Muharrir ve ona düşen

Her yazar güzel yazmak ister. Güzel yazmak önemliyse, iyi yazmak, gerçekleri yazmak daha da önemlidir. Yazar, yüreğinde uyanan her duyguyu şefkatle kabullenir. En önemlisi de, yüreğinde gerçek kapasitesini gerçekleştirerek neşeyle kanatlanabileceği bir hayatı yaşamak ve yaşatmaktır…

MEVZUMUZ “yazarlık”... Malûm olduğu üzere, yazarların topluma karşı sorumlulukları vardır. Konu olaylar ve insanlar olduğuna göre, karşılarında sosyo-psikolojik birileri, daima zuhur edecek bir vakıa bulunur. Yazarın görevi, yerine göre olay ve kişileri etüt etmektir. Ayrıntılarına girmektir. Birilerinin görmediğini göstermektir. Aydınlatmaktır. Görünenin arka kesitini de göstermektir. Bu bakımdan eskilerin ifadelendirmesiyle edipler, muharrirler her kalıba girer, her meseleyi bilir ve çözüm yolarını da sunarlar. Asaf Halet Çelebi’ye ait bir pasajda bu duruma bir yanıyla dikkat çekilmiştir: “Bunun muharririnin veya muharrirlerinin eski zamanlara ait kanun mecmualarını çok iyi bildikleri anlaşılıyor.”

Yazarlar kendi âlemlerinden, bir prototipten veya toplumdan bir numuneyi mücerret ve müşahhas bir bakış açısıyla ele alırlar. O hâller için sosyolojik tespitlerde bulundukları gibi, bu durumu dolaylı ve farklı yollarla da aktarabilirler. Yazarların da vasıflı veya vasıfsız diğer insanlar gibi çeşitli hâlleri vardır. Bu hâller içinde duruş önemlidir. Nasıl bakıldığı ve sahip olduğu anlayış vetiresi muhataplarına kalmıştır.

Yazarın sancısı

Yazarlar da aynı hâllere düşerler. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Ha yazar olmuş, ha şahıs, ne fark eder ki? Öyle durumlar vardır ki yolunuzu şaşırırsınız. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Avarelere dönersiniz. Bocalarsınız. Aklınız durur. Hareketsiz kalırsınız. Gözünüzün önünden bir dünya akar, fark edemezsiniz. Kimileri el sallar, selâm verir, kimileri güler geçer. Ama ne el sallayanı görürsünüz, ne de gülüp geçeni. Çocuklar gibi mânâsızca bakarsınız boş boş. O an sizin için hiçbir şeyin değeri, önemi yok gibidir. Düşünemezsiniz. Sadece baktığınız şeyleri görürsünüz. Birileri gelip de sizden bir şeyler istifade etmeye çalışsalar tam yeridir, ama bu denilen de olmaz. Çünkü hayatta istenen çoğu şey gerçekleşmez. Çaba sarf etseniz de, olmayınca olmaz.

Bir de bakarsınız ki, istemeden oluverir pek çok şey. Olan veya olmayan bütün şeyler, düşünün ki bir sebebe bağlıdır. Bu sebep dâhilinde Yüce Mevlâ’m kalplere göre verir.

Kıpırtısız durmanın, çaresiz kalmanın, boşluğa bakar gibi bakmanın sizde bir karşılığı vardır. Bu gibi hâllerde içinizden bir şeyler kopar. Dermansız kalırsınız. Vücudunuzun sıcaklığı olağandışıdır. Bakışlarınızda, duruşlarınızda olduğu gibi… Bütün bu devinimsizlik, bilmelisiniz ki sizin kalp ve iradenizden sadır olmaktadır. Bu gibi hâllerden birinde birini kırdınız, üzdünüz. Üzüldüğünüzden de fazlası kedere götürdü sizi. Nedamet yokuşlarını işte o an tırmanmanız bile muhâldir. Kırmak, üzmek, tasa duyan için gamdır; hem de ne gam!

Sizi üzmeyen birinin kederlere kök salması sizi ne hâllere sokar, bilir misiniz? Sorumluluk taşıyan biri olarak kayığınız kaygılara batar. O anda alabora olur dünyanız. Can havliyle debelenen biri gibi rüyalar girdabından çıkmak ne kadar boştur! Nafile heyula içinde olursunuz. Fakat bazen bir an, ne kadar da bülbülün altın kafeste kalmasıyla eşdeğerdir. Çırpınmanız nafile! Peki, neden nafile?

“Nafi”, malûm olduğu üzere “istediğine fayda sağlayan”, “O'nun takdiri olmadan kimseye yarar verilemeyen” anlamındaki güzel ve mukaddes isimlerden biri. “Nafi” kelimesi “le” takısı aldığında olumsuzluk içerir. Cenab-ı Hakk buyuruyor: “Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O’na yalvarmaktasınız.”  (Nahl, 53) Ferde Allah’tan başka yarar sağlayan olamaz. Yarar, O’nun iradesi ve fiiliyle gerçekleşir. O, “Ol!” deyince olur. Allah’tan başka fail yoktur. Mümine yarar sağlayan her şey Allah’tandır. Bütün iç sıkıntılar, girdaplar, kargaşa ve çözümsüzlükler, nafilenin failine sebeptir.

Zehir soluyan buhranlara gebe nefeslerin ilk durağı, zihni aslî kaynağına teslim etmektir. Bunun başka çaresi yok. Bazen baş ağrısı ilaç almadan giderilebilir. Neşter vurulmadan da bazı sorunlar yok edilebilir. Velâkin en muazzez yaratık insan kendine geldiğinde dert diye bir şey kalmaz. Mânen bağlanmak, Şah Damarından Berî Olana…

Bütün bu duygular, düşünceler, insan sosyolojisini kapsayan yazara konu olabilen meseleler yumağıdır. Yazar insanı konu edinir, ama neye ve kime göre? Biraz daha öznel olarak zor olanı ifadelendirir; bu, deneme veya hikâyede olabilir. Daha da kolayına vararak ayırtını tafsilatlandırarak roman âlemine bahse konu da yapabilir.

Meseleler ve çözüm yolları, edebiyat içre kaleme bağlı mikyasta makes bulmaktadır. Yürekte başlayan volkanları ihtiraslara bağlayan, bağdaştıran sözde edipler, muharrirler, Rahman’ın yüce kelâmlarını görmezden geliyorlar. Kendini yitiren ve düşüncelerini ifritçe kemiren fertler elbette cemiyet hayatına gıpta ile bakacaktırlar. Fakat toplum öyle bir hâle geldi ki, fert, toplum içinde çoğaldıkça yalnızlaşmaya başladı. Yakınmalar ve şikâyetler artıyor. An oluyor, birileri bir otobüs durağında veya yolda karşıma dikiliveriyor ve diyor ki, “Beni tanıdınız mı?”. Bilinen bir çehre, aradan yıllar geçince siliniveriyor. Bir anda kafada ne varsa âdeta boşalabiliyor. Böyle hâllerde tanımak da zorlaşıyor. Hatırlayamıyorsunuz. Bazen tanıdık, bazen de yabancı birileri size lâf veriyor: “Bu gençler nere gidiyor? Ortalık çok bozuldu!”

Toplumdaki yakınmaların karşılığı, sadece Doğu toplumunda baş gösteren arızî bir hâl değildir. Bu bir olumsuzluk eğilimidir. Kapitalist, materyalist küresel düzen dünyaya saadet vadetmez, sadece gösterir. Fakat madde sıcak ve tatlıdır. Geldiği yer de, gittiği yer de bellidir. Bu bakımdan sosyal meseleler başta olmak üzere, insanın açmazlarına farklı ve çağımıza göre modern çareler bulma mecburiyeti vardır. İşte burada her kesime düşen vazifelerin deruhte edilmesi elzemdir. Elbette kalem erbabına durumdan vazife çıkartmanın bir âlemi yoktur. Yazar o ki, görev ve sorumluluğun idrakinde olsun. Yazılarında, şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında, bu topraklarda yaşayan insanlarımızı iyi bilmesine mukabil, analizini de edebî sanatlara billurca akıtabilmelidir.

Her devrin düşünürü

Her devirde dünyaya geliş gayesinin fevkinde olan güzel kalem sahipleri daima olagelmiştir. Yaşadıkları yıllarda şartların ağırlığında ezilseler de yılmadılar. Kimi yazar ve sanatçılar da her devirde seslerini çıkardılar. Düzensizliğe, haksızlığa, zulümlere bigâne kalmadılar. Her dönemde mutlak maneviyatı, toplumsal hayatı, cemiyeti, cemaati deruhte eden, düzensizlikler karşısında susmayan gür sesleri vardır. Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yûnus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Mehmet Âkif, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Osman Yüksel Serdengeçti, Arif Nihat Asya, Abdurrahim Karakoç… Daha niceleri manevî dünyamızı aydınlattılar, karanlıklara ışık oldular. Nice insanın millî ve manevî fikirlerle mücehhez hâle gelmelerine vesile oldular.

Cumhuriyet kurulalı beri toplum hayatına giren yazarların kalem gücü ve sirayet alanı yaşadığı zamana bağlıdır. Bir yazar veya şairin bir şeyi değiştirmeye, dönüştürmeye yönelik çabalarının bu zaman için de bir karşılığı var mıdır? Her yazardan beklenmese de… Yani yazarların mesuliyet durumları mütefekkir olarak da karşımıza çıkar. Bir sanat eserinin değeri yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılabilir. Yazarlar aramızdan ayrılsalar da yaşadıkları görülür. Yukarıdaki bazı isimler toplumun her kesimine mutlak suretle manevî ve millî bir şahsiyetin oluşması yönünde önemli katkılar sağlamışlardır. Yakın zaman içinde özellikle Necip Fazıl, bir yazar ve mütefekkir olarak siyasiler üzerinde çok etkili olmuş bir kalem erbabıdır.

Yazarlar açısından usta-çırak ilişkileri, eskilere göre olmasa da bu silsile farklı açılardan sürüyor.

Her yazar yaşadığı yerden, çevresinden ve yaşadığı topraklar üzerinde sorumlu olduğunu bilmelidir.

Yazmak, içinde erdemi barındıran soylu ve çok yönlü bir eylemdir. Geniş mecralarda dolanmakla birlikte, yerine göre yazmak kadar öz/e dokunmak, inmek, ifade etmek, söylemek ve konuşmak aslî görevdir.

Yazarın ne anlattığı kadar, bunun ötesinde elbette nasıl anlattığı önemlidir. İyi yazmanın gerekleri oldukça fazladır. Her yazarın anlatım ve üslûp farklılıklarının yanı sıra donanımlı, bilgili ve birikimli olması gerektir.

Yazılarında yazı bütünlüğüne dikkat etmelidir. Cümlelerin güzelliği kendini göstermelidir. Şairler gibi, kullandığı kelimeler karşısında da hassas davranmalıdır. Diğer yazarları takip etmeli, araştırmalara zaman ayırmalı, kelime haznesini geliştirmeli, üslûbunu bozmadan daima farklı kelimeler kullanmalıdır. Kelimeler de insanlara, tabiata, eşyalara, hatta şehirlere benzerler. Yumuşak, duygulu, dağınık, derli toplu, katı, sert, canlı, cansız, yitik, ölü, eskiyeni ve dahi yenileneni vardır. Kimi kelimeler kompradorlar gibi zengindirler. Rakipleri yoktur. Buna mukabil, genç kuşak bazı kelimelerden habersizdir de. Meselâ “sanat, fevkalbeşer, basübadelmevt, sarfınazar, feveran, mülhem, kadirşinas, babayani, malumatfuruş, mamafih, şikemperver”…

Daha başka kelimeler de vardır. Bu kelimelerin izahları vardır; birkaçınınsa bir veya iki karşılığı ancak vardır. Bazı kelimeler de oldukça zengindirler. Meselâ “güzel, aşk, sevgi” gibi. Bu kelimelerin oldukça fazla karşılıkları, eşanlamlıları vardır.

İyi bir yazar olmanın yollarından biri de, bütün neşriyatı en iyi bir şekilde takip etmesidir. Havada, yerde, uçan, yürüyen, sürünen, görünen, görünmeyen ne varsa bu varlıklardan haberi olmalıdır. Herkesin söyleyebileceği sözü söylememek, herkesin yazabileceği yazıyı yazmamak olmalıdır muradı. Kendini yenilemeyen yazar, iyi bir yazar olamaz. Çevrede ve ülkedeki gelişmeleri önceden sezebilmeli, görebilmeli, fikirler yürütebilmeli ve geleceğe yönelik öngörüleri olabilmelidir. Yazdıklarından toplumsal faydalar sağlanmalıdır. Bu mânâdan olmak üzere yazar, toplumun her açıdan donanımını sağlar. Görmediğini, bilmediğini, okumadığını bir şekilde gösterir, sezdirir. Yeni ve iyi fikirler verir. Kendisini etkileyen şeyleri açığa çıkarmak için yazar. Farklılıkları çoğu zaman yazarlar açığa çıkarırlar. Bilinçlenmede önemli bir faktördürler.  

Yazar yazdıklarının muhatabına ulaşıp ulaşmadığını bilmese de her yazısı ilgilisine ulaşmalıdır. Sevilene gönderilen mesaj niteliğindedir bu. Büyük yalnızlıkları yaşar. Sevdası, hasreti vardır. Sevgisi, aşkı, hasreti okuruna ulaştığında ve karşılık bulduğunda haz duyarak son bulur. Yazarken neyi amaçladığını bilir. Her fikrinin gerçek çekirdeği, onun edebî gerçekliğidir. Yerine göre bazı yazarlar edebî yazılarda süslemelere fazla kaçarlar. Elena Ferrante diyor ki, “Edebiyatta özgünlük ise süslemeleri ve efektleri silip atar; gerçeklik, benzerliği silip atar”.

Her yazar güzel yazmak ister. Güzel yazmak önemliyse, iyi yazmak, gerçekleri yazmak daha da önemlidir. Yazar, yüreğinde uyanan her duyguyu şefkatle kabullenir. En önemlisi de, yüreğinde gerçek kapasitesini gerçekleştirerek neşeyle kanatlanabileceği bir hayatı yaşamak ve yaşatmaktır. Dünyaya gelişimizin bir amacı yok mu? Yazarlar bunları yapmak mecburiyetinde olmalıdırlar.

Robert Herrick, “Kitaplar, hiç solmayacak şifalı bitkilerdir” demiş. İlhamdan mütevellit yazarların insanlığa güzelliğin aydınlık yüzünü göstermeleri arzusuyla…