Muhalif

Bir şehit yakınına küfreden adamın tam yargılanma süreci doğacakken üyesi olduğu partiye yüksek meblağlarda bağış yapmasıyla yeniden dokunulmazlık elde etmesi de, İstanbul mitinginde iktidardaki partinin üyesi olmasına rağmen 2 milyon kişinin LGBT ve feminizm sevici olduğu için yuhaladığı birinin hem milletvekili, hem de Meclis Grup Başkanvekili olması da söz konusu kanunun siyâsî partileri halk dinamiklerinin yönetmediğini göstermektedir.

14 MAYIS öncesi, 14 Mayıs ile 28 Mayıs arası ve 28 Mayıs sonrası olarak üçe ayıracağımız fakat genel anlamda bazı esasları belli olan bir süreçler bütünü yaşadı Türkiye. Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin 12’nci Cumhurbaşkanı olarak görevine devam etmesi ile bu ülke, sadece yeni bir beş yıl almadı, yeni yüz yılını dizginlemiş oldu. Allah hayırlı, uğurlu ve bereketli eylesin!

“Nasıl başlanırsa öyle gider” ya, önümüzdeki beş yılı almak o yüzden önemli. İlk düğmeyi iliklemek, yarışa ivmeli çıkmak gibi…

21 yıl AK Parti’nin, 20 yıl evvel de “Başbakan” sıfatıyla ilk kez Türkiye’nin iktidarına gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın bir tür “Hamdım, piştim, yandım” aşamalarından geçtiğine şahit olduk. “Gömlek değiştirmek” mevzuundan Ayasofya’yı özgürlüğüne kavuşturmak çapına ermek öyle kolay bir iş değil. Vurula vurula ama yıkılmadan bugüne ulaşmak hiç kolay değil. İnsanın gözünün önüne Cüneyt Arkın’ın, Kartal Tibet’in film sahneleri gelmiyor sadece, dünyanın birçok sinema kahramanı resmigeçit yapıyor zihnimizde.

Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında, işte bu gömlek değiştirmek mevzuundan itibaren Türkiye, cesaretin ne olduğunu öğrendi. Cesaret, risk almak için gereken en başat şarttı. Ve Erdoğan, Başbakan olarak Türkiye’nin kaderine yerleşmeden evvel Refah Partisi ile resmen başlayan siyâsî hayatını hep “cesaret” esası üzerine kurdu. “Gömleğimi değiştirdim” demek, içinde yetiştiği yahut zihnen ve kalben akraba olduğu kitlelerin kolay hazmedebileceği bir söz değildi.

Daha sonra “One minute!” derken şahit oldu kendisine. Bu çıkış da cesaret istiyordu. Hatta sadece cesaret! Sonra, “Ofisimize böcek yerleştirmişler” dedi. Bu ülkenin insanının henüz iktidarda muktedir olamadığını bu ülkenin insanına acı şekilde hatırlatan fakat cesaret isteyen bir cümle de buydu. Sonra Gezi Olayları ile birkaç şehirde sokakları dolduranlara “Çapulcu” dedi. İkinci Abdülhamid Han gibi bakamazdı bu mevzuya. Zira artık kardeş yoktu meydanda, fonlanmışlar vardı. “Mesaj alınmıştır” diyen yakınındakileri bile kâle almayarak yine cesaretini gösterdi.

15 Temmuz’da, kendisine havada suikast tertiplenebileceğini göre göre bindi uçağa, İstanbul’a geldi. Cesaret ki, o gece Recep Tayyip Erdoğan’dan ismini aldı.

21 yılda Erdoğan’ın bu şekilde yüzlerce kez cesaretine tanık olundu. Zaten o değil miydi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmadan evvel hiçbir dindarın girip de oy istemeyeceği yerlere girerek “Sizi biz kurtaracağız” diyen? Cesaret hep ondaydı. Fakat onu bıyık bırakmada, yürümede, konuşma üslûbunda, sosyal iletişim mekanizmalarını kullanmada örnek alanların hiçbiri, onun cesaretini örnek aldıklarını gösteremediler. Bu yüzden Türk Devleti’nin bir bekâ projesi olan başkanlık sistemine geçiş, Recep Tayyip Erdoğan’ın tam da istediği şekilde olmadı. Bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği anayasa konuşulamadı. Bu yüzden her seçim, eski Türkiye’nin alışkanlıklarıyla tıkanma dönemleri ve gerilim süreçleri altında yürüdü.

Recep Tayyip Erdoğan o kadar çok galibiyet aldı ki Rabbin inayeti ve milletin desteğiyle, karşısındaki blok birleşti de birleşti. O blokun birleşmesi, Recep Tayyip Erdoğan ile bir yerlere gelenlerin mevcut cesaretini de her seferinde eksiltti. Sanırım şu an eksi cesaret aşamasındalar.

Millet İttifakı, Erdoğan’ın karşısına, “Parlamenter sisteme geri döneceğiz” söylemiyle çıktı ve bu hayâli “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” diye adlandırdı. Bu hayâli henüz dillendirdikleri günlerde biz de Sayın Erdoğan’ın istediği ama kavuşamadığı sisteme atıf yaparak mevcut Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne “Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı Sistemi” başlığıyla cevap verdik. O gün yaptığımız eleştirilerin hepsi bugün de geçerlidir. Ancak artık, konunun en baştan temizlenmesi farzdır. Bu anlamda Türkiye’nin başına belâ olan unsur, Siyâsî Partiler Kanunu’dur. Zira sistemin uygulayıcısı, seçmen tarafından Meclis’e ve Cumhurbaşkanlığı makamına gönderilen siyâsî partilerin seçmenin önüne sunduğu isimlerdir. Türkiye’deki mevcut kanun, bir siyâsî partinin de, Türkiye’nin idaresinin halka teslim edilmemesi için gayretkeş şekilde düzenlidir.

14 Mayıs ile 28 Mayıs 2023 tarihleri arasındaki iki haftalık süreçte yaşananlar dahi bu durumu ortaya koymaktadır.


Recep Tayyip Erdoğan o kadar çok galibiyet aldı ki Rabbin inayeti ve milletin desteğiyle, karşısındaki blok birleşti de birleşti. O blokun birleşmesi, Recep Tayyip Erdoğan ile bir yerlere gelenlerin mevcut cesaretini de her seferinde eksiltti. Sanırım şu an eksi cesaret aşamasındalar.

Erdoğan’ı ancak kâmil bir muhalefet daha da cesaretlendirebilir

Evvelâ her zaman tekrarladığım bir ilkeyi tekrar hatırlatarak söz konusu durumu tarif edelim: “Nasılsanız, ancak öyle yönetilirsiniz.”

Vakt-i zamanında bu ilkeyi bütün çerçeveleriyle ifade eden bir dosya çalışması yapmıştım. Kısaca demiştim ki, “Galatasaray’ı bir Beşiktaşlı yönetemez. Galatasaray’ı yönetmek için önce Galatasaraylı olmak gerekir”. Bu, meseleyi kavramak açısından en basit ifade. Türkiye’de iktidar partisinin de, muhalefet partilerinin de liderleri ve teşkilat üyeleri var, bu basit ifadeye buradan da baktığımızda karşımıza aynı tür bir perspektif çıkar. Ancak öncelikle muhalefet partilerinin, Millet İttifakı’nın ve Cumhurbaşkanı adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun değerlendirilmesinde, onu büyüten ve bulunduğu konuma oturtan kitleyi fark etmek de gerekiyor.

Mesele, Erdoğan’ın karşısına tuvalet terliği bile konulsa tuvalet terliğine oy verme tercihinde bulunan zihni anlayabilmek. Bunun için Millet İttifakı’nın vaatlerine dahi bakmak yeterli olacaktır.

Millet İttifakı’nın tüm seçim propagandası boyunca ve 2018’den bu yana kullandığı argümanların her biri, “Bunlar oldu da benim cebim para mı gördü?” temelinde. Doğalgaz keşfinin açıklandığı saat “O zaman evimize gelen fatura neden bu kadar yüksek?” diyen, yerli otomobil ve insansız hava araçlarını “Kimse alamayacakken neden üretildi?” şeklinde karşılayan, otoyol ve hastane yatırımlarını “Parası olan geçecek” diye yorumlayan muhalefet, çarşıda yapılan sokak röportajı sırasında bir gence “Çıkar telefonunu” diyen vatandaş üzerinden yürüttü bütün özet propagandasını.

Bu durumu bir de şöyle açıklayalım: Kovid-19 Salgını’nın Türkiye’deki başlangıç günlerinde, salgını yayan mikrobun yaşlı vücutta daha kolay yayılabildiği ve bağışıklık sisteminin de yaşlı olduğu bu vücutlarda hızlı bir ölüm süreci başlatabileceği bütün medyada yer almıştı. Bu süreçte yaşlı vatandaşlarımızın hastalığa yakalanmamaları için yapılan ilk tavsiye, sokağa gereksiz şekilde çıkmamaları yönündeydi. Ancak bu nereden bakılırsa bakılsın açık olan bu tavsiye, halk tarafından adeta “Bu mikrobu yaşlılar taşıyor ve yayıyor” biçiminde algılandı. Böyle algılanmasaydı, sokağa çıkan yaşlılarımıza görgüden ve ahlâktan uzak çıkışmalar, hakaretler ve sataşmalar yapılır mıydı?

Sözünü ettiğimiz sokak röportajında da, mevcut ekonomiyi yokluk bilmeyen bir neslin yanlış yorumladığını göstermek isteyen vatandaşımızla sözde alay ederek, “Çıkar telefonunu” ifadesini alçak zekâlarının basit bir mizah ürünü hâline getirdiler. Bu tür basitlikler, reklâmlarından şarkılarına, mitinglerinden sosyal medya çıkışlarına her mecrada arz edildi.

Her konuyu ekonomiye bağlayan bu muhalefet düşüncesi, sosyolojik konulara sıra geldiğinde bu yüzden her seferinde çuvalladı. Durduk yere “Aleviyim” diyen, başörtüsü konusunda cevap veremeyen, hatta özgürlüğüne kavuşmuş Ayasofya konusunda “Biz Ayasofya’yı gerçekten açacağız” diye ortaya çıkan vakalar bunun küçük ispatlarıdır. Helâlleşmeden bahsederken bürokratlara, öğretmenlere, askerlere, polislere hakaretler savurup tehdit eden dilin sahipleri, her defasında attıkları bu adımlardan geri dönmek zorunda kaldılar. Ki 14 Mayıs akşamı, asrın felâketini yaşandığı 11 ilimize gözlerini diken bu anlayış, o illerde aldığı yenilgiyi yine ekonomi üzerinden yorumlayarak, Devlet’in bütün kurumlarını itibarsız kılmak için güçlendirdikleri ve hiçbir hesap sormadıkları bir derneğe gönderdikleri yardımlar nedeniyle depremzedelere “Aç karnınızı biz doyurduk” deme ahlâksızlığına soyunmaktan geri durmadı.

Erdoğan’ı destekleyen kesim ise ne paraya, ne pula tevessül etti. Çünkü hatırlıyordu gerçek krizin ne demek olduğunu, IMF’yi, Dünya Bankası’nı, sözde teröre karşı harcanan milyarlarca dolar bütçeleri. Ve Erdoğan, bütün açıklığı ve cesaretiyle yaptıklarının yapacaklarının teminatı olduğunu gösteriyordu. Doğrusu hiçbir propaganda yapmasa, azıcık hafıza hatırlamaya yeter ve tercihe yönlendirirdi.

Ancak Erdoğan’ı destekleyen kesimde bu tavrın yaşıyor olmasına rağmen, Erdoğan’ı çevreleyen çerçevenin çeperlerinde duranlar arasında ne hafızayı kullanan vardı, ne de hatırlatan. Erdoğan’ın sağladığı konforlu günlere alışan tip, tavrını, elinden alınan konfor kırıntıları nedeniyle “Ders vermek lâzım” diye gösterir oldu. Yumurta kapıya dayanıp da kaybetme riski doğduğunda ise bu yüzden ne yapacağını bilemedi. Zamanında 28 Şubatlar nedeniyle kenetlenenler, konforun sarmalında ise birbirlerine düşmüşlerdi zira. Ne kanunun, ne anayasanın, ne parlamentonun, ne bürokrasinin, ne de ordunun ne işe yaradığını umursamışlardı.        

İktidarın için kof bürokrasi nedeniyle çürümeye başlarken, muhalefetin ahlâksız muhalefeti ise Türkiye’yi daha büyük bir çıkmaza götürüyordu. Ve kimse ilgilenmese de, tüm bunların nedeni yazılı bir metinden kaynaklanıyordu: “Siyâsî Partiler Kanunu”…

21 yıl AK Parti’nin, 20 yıl evvel de “Başbakan” sıfatıyla ilk kez Türkiye’nin iktidarına gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın bir tür “Hamdım, piştim, yandım” aşamalarından geçtiğine şahit olduk. “Gömlek değiştirmek” mevzuundan Ayasofya’yı özgürlüğüne kavuşturmak çapına ermek öyle kolay bir iş değil. Vurula vurula ama yıkılmadan bugüne ulaşmak hiç kolay değil.

Siyâsî Partiler Kanunu neden sorunlu?

Sorunun çözümü için evvleâ 2820 sayılı Siyâsî Partiler Kanunu’nun yedinci yani “Siyâsî Partilerin Seçimlere Katılması ve Adayların Tespiti” başlığıyla yer alan bölümünü arz ederek başlamak doğru olacak:

“Siyâsî partilerin seçimlere katılması (Madde 36): Siyâsî partilerin seçimlere katılabilmesi için illerin en az yarısında oy verme gününden en az altı ay evvel teşkilat kurmuş ve büyük kongrelerini yapmış olması şarttır…

Parti adaylarının tespiti (Madde 37): Siyâsî partiler, milletvekilliği genel veya ara seçimlerinde, adaylık için müracaat eden ve adaylığı uygun bulunanlar arasından adayların tespitini; serbest, eşit, gizli oy, açık tasnif esasları çerçevesinde, tüzüklerinde belirleyecekleri usul ve esaslardan herhangi biri veya birkaçı ile yapabilirler. Siyâsî partiler, ön seçim ya da aday yoklaması yaptıkları seçim çevrelerinde, toplam olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının yüzde 5'ini aşmamak üzere ilini, seçim çevresini, aday listesindeki sırasını, ön seçim veya aday yoklaması tarihinden en az on gün önce Yüksek Seçim Kuruluna bildirmek koşuluyla merkez adayı gösterebilirler. Ön seçim ya da aday yoklaması yapılmayan yerlerde, siyâsî partilerin merkez yoklaması veya diğer usullerden biri veya birkaçı ile aday belirleme yetkileri saklıdır. Partilerin tüzüklerinde gösterilen merkez yoklaması dışındaki parti aday seçimleri seçim kurullarının yönetim ve denetimi altında yapılır. Partilerin tüzüklerinde herhangi bir seçim çevresinde bütün üyelerin iştiraki ile yapacakları ön seçimde bu kanunun ön seçimlerle ilgili hükümleri uygulanır…

Siyâsî partilerde aday adaylığı ve merkez adaylığı (Madde 40): Siyâsî partiler, Anayasa ve kanunlarda belirtilen şartlara aykırı olmamak kaydıyla adaylarda daha başka ne gibi şartlar bulunması gerektiğini tüzüklerinde gösterebilirler. Bir kimse, aynı zamanda, ön seçimlerde ve merkez adaylığında değişik siyâsî partilerden veya aynı partiden, aynı seçim için birden fazla seçim çevresinden ön seçime katılamaz. Bir kimse, bir partiden ön seçim veya merkez adaylığı yoklamasına katıldıktan sonra başka bir partiden merkez adayı gösterilemez ve partisinden istifa etmedikçe bağımsız aday olamaz…”


Mayıs 2023 Seçimleri, buraya kadar kısım kısım taşıdığımız kanunun ülkemizin bütünü tarafından tartışılmasını gerektirir. Millet İttifakı’nın bütün ilkeleriyle aykırı davrandığı mevcut Siyâsî Partiler Kanunu, Cumhur İttifakı bileşenlerince de aynı fayda ile kullanılmaktadır. Peki, ülkenin idaresine talip olan siyâsî partilerin yasama ve yargı bakımından denetimden uzak olması bir yana, liderlerin ve liderleri yönlendiren grupların ellerinde heder edilmeleri Türkiye’ye bir kazanç sağlamakta mıdır?

Bir de, aynı kanunun üçüncü kısmında yer alan “Malî Hükümler” başlığıyla ülkemizdeki siyâsî partilerin malî yükümlülüklerine, alabilecekleri bağışlara ve Hazine yardımı mevzuuna bakalım:

“Partilerin Gelirleri / Gelirler ve Kaynakları (1) (Madde 61): Siyâsî partilerin gelirleri amaçlarına aykırı olamaz. Siyâsî partiler aşağıda belirtilen gelirleri elde edebilirler: (a) Parti üyelerinden alınacak giriş aidatı ile üyelik aidatı; (b) Partili milletvekillerinden alınacak milletvekilliği aidatı; (c) milletvekili, belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği ve il genel meclis üyeliği aday adaylarından alınacak özel aidat (bu aidatlar 64’üncü maddedeki esaslar dahilinde siyasi partilerin yetkili merkez karar organlarınca tespit ve tahsil olunur); (d) parti bayrağı, flaması, rozeti ve benzeri rumuzların satışından sağlanacak gelirler; (e) parti yayınlarının satış bedelleri; (f) üye kimlik kartlarının ve parti defter, makbuz ve kâğıtlarının sağlanması karşılığında alınacak paralar; (g) partice tertiplenen balo, eğlence ve konser faaliyetlerinden sağlanacak gelirler; (h) parti mal varlığından elde edilecek gelirler; (i) bağışlar; (j) (Ek: 27/6/1984 - 3032/1 md.) Devletçe yapılan yardımlar.

(…)

Bağışlar (Madde 66): Genel ve katma bütçeli dairelerle mahallî idareler ve muhtarlıklar, kamu iktisadî teşebbüsleri, özel kanunla veya özel kanunla verilen yetkiye dayanılarak kurulmuş bankalar ve diğer kuruluşlar, kamu iktisadî teşebbüsü sayılmamakla beraber ödenmiş sermayesinin bir kısmı Devlete veya bu fıkrada adı geçen kurum, idare, teşebbüs, banka veya kuruluşlara ait müesseseler, siyâsî partilere hiçbir suretle taşınır veya taşınmaz mal veya nakit veya haklar bağışlayamaz ve bu gibi mal veya hakların kullanılmasını bedelsiz olarak bırakamazlar; bağlı oldukları kanun hükümleri dışında siyâsî partilere aynî hakların devrine dair tasarruflarda bulunamazlar. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ile bunların üst kuruluşları, dernekler, vakıflar ve kooperatifler, özel kanunlarında yer alan hükümlere uymak koşuluyla siyâsî partilere maddî yardım ve bağışta bulunabilirler. Yukarıdaki fıkranın dışında kalan gerçek ve tüzel kişilerin her birinin bir siyâsî partiye aynı yıl içerisinde iki milyar liradan fazla kıymette aynî veya nakdî bağışta bulunması (ek ibare: 2/1/2003-4778/8 md.) veya yayınları kullandırması yasaktır. Bağış veya bağışların bağışta bulunana veya yetkili temsilcisine veya vekiline ait olduğunun partice verilen makbuzda açıkça belirtilmesi gerekir. Böyle bir belgeye dayanılmaksızın siyâsî partilerce bağış kabul edilemez (ek cümle: 13/2/2011-6111/181 md.).

(…)

Ticarî faaliyet, kredi ve borç alma yasağı (1) (Madde 67): Siyâsî partiler ticarî faaliyette bulunamazlar, kredi veya borç alamazlar. Ancak, ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 66’ncı maddenin 1 ve 3’üncü fıkralarında gösterilenler dışında kalan gerçek ve tüzel kişilerden kredili veya ipotek karşılığı mal satın alabilirler.

Taşınmaz mal edinme (Madde 68): Siyâsî partiler, ikâmetleri ile amaç ve faaliyetleri için gerekli olanlardan başka taşınmaz mal edinemezler. Partiler, amaçları içinde olmak şartıyla sahip oldukları taşınmaz mallardan gelir sağlayabilirler (ikinci fıkra mülga: 12/8/1999-4445/25 md.).

Gelirlerin sağlanmasında usul (Madde 69): Bir siyâsî partinin bütün gelirleri, o siyâsî partinin tüzel kişiliği adına elde edilir. Siyâsî partilerin genel merkezlerinin ve teşkilat kademelerinin gelirleri, parti merkez karar ve yönetim kurulunca bastırılan makbuzlar karşılığında alınır. Bastırılan ve parti teşkilat kademelerine gönderilen gelir makbuzlarının seri ve sıra numaralarına ait kayıtlar parti genel merkezinde tutulur. Parti teşkilat kademeleri, aldıkları ve kullandıkları makbuzlar dolayısıyla parti merkez karar ve yönetim kuruluna karşı malî sorumluluk taşırlar…

(…)

Devletçe yardım: Yüksek Seçim Kurulunca son milletvekili genel seçimlerine katılma hakkı tanınan ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 33’üncü maddesindeki genel barajı aşmış bulunan siyâsî partilere her yıl Hazine’den ödenmek üzere o yılki genel bütçe gelirleri ‘(B) Cetveli’ toplamının beş binde ikisi oranında ödenek malî yıl için konur. (…) Bu madde uyarınca yapılacak yardımlar sadece parti ihtiyaçları veya parti çalışmalarında kullanılır…”

Buraya kadarki maddeler, bir siyâsî partinin seçim sürecini etkileyen içeriğe haizdi. Bir de kısaca, Türkiye’deki herhangi bir siyâsî partinin tâbi olduğu yasaklar ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlılığını ortaya koyan umdelere bakalım:

“Demokratik Devlet düzeninin korunması ile ilgili yasaklar (Madde 78): Siyasi partiler, (a) Türkiye Devleti’nin Cumhuriyet olan şeklini, Anayasa’nın başlangıç kısmında ve 2’nci maddesinde belirtilen esaslarını, Anayasa’nın 3’üncü maddesinde

açıklanan Türk Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî marşına ve başkentine dair hükümlerini, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunun ancak Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını, Türk milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü, seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler. (b) Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar. (c) Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. (d) Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar. (e) Genel ahlâk ve adaba aykırı amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. (f) Anayasa’nın hiçbir hükmünü, Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar.

Millî devlet niteliğinin korunması bağımsızlığın korunması: Madde 79 – Siyâsî partiler a) Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerarası hukuk alanında bağımsızlık ve eşitlik ilkesine dayanan hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmak yahut milletlerarası hukuk gereğince münhasıran Türkiye Cumhuriyeti’nin yetkili olduğu hususlara diğer devletlerin, milletlerarası kuruluşların ve yabancı gerçek ve tüzelkişilerin karışmasını sağlamak amacını güdemezler ve bu amaçlara yönelik faaliyette bulunamazlar. b) (Mülga: 12/8/1999 - 4445/25 md.) c) (Değişik: 12/8/1999 - 4445/13 md.) Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan Türk uyruğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden herhangi bir suretle, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yardım kabul edemezler, bunlardan emir alamazlar ve bunların Türkiye’nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamazlar.

Devletin tekliği ilkesinin korunması: Madde 80 – Siyâsî partiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı Devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Azınlık yaratılmasının önlenmesi: Madde 81 – Siyâsî partiler; a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler. b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar. c) Tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında, kongrelerinde, açık veya kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde, propagandalarında Türkçeden başka dil kullanamazlar; Türkçeden başka dillerde yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları, broşür ve beyannameler kullanamaz ve dağıtamazlar; bu eylem ve işlemlerin başkaları tarafından da yapılmasına kayıtsız kalamazlar. Ancak, tüzük ve programlarının kanunla yasaklanmış diller dışındaki yabancı bir dile çevrilmesi mümkündür.

Bölgecilik ve ırkçılık yasağı: Madde 82 – Siyâsî partiler, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Eşitlik ilkesinin korunması: Madde 83 – Siyâsî partiler, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu prensibine aykırı amaç güdemez ve faaliyette bulunamazlar.”

Mesele, Erdoğan’ın karşısına tuvalet terliği bile konulsa tuvalet terliğine oy verme tercihinde bulunan zihni anlayabilmek. Bunun için Millet İttifakı’nın vaatlerine dahi bakmak yeterli olacaktır. 

Tavsiye

Mayıs 2023 Seçimleri, buraya kadar kısım kısım taşıdığımız kanunun ülkemizin bütünü tarafından tartışılmasını gerektirir. Millet İttifakı’nın bütün ilkeleriyle aykırı davrandığı mevcut Siyâsî Partiler Kanunu, Cumhur İttifakı bileşenlerince de aynı fayda ile kullanılmaktadır. Peki, ülkenin idaresine talip olan siyâsî partilerin yasama ve yargı bakımından denetimden uzak olması bir yana, liderlerin ve liderleri yönlendiren grupların ellerinde heder edilmeleri Türkiye’ye bir kazanç sağlamakta mıdır?

Bir şehit yakınına küfreden adamın tam yargılanma süreci doğacakken üyesi olduğu partiye yüksek meblağlarda bağış yapmasıyla yeniden dokunulmazlık elde etmesi de, İstanbul mitinginde iktidardaki partinin üyesi olmasına rağmen 2 milyon kişinin LGBT ve feminizm sevici olduğu için yuhaladığı birinin hem milletvekili, hem de Meclis Grup Başkanvekili olması da söz konusu kanunun siyâsî partileri halk dinamiklerinin yönetmediğini göstermektedir.

Mevzu şu ki, Recep Tayyip Erdoğan, kendisi kadar cesur olmayan ve bu ülkenin yasama ve yargı vesayetinin sürmesi için adeta çabalayan kimseler nedeniyle önümüzdeki beş yıllık süreçte farklı bir icraat olarak bu ülkeye yeni bir muhalefet sistemi kazandıracaktır. Ancak bu muhalefet sisteminin mekanizmalarından kimi esnek, kimi uzlaşmacı olurken, kimi parça ise çok sert de olabilecektir. Önemli olan elbette toplumu okurken ahlâkla yaşayan birimler doğurmaktır. Fakat mevcut kanun, her parçayı sert ve ahlâk tanımaz olmaya sürüklemektedir.