olmayan bu para bir süre dolaştırıldıktan sonra nasıl toparlanmalı ki altının sahiplerine karşılık verilebilsin?

Cevap faiz, vergi, bankacılık ve (bence özellikle) sigortacılık işleyişinde! (Daha sonra bir “sigortacılık” dosyası ele alınacaktır.)

Faize bakarken içine düşülen yanlışlık

Faiz konusu herkesin gündeminde. Toplumsal anlamda bu konunun izahını net şekilde yapabilmiş değiliz. Ne şekilde faiz alındığını, ne şekilde faiz ödendiğini dahi kestirebilmiş değiliz. Bu yüzden son dönemde indirilen ve tek haneli bir rakama getirilen Türkiye’deki politika faizine karşı neden bir mücadele başlatıldığını Türkiye’deki akademi çevreleri de, ekonomi uzmanları da anlamadılar. Bu, şuna benziyor: Baba, evdeki elektronik cihazı açamaz veya kullanırken bir problem oluşur, hemen çocuğuna başvurup yardım ister. Çocuk durumu çözer. Baba çocuğunun bu problemi çözmesine hayret ederken, çocuksa babasının problemi neden anlamadığına hayret eder. Yıllar geçer ve o çocuk büyür, evdeki elektronik cihazı açamaz veya kullanırken bir problemle karşılaşır. Derhâl çocuğuna başvurur. Ancak aklına babası gelir.

Bizim akademi ve ekonomi çevresinin anlamadığı bu. İşin tuhafı, babaları akıllarına da gelmiyor!

Faiz, insanlık adına genel bir sorun ve tarih boyunca işlenmiş bir eylem. Hüviyetini hiç değiştirmemiş. Anlaşılması kolay olsa da bugünün bankacılık sistemi nedeniyle idrak edilemiyor.

Bir soru soralım: Faiz vermek nedir?

Faiz vermek, borçlu kişinin borcunu ödemesi değildir. Yani faiz vermek, bir ödeme değildir. Faiz vermek, kendisine para emanet edilen tarafın, kendisine para emanet edilmesi üzerine taahhütte bulunduğu karşılığı ayırmasıdır. Böylece parasını emanet eden ve bu paranın işletilmesine izin veren kişi, ayrılan karşılığı alır. Bu süreçte parasını emanet eden kişi herhangi bir ticaret yapmaz, katma değer veya mamul üretmez.

Bir soru daha soralım: Faiz almak nedir?

Faiz almak, borçlanacak kişinin borç alması değildir. Yani faiz almak, borç değildir. Faiz almak, borç para talep edenden, ödeyeceği miktarın kendisine verilen borçtan daha fazlası olacağını haber verip ödeme taahhüdü alarak borç verilen miktardan daha fazlasını tahsil etmektir. Böylece borç veren, aslında borç vermemiş, sahibi olduğu parayı satmış olur. Sözde bir ticaret vardır, ancak ne ürün, ne de katma değer vardır.

Faiz, bu anlamda karşılıksız para basımı için zemin hazırlar. Karşılıksız paranın enflasyona sebep olduğunu birkaç paragraf önce ifade etmiştik. Ve biz, işte bu iki ögeye karşı mücadele veriyoruz Devlet olarak.

Gelelim vergi konusuna…

İktisat biliminin kıt kaynakları en doğru şekilde harcamak olduğunu sıralayan akademi, kıt kaynakları kıt bir ömre sahip insanın tüketeceğini görmezden gelir. 

Kıtlık, vergi ve zekât

Dosyamıza başlamadan önce oluşturduğumuz taslağın en başına, dosyanın da ismi olan “Mukaddes Para” ifadesini yerleştirmiştim. Konu vergi olunca, Türkiye’de maliye ile ilgili bütün kurumlarda şu söze rastlanır: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.”

Türkiye’de resmî kurumların her birinde, Gazi Mustafa Kemal’in o kurumun alanına ilişkin bir sözü bulunur. Maliye ve ona bağlı kurumlarda da “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” şeklindeki söz tüm duvarlarda, hatta bina mantosunda bile bulunur. Ancak bu söz, Gazi’ye ait değildir. 1971’de kullanılmaya başlanan bir detaydır ve hesap uzmanı olan Erdoğan Nirun’a aittir. Finansman Kanunu çalışmalarında dâhli bulunan Nirun, kendi ciddiyetini devlet üzerinden vatandaşa göstermiştir.

Bu söz, Maliye kurumlarının duvarlarında ilk kullanıldığı dönemde oldukça sert tepkiler almış olmasına rağmen kaldırılmamıştır. Dönemin gazeteleri, “Bu neyin kutsallığı? Kur’ân’da böyle bir hüküm yok; Tevrat’tan mı, İncil’den mi bunu çıkarttınız?” şeklinde haberlerle kamuoyundaki karşılığı yansıtmışlardır. Ancak bu sözün kaldırılması bir yana, seküler anlamda bir kutsallık diktası kurduğu da anlaşılabilir. 1980’li yıllarda başlayan “Önce alışveriş, sonra fiş” kampanyalarıyla vergi rekortmenleri belirleyen Devlet, en çok vergi vereni bu kutsallığa en çok hizmet eden kutsallar gibi tanıtmaktan çekinmemiştir. Bu anlamda Matild Manukyan’ın genelev işletmeleri üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en sadık vatandaşı olduğunu yine o dönemin devleti afişe etmiştir.

Vergilendirilmiş kazancın kutsallığı, bir tür “Haracını verirsen ne yaptığına karışmam. Hatta sana alanlar açarım” gibi bir zemin oluşturuyordu. Ve bu ülkede bu söylemler üzerine vergi vermek algı bakımından büyük yanılgıları doğurdu. Üretici kendisine dayatılan vergi türleriyle nasıl boğuşacağını şaşırınca, kendisine muhasebeci olarak “en düşük, hatta hiç vergi ödetmeyecek” müşavirleri arar oldu. Bu da işçinin ve memurun sırtına yük oldu. İşçi ve memur kesimi, doğrudan ödemediği fakat maaşlarından kesilen vergilerle koskoca bir ülkenin gelir damarı hâline geldi. Bu da işçi ve memurun, cebine yansımayan geliri başka yollarla bulma girişimlerini artırdı. Hayır, rüşvet ve rant yollarından bahsetmiyorum. Daha doğrusu, sadece bunlardan bahsetmiyorum. Bu ülkede yüzde 44 faiz verdiğini reklâm reklâm pazarlayan bankaları hatırlar mısınız? Yeni nesil hatırlamaz, çünkü battılar. Daha doğrusu, hortumlandılar. Ekonomik krizin nasıl olduğunu bu yüzden yeni nesil bilmiyor. Ama anlamak da istemiyor. Onlar istemeyince anlatmak isteyen de bulunmuyor.

Verginin vatandaşa yol, su, elektrik olarak döndüğü söylenir. Hatta hâddini aşan bir diyalogdur ki, devlet dairesindeki memura sinirlenen vatandaş, “Benim vergimle maaşını alıyorsun” diye çıkışır. Ancak memur şöyle bir cevap vermez: “Hayır, ben kendi verdiğim vergiden maaş alıyorum!” Aslında bir memur veya işçinin tümden gelen bir yaklaşımla böyle bir detay düşünmeye hakkı vardır. Zira bu bir gerçekliktir.

Daha acı durumsa şurada ortaya çıkar: Vergi ödeyen bir vatandaş, devletten alacağı bir ödemeyi (ihale geliri, proje geliri vesaire) devletin kasasından alacağını düşünür ama o kasanın nasıl dolduğunu unutur. Hatta işçi ve memur bunu daha çok unutarak içinde bulunduğu kurumun varlıklarını aşırıya kaçarak kullanabilir. Var olan algı, devletin topladığı vergileri devleti yönetenlerin harcadığı yönündedir. Fakat diğer küçük detaylar akla gelmez. Fark edilmelidir ki, her çok azdan olur.

Vergi ödemek nedeniyle sağlık, ulaşım, eğitim, teknoloji, temel tüketim gibi alanlarda hizmet beklemek haktır. Fakat bu hakkın bir ideolojik sistem nedeniyle bütün dünyada geçerli olduğunu zannetmek büyük bir yanlıştır. Öyle ya, her hak helâl değildir. Bu yanlış nedeniyle Türkiye’de vergi ile zekât dahi birbirine karıştırılmaktadır.

İslâm’da vergi düzeni yoktur. Ancak İslâm, zekâtını ödemeyene savaş açılmasını dahi tavsiye etmiştir. Burada söz konusu işleyişin detaylarına sosyolojik açıdan bakmamız gerekir.

Kapitalist sistem, tüketimi teşvik eder. En başta altından bahsetmiş ve enerji formülünden yola çıkarak altın ile zaman arasında bir bağ kurmuştuk. Zaman, satın alınamayan en önemli gerçekliktir. Bu yüzden boy, kilo, alan, hacim, elektrik, gaz, gıda, sağlık ve yeryüzündeki her konuda yapılacak ölçümlerin ölçüleri zamana kıyasladır. Standartlar zamana oranlıdır. Somut ve soyut her başlık zamanla ölçülür.

Bir hekim, bebeğin boyunu zamana oranlayarak ölçer; kilosunu da. Bir matematik problemi düşünelim; problemdeki havuzu kaç musluk ne kadar sürede doldurur? Paralel akıma sahip bir elektrik devresi mi elektriği daha kısa sürede iletir, yoksa basit devre mi? Bakır mı daha hızlı iletir, alüminyum mu? Geçen sene kestiğiniz kurbanın eti kaç ayı çıkarttı? 30’luk bir koli yumurta kaç gün yeter? Doktor, hastasına, ne kadar daha yaşayabileceğini söyler? Ankara’nın barajları ne kadar doludur da Ankara kaç yıl daha susuz kalmaz?

Tüketilecek her ürün, insanın hayatta kalacağı süreye dair fayda verir. Yediği yemeğe şükrederken “Hamdolsun, bugün de doyduk” diyen birinin kaynakların kıtlığından bahsetmesi, aslında içinde yaşadığı tezadı gösterir. Zira iktisat biliminin kıt kaynakları en doğru şekilde harcamak olduğunu sıralayan akademi, kıt kaynakları kıt bir ömre sahip insanın tüketeceğini görmezden gelir.

Her gün bakkala gidip iki (veya üç) yumurta alan her aile, o gün için taze yumurta tükettiği gibi bakkaldaki çürüme ve bayatlamanın önüne geçerken, birdenbire kaynakların kıtlığı psikozuyla stoklamaya girişmeye başladı Türkiye’de. İşte, bugün o daha ucuza sattığını zannettiği marketleri stokçulukla suçluyor bu ülkenin insanları! Ve sadece yumurta, yağ, peynir, et, kurubaklagil stoklamadı bu ülkenin insanları; ev, dükkân, araba da stoklar oldu. Hem de borçlarını ödemek yerine ötelemeyi göze alarak!

Marketten elde ettiği kazançla, tedarikçiye borcunu ödemek yerine inşaat sektörüne girenler gördük. Banka kredisiyle tatile gidenler gördük. Vergisini ödemek yerine “Nasılsa barış çıkar” diyerek rahat davrananlar gördük. Ve tüm bunların yanında, Devlet’ten ödeyip ödemediği bilinmeyen vergiyi bahane ederek her türlü hizmeti talep eden insanlar gördük.

Hâlbuki öleceğiz. Bir an aldığımız nefesi veremeyeceğimizi, bir an verdiğimiz nefesi alamayacağımızı bilmek yerine biriktirmeye, hem de kendimiz için biriktirdiğimizi zannetmeye devam ediyoruz. Hâlbuki yıllarca biriktiren babaya bir evlât veriliyor, o da bir çırpıda bütün biriktirilenleri yitiriyor. Zekâtı ise asla düşünmüyor.

Zekâtın nasıl bir müessese olduğunu işte burada bir tahayyülle anlatmamız lâzım…

Öncelikle zekâtı vergiden ayıran en belirgin özellik şudur: Az önce bahsettik, vergi ödeyen kişi karşılık bekler. Zekât ise karşılıksızdır. Bir kimse, verdiği zekâttan ötürü sevap dahi bekliyorsa hatadadır. 

Allah’ın herkesi zengin kılması mümkündür. Herkesi fakir kılması da mümkündür. Ancak imtihanda olduğumuzu her detayda hatırlatır bize. Kimini kimine rızık bakımından yüksekte tuttuğunu belirtir ayetleriyle. Bir zengin kula varlığı emanet ederek diğerlerine dağıtmasını ister. Hani bir öğretmenin öğrencilerden birini çağırıp elindeki kâğıtları diğer tüm öğrencilere dağıtmasını istemesi gibi… Bunu hakkıyla yapan öğrenciye daima güvenip her zaman onu görevlendirebilir. Veya daha sonra başka bir öğrenciyi seçip bu görevi ona da verebilir. Öğrenci kâğıtları dağıtmıyorsa sorun vardır. Öğretmen bir daha o öğrenciden böyle bir işi yapmasını istemez. Varlığın emanet edilmesi ve bu görevin süreklilik kazanmasının veya birden kesilmesinin izahı bu şekilde yapılabilir.

Fakat toplumsal anlamda paranın sahipleri, paralarını mukaddes görmeye başladıkça kendilerini de mukaddes saymaya başladılar. Herhangi bir mahallede bir veya birden fazla, diğerlerine göre durumu daha iyi yaşayanlar olur, mahallede parasal bir problemi olana o kimseler kol kanat gererlerdi. Fakat artık mahalleler ya zengin, ya fakir. Zira zenginler, kendi gettolarını oluşturur oldular. Yanı başlarında fakir görmedikleri için herkesin kendileri gibi yaşadığını zannetmeye başladılar. Kurban Bayramı’nda “Pay verecek adam bulamıyorum” diyenlerle Ramazan ayında “Zekât verecek kimse yok, bir derneğe verdim” diyenler aynı zihnin ikizleri.

Örnek çözüm

Peki, bunca izahla nereye varmaya çalıştık?

Ekonomi veya iktisat üzerinden bir otoritenin varlığını sürdürmesi ve sahip olduğu gücü toplumlar üzerinde dikta etmesi amaçlanmıştır. İslâm ise otoriteyi değil, insanı yaşatma çabasındadır.   

Para mukaddes değildir. Olmamıştır. Olamaz. Fakat parayı mukaddes kılmaya çalışanların amacı, kendi hâkimiyetlerini ebedî kılmaktır. Bunu engelleyecek tek çözüm İslâm’dadır. İslâm, güzel ahlâkı, hakkı ve sabrı tavsiye eder. Stoklamaktan beri tutar, israfı yasaklar. İsrafın olmadığı, üretimin esaslı ve kaliteli sürdürüldüğü sistemi öğütler.

Her devletin vergi sistemi mutlaka olmalıdır. Fakat bu, sadece üzerine kurulu olduğu milletin güvenliğini sağlamak için şarttır. Her evin, her dükkânın önünü temizlediği, hiçbir esnafın haksız kazanç elde etmeye çalışmadığı ve ahlâkla satış yaptığı bir şehirde/ülkede temizlik, asfalt, zabıta, denetim veya mahkeme hizmeti vermeye gerek kalmaz.

Elbette bu söylediğimiz bir ideali anlatır. Böyle bir toplumdan yamuk ve çürükler de çıkar. Fakat toplumun ahlâkı dengeyi sağlar, yaptırım dahi uygular. Bu anlamda bir inkılap devleti olan Selçuklu’nun ikta, ahi ve bacı sistemlerinin yanı sıra medrese yönetimine özellikle odaklanılması şarttır. Zira Selçuklu bu sistemi öyle detaylı ve ahlâklı kurmuştur ki kendi devrindeki diğer devletlere ve kendisinden sonrakilere örnek olmuş, İngiltere ve ABD’ye ilham vermiştir. Bu plânda ayrıca “altın” detayına muhakkak dikkat edilmeli, ülkemizdeki kaynaklar tıpkı doğalgaz ve petrol arama çalışmalarıyla gerçekleştirildiği gibi yeniden yapılandırılarak özenle tespit edilmelidir.

Son söz

Zaman satın alınamaz. Para ise mukaddes değildir. Mukaddes olan, zamanın satın alınamayacağını idrak ederek Hakk’a teslim olan eşref-i mahlûkattır. Onu yaşatmak için, içinde bulunduğu mevcut sistemden onu kurtarmak gerçeğini arz etmek elzemdir.

 

https://tr.wikipedia.org/wiki/Enerji

https://tr.wikipedia.org/wiki/Para