Müjdelenen şehir

İstanbul belki yıllar önce bünyesine aldığı Anadolu’nun samîmi insanı ile yaşlanmadı, ancak onların türlü sorunları ile baş etmeye çalışırken yıprandı. Kültür değişimi ve çarpık kentleşmenin getirdiği sorunlar ile baş etmeye çalışırken, bir de siyâsî darbelerle karşılaştı bu şehir. Belki biraz da bundandır İstanbul’un bu derece yorgun ve huzursuz oluşu.

BİR şehir ki, asırlar öncesinde Peygamber Efendimizin (sav) mübarek sözleri ile müjdelendiği rivâyet edilmiş olsun... Bir şehir ki, müjdesine lâyık olmak için nice devlet adamının rüyası olsun... Bir şehir ki, nice şaire, sanki genç bir kıza şiirler yazarcasına heyecan ve ilham olsun... Bir şehir ki, bir tarafı sonsuz huzur, ilim ve tarih koksun; diğer tarafında ise bu dokuyu yok etmeye çalışır gibi kıyametler kopsun... İşte tam da böyle bir şehir aziz İstanbul!

İstanbul, bilene okul gibi bir şehirdir. İçine girdiği andan itibaren o hissi alabilirseniz eğer, bir sorumluluk bilinci oluşmalı ruhunuzda. Evet, tam olarak böyle bir şehir! Nasıl ki okulun derecesini yapısı, konumu, öğretmeni, verdiği ilmi ve öğrencisi ile eş değer ise, İstanbul da tam olarak böyle.

Konumu, tarihi, değeri, ilmi ve her şeyi ile bir okulken, neden içindeki insanlar biraz olsun bu şehre vefâlı olmaz? Yoksa adına karadan gemiler yürüterek toplar dökülen ve kaç milletle savaşılan şehir, şimdi de içindekilerle mi mücadele ediyor? Geçmişten bu yana her meşrepten insanı barındıran bu şehir, farklı din, dil, ırk ve kültürden insanı ayırt etmeden yaşatırken, özellikle son dönemde neden insanlar birbirileriyle kaynaşamadı? Neden biri diğerine daha çok üstünlük kurmaya çalıştı? Evet, İstanbul bir şehir olmanın ve hattâ şehir kalmanın çok çok ötesinde, apayrı bir medeniyettir.

Dünya tarihinin akışını değiştiren olayların başında gelir İstanbul’un Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilmesi. Bin yıllık Bizans’ın kâbusudur 29 Mayıs 1453 tarihi. İstanbul’un İkinci Mehmed tarafından fethedilmesi, geçmişimize vurulan altından bir mühürdür. Çağ açıp çağ kapatan bu fetih, asırları aşıp günümüze kadar ulaşan bir idealin somutlaşmasıdır. Tüm kahramanlıkların mâneviyat ile kucaklaştığı andır bu Fetih.

Bugün bu güzîde şehrin içinde yaşayan insan neden şehrin bu mâneviyatını, estetiğini, tarihini ve sair güzelliklerini yok etmeye çabalarcasına hareket eder? Hiç mi tarihe karşı sorumluluk bilinci oluşamadı bunca sene? Fethin ilmî ve mânevî boyutunu sayfalarca anlatsak da bunu hissedebilmek için bir şuur oluşturmalıyız benliğimizde. Önceliğimiz, bu şehir uğruna kendini fedâ eden canlar, gecelerce fethin hayâli ile yanıp tutuşan ecdâd ve fethin mânevî gücünün hissiyatı olmalı. En önemlisi de, üzerinde yaşanan bu şehre karşı bir vefâ borcu olmalı! 

Toplumları evrensel yapan en temel özellik, farklılıkları ayrılık olarak değil, bir arada yaşamanın getirdiği bir gelişim ve zenginlik olarak kabul etmeleridir. Fakat İstanbul gibi metropol şehirlerde bu modern zamanlar dâhilinde, özellikle günümüze yaklaştıkça farklı kültürler arasındaki ayrım, uçuruma dönüşmüştür. Burada sadece tek taraflı bir üstünlükten değil, tamamen iki taraflı bir etkileşimin olamayışını ve bundan dolayı da birebir şehrin kültürel zeminini dejenere ettiğini söyleyebiliriz.

Bu toplumsal kopukluk, toplumun her kesiminde somut şekilde kendini belli edebiliyor. Zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz, yerli veya şehre sonradan göç eden kesim arasındaki uyumsuzluk ve uyumsuz olmaya gösterilen çaba, bence şehrin temel problemlerinden biri olmuş durumdadır. İstanbul’da toplumsal kaynaşmanın olmayışı, beraberinde bütün problemleri de getirdi maalesef.

Bazı şehirlerin dili ve hattâ duyguları vardır. Belirli bir karaktere sahiptir sokakları, caddeleri, duvarları... Çünkü tarihî değişiminin seyircisidir. Binalar tanığıdır geçmişinin. İstanbul böyle bir şehir.  Modernleşme ve kentleşme adı altında günden güne kaybettiği dokusuyla değişen İstanbul’u hem geçmişi, hem şimdisiyle anlayabilmek çok emek ister. Çünkü bu değişim, hep toplumsal yapının farklılaşmasıyla başlamıştır. Bu yüzdendir sanırım, bir semti ile diğer semti arasındaki iliklerimize kadar hissettiğimiz derin farklılık…      

İstanbul belki yıllar önce bünyesine aldığı Anadolu’nun samîmi insanı ile yaşlanmadı, ancak onların türlü sorunları ile baş etmeye çalışırken yıprandı. Kültür değişimi ve çarpık kentleşmenin getirdiği sorunlar ile baş etmeye çalışırken, bir de siyâsî darbelerle karşılaştı bu şehir. Belki biraz da bundandır İstanbul’un bu derece yorgun ve huzursuz oluşu. İçinde barındırdığı binlerce farklı görüşü bir arada tutma çabasıyla da hırpalanmıştır günden güne. Tüm bunlara rağmen yine İstanbul, kader denen tuhaflıklara, gecikmiş aşklara ve çâresiz sıkıntılara ev sahipliği yaparken, dimdik ayakta kalmayı başarabilmiştir.

İstanbul belki ayakta kalmayı başardı, peki ya insanı bu değişime ne kadar ayak uydurabiliyor? Modern yaşam tarzı derken, geçmişe hasret kaldığımız bir dönem yaşıyoruz. Her şeyi hızla tüketiyor, her ânı doyasıya yaşıyor ve çevremizdeki güzelliklerin farkına varabiliyoruz. Belki de tüm bu imkânları sunan metropol, İstanbul’dur… Bundan elli altmış yıl öncesinin yazılmış eserlerini, filmlerini incelediğimizde karşımıza çıkan şehrin kendine has bir tutkusu ve samîmiyeti var. Türlü sıkıntılarla savaşan samîmi insanının çabasına seyirci kalmayan, ona destek olan bir şehir...

Ancak bugünün İstanbul’una baktığımızda, göklere kadar uzanan, ruhu olmayan, sadece ticârî kaygılarla dikilmiş binalar ve onların içini dolduran, maddiyattan başka bir beklentisi olmayan insanlar var. Evet, geçmişten bu yana çok şey değişti ama değişim, bu şehri her geçen gün daha da çok yıprattı.

Dilerim İstanbul insanı, yaşadığı şehrin maddî ve mânevî değerine uygun bir şekilde üslûp kazanır. Çünkü İstanbul, ülkemiz için bir şehir değil, başlı başına bir değerdir.