Müjdeler olsun, Hazreti Yûsuf’un kokusu geliyor!

O gafil müminlerin kudretli sandıkları bu Z/zait unsurlar, taçlı belânın sadmesiyle ortadan kalkacak ve Hak Yûsuf’unun gömleğinin kokusu, medeniyet Yakûb’umuzun sınırlarında belirir belirmez Yakûb’umuz, “Müjdeler olsun, Yûsuf’un kokusu geliyor!” diye bağıracak ve iki hasretlik, İlây-ı Kelîmetullah sancağı altında bir kez daha buluşacaklardır. Artık başkalarının kurduğu bir dünyaya değil, kendi kurduğumuz bir dünyaya göz açacağız.

KUR’ÂN-ı Kerîm’de “kıssaların en güzeli” ismiyle anılan Yûsuf Sûresi, hem zâhiri, hem de bâtınıyla inanan toplumlar için ümit, iman, sevinç ve müjdelerle dolu iletiler sunar. Bu sûrenin nüzul sebepleri içerisinde en kabul göreni, müminler üzerinde Kureyş’in baskı ve zulümlerinin en şiddetli biçimde uygulandığı dönemde nazil olmasıdır.

Bu kıssanın en temel iletisi, zulüm ve baskı altındaki müminlere, terahlarının ferahla sonuçlanacağı müjdesini vermesidir.

Yûsuf Sûresi için, “Her yönden kuşatılan ve bunaltılan birey ve toplumlar için müjdenin sûrete bürünmüş biçimidir” dersek yanıltıcı olmaz.

Bu sûrenin Yûsuf’un üç gömleği ile temsil edilen üç aşaması vardır. Her aşamada Hazreti Yûsuf, üzerindeki bir gömleği kaybeder, ancak müjdeli ve yepyeni bir gömlek giyer. Bu gömleklerden ilk ikisini iradesi dışında kaybeden Hazreti Yûsuf, üçüncü gömleği kendi rızâsıyla çıkarır.

Birinci aşama

Kardeşleri, Hazreti Yûsuf’un beşer gömleğini yırtarak onu zulüm kuyusuna atarlar. Ancak Hazreti Yûsuf’a kuyuya atıldığında vahiy geldiği için, Hazreti Yûsuf beşer olarak düştüğü kuyudan peygamberlik müjdesiyle çıkar.

Görünüşte kardeşlerinin zulüm eliyle şer kuyusuna atılan Hazreti Yûsuf’un kuyu macerasının sonu, peygamberlik gibi bir hayra dönüşerek mutlu son ile biter.

İkinci aşama

Bir kervan tarafından kuyudan çıkarılan Hazreti Yûsuf, güzellik nimeti vesilesiyle köle olarak Mısır azizinin sarayına getirilir. Bu sarayda efendisinin hanımının hizmetine verilirerek yeni bir gömlek giydirilir: Hizmet ve sadâkat…

Ancak olayların eli, Züleyha sûretine bürünerek Yûsuf’un hizmet ve sadâkat gömleğini iftira eliyle yırtar. Hizmet ve sadâkat gömleği yırtılan Yûsuf, iftira zindanına düşer. Lâkin bu şer zindanında Hazreti Yûsuf’a kurtuluş müjdesi olarak özel bir hayr olan “özge bir ilim ve hikmet” öğretilir: Rüya yorumu…

Neredeyse zindanda unutulan Hazreti Yûsuf’un imdadına Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, Mısır Melîkinin gördüğü meşhur rüya kılığında yetişir. Melik, bu kâbuslu rüyasında yedi kuru başağın yedi dolgun başağı ve yedi arık sığırın yedi semiz sığırı yediğini görmüştür.

Bu rüyayı hiçbir uzmanın yoramaması üzerine aklına zindandaki Hazreti Yûsuf gelir. Hazreti Yûsuf bu rüyayı yedi bolluk yılını izleyen yedi kıtlık yılı olarak isabetle tabir edince, yırtılan hizmet ve sadâkat gömleğinin mükâfatı olarak devlet ve azizlik gömleği giyer.

Hazreti Yûsuf “Mısır azizi” olduktan sonra hemen hemen bütün işlerin kendi uhdesine verilmesi netîcesinde kudretli Mısır Devleti’ni fiilen yönetmeye başlar.

Üçüncü aşama

Bu aşama, rızâ aşamasıdır. Bu aşamada Hazreti Yûsuf, hikmet ve devlet gömleğini bizzat çıkarıp bir müjdeciye verir ve babası Hazreti Yakûb’un kör olan gözlerinin açılması için Kenan diyârına gönderir. Hazreti Yûsuf’un üstünden çıkarıp babasına gönderdiği gömlek, hikmet ve devlet gömleğidir.

Bu şifâlı gömleği çıkaran Hazreti Yûsuf, yerine hasret gömleği giyer. Bu yeni gömlek, bir çocuk olarak şefkat kucağından ayrıldığı babasına yıllardır duyduğu hasreti temsil etmektedir.

Bu yazıyı yazmamızın nedeni, Hazreti Yûsuf’un üçüncü gömleği ile alâkalıdır.

Gömlek Kenan diyârına bir müjdeciyle gönderilir ve müjdeci Kenan ülkesine yaklaştığında Hazreti Yakûb, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” der. Yanındakiler de “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” diyerek Yakûb’un firâsetinden kuşku duyarlar. Ancak, “Müjdeci gelip gömleği Yakûb’un yüzüne koyunca gözleri açılıverir. Yakûb, ‘‘Ben size Allah tarafından sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim’ demedim mi?’” (Yûsuf, 94-96) diye mukabelede bulunur.

Böylelikle Hazreti Yûsuf’un tâze bir bahar müjdesi gibi gelen kokusu, onun yaralı gönlünün hazânını bahara, hüznünü de feraha tebdil eder.

Bu kutlu olayı, Hazreti Yakûb’un, Hazreti Yûsuf’un kaybından beri üzerinden hiç çıkarmadığı hasret gömleği ile Mısır’a yol alışı izler. Aynı gömlek, babasının yolunu bekleyen Hazreti Yûsuf’da da vardır. Netîcede iki hasret gömleği bir araya gelir ve tek gömleğe dönüşür: Vuslat…

Bütün ailenin giydiği bu yeni gömlekte vaat edilen müjde, bir devlet ve vuslat olarak gerçekleşir. Baba ve oğulun hasreti bir özge nimete dönüşerek yeni bir hayat bulur.

Şimdi aziz okuyucularımız, bu kıssanın aşamalarını neye binaen anlattığımızı soracaklardır…

Efendim, rüyadaki bu aşamaları ve şahısları sembolik ve bâtınî boyutta ele alırsak, niye anlattığımız açıklık kazanacaktır.

Kıssadaki Hazreti Yakûb, bizim ayrılmak zorunda bırakıldığımız tarihimiz, dilimiz, kültürümüz, irfanımız, hâsılı medeniyetimizdir. Hazreti Yûsuf da bin yıllık baba ocağından ayrılmak zorunda bırakılan mahzun ülkemizdir.

Evet, bizim sancağını taşıdığımız, serdarı olduğumuz, hükmünü yürüttüğümüz bir dinimiz ve bu dinin içinden yükselen bir medeniyetimiz vardı. Bu din ve medeniyetin değerlerini ve müjdelediği kurtuluşu bütün insanlığa ulaştırmak gibi Rahmânî bir vazifemiz vardı.

Biz, bu Rahmânî vazife için seçilmiş ve müjdelenmiş bir kavimdik. Bu uğurda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için nice cansiperane ve nice fedâkârâne görev yaptık. Vazifemizdeki bu ihlâsımız bizi, medeniyet Yakûb’umuzun en muteber evlâdı yaptı.

Ne var ki, bir gün öz ve üvey din kardeşlerimiz, kıskançlık ve gafletleri sebebiyle, küffar ile iş birliği yaparak hizmet ve sadâkat gömleğimizi yırttılar ve bizi bir ihanet kuyusu ve vefâsızlık zindanına attılar.

Bizi bu kuyu ve zindana atanlar, bazen öz ya da üvey, aynı evde büyüdüğümüz kardeşlerimiz, bazen de Züleyha diye hizmetinde kusur etmediğimiz kavimler oldu. Gömleğimizi hem kavim kardeşlerimiz yırttı, hem de hizmetine can ve baş verdiğimiz kavimler…

Bir vefâsızlığın, bir ihanetin, bir boşa giden gayretin acısıyla kuyu ve zindanlarda iki asır kıvrandık. Ancak kulağımızda vahyin “sabr-ı cemil” telkini daima çınladı. Aç kaldık, açık kaldık, ancak asla ümitsizliğe kapılmadık. Vakar ve imanımızı muhafaza ederek sonunda sabrın altın meyvesi olan hikmetin sırrına erdik.

Evet, görünüşte kuyu ve zindandaydık. Bizi buralara atanlar, tarihin çöplüğüne attıklarını sanıyorlardı. Fakat biz kozasındaki tırtıl gibi ilim ve hikmet kanatları dokumakla meşguldük.

Tıpkı Hicret öncesinde Peygamber Efendimizin ve ashabının sıkıştırıldığı gibi sıkıştırılmış ve bunaltılmıştık. Ancak gecenin en karanlık ve soğuk olduğu zaman, güneşin doğumunun en yakın olduğu zamandır…

Dinî ve kültürel değerlerimizden koparılarak nice zulüm ve baskılara maruz kaldık. Değerlerimizle oluşturduğumuz medeniyet Yakûb’umuzun kucağından koparıldık.

Medeniyet Yakûb’u, öz Yûsuf’unu kaybedeli iki asır oluyor. Hasretle ağlamaktan gözleri soğulup kör oldu. Ancak yanındakilere, “Göreceksiniz Yûsuf bir gün gelecektir” ümidini aşılamayı hiç ihmâl etmedi.

Türkiye Yûsuf’unun zindanda öğrendiği ilim ve hikmetle teknolojik geri kalmışlığını telâfi ettiği bir demde kıssadaki Mısır hükümdarını temsil eden Batı medeniyeti bir rüya gördü.

Rüya şöyleydi: Gözle görülmeyen, zayıf, aciz bir yaratık, bunların yağlı koca gövdelerine giriyor ve nefeslerini kesiyordu. Bu kâbusu 2008’den beri görüyorlar ve her gördüklerinde korku ile uyanıyorlardı. Bütün yorumcuları çağırıp bu rüyanın hikmetinin ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yorumlayamıyorlardı.

Firavunluğun bu kâbusunu Türkiye Yûsuf’u, zindandaki hikmet ilminin firâsetiyle derhâl yorumladı. Bu gözle görülmez zayıf mahlûk, Cenâb-ı Hakk’ın zalimlerin başlarındaki iğreti taçlarını düşürerek kendi tâcının kudretini gösterdiği bir ceza ordusuydu.

Bu ordu, semiz zalimleri yerle bir ederek o zalimlerin yerine zayıf görünen adilleri geçirerek zalimlere hâddini bildirecek bir orduydu. Bu taçlı ordu, sahte taç sahiplerinin saltanatlarını yıkarak Hak Yûsuf’unun önünü açacak bir orduydu.

Hiç şüpheniz olmasın, bu sürecin sonunda Hak Yûsuf’u zindandan çıkarak âlem azizliğini ilân edecek ve azizlik gömleğini de 200 yıldır Hak Yûsuf’unun yokluğuna hasretle ağlamaktan gözlerini kaybetmiş olan medeniyet Yakûb’una gönderecektir.

Din ve medeniyet Yakûb’u yanındaki müminlere, “Hak Yûsuf’unun kokusunu alıyorum” demeye devam edecek fakat onun yanında olup ümitlerini yitirmiş müminler, başlarındaki sahte taç taşıyan Sisilere, Selmanlara ve Zaitlere bakarak, “Sen şaşkın mısın?” diyeceklerdir.

Ancak o gafil müminlerin kudretli sandıkları bu Z/zait unsurlar, taçlı belânın sadmesiyle ortadan kalkacak ve Hak Yûsuf’unun gömleğinin kokusu, medeniyet Yakûb’umuzun sınırlarında belirir belirmez Yakûb’umuz, “Müjdeler olsun, Yûsuf’un kokusu geliyor!” diye bağıracak ve iki hasretlik, İlây-ı Kelîmetullah sancağı altında bir kez daha buluşacaklardır.

Artık başkalarının kurduğu bir dünyaya değil, kendi kurduğumuz bir dünyaya göz açacağız.

Yakındır, müjdeler olsun!