Muhalif şahsiyetler, hür fikirler ve kurulan tuzaklar

“O hâlde başka bir eksiğimiz var. İlerlemeye engel olan illete malûluz. İşte bu eksiğimiz ve bu illetimiz, tenkide tahammülsüzlüğümüz, hür fikre karşı düşmanlığımız, bir kelime ile taassubumuzdur.” (Ali Fuat Başgil)

MAKALEME önce şöyle bir analoji ile başlamak istiyorum: “Her iktidar haklıdır, mutlaka doğru işler yapar.”

Ya da “Her muhalefet haksızdır, mutlaka yanlış işler yapar”.

Bu analojinin tersi de geçerlidir.

Mezkûr analojinin mantığını sadece partisel ve politik bağlamda düşünmemek lâzımdır. Benim bundan öte murâdım, hâkim düşünce (iktidar gücünü elinde bulunduranlar ve buna iltisaklı olan kişi ve grupların düşünceleri) ile muhalif düşünce arasındaki korelasyondur.

Başka bir deyişle, iktidar gücünü elinde bulunduran ve iktidara sırtını dayayan şahsiyetlerin düşünceleri ile muhalif düşünceye sahip olan şahsiyetlerin düşünce korelasyonlarının simetrik mi, yoksa asimetrik mi olduğunu tartışmak ve neticede nasıl bir sonuç ortaya çıkacağını analiz ederek bu şahsiyetlerin duruş, düşünce, tutum ve davranışlarının nelere sebebiyet verdiğini ortaya koymaktır.

Her şeyden önce şunu açıkça belirtmek gerekir ki, ister iktidar ve iktidarı destekleyen şahsiyetlerin düşünceleri olsun, isterse muhalefet ve muhalefeti destekleyen şahsiyetlerin düşünceleri ve muhalefet partileriyle hiçbir ilişkisi olmadığı hâlde fikir ve düşüncenin namusu adına hareket eden ve bu bağlamda görüş ve düşüncelerini hür ve bağımsız bir şekilde ortaya koyan muhalif şahsiyetlerin düşünceleri olsun, her biri son derece saygın ve değerlidir. 

Yeter ki bu görüş ve düşünceler aklî, ilmî ve savunulan fikir ve konuların birincil derecedeki kaynaklarına ve aslî referanslarına atıfla sağlam temellere dayansın ve birtakım hevâ, heves ve dünyevî menfaatler uğruna ve dahi körü körüne bir grupçuluk ve tarafgirlik duygu ve düşüncesiyle indî (subjektif) olarak hareket edilmiş olmasın.

Mâmâfih hiç kimse unutmasın ki, “Müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakikat doğar” (Fikirlerin çatışmasından, çarpışmasından hakikat güneşi doğar).

Ama hoşunuza gitmiyor diye, âmiyâne tâbirle, “dalkavukluk ve yalakalık” yapmıyor diye fikirleri boğarsanız, hele de bu, otoritenin gücünü kendisinde vehmeden birtakım örgütlü çevrelerle birlikte ve de yargı ve yargılama eliyle yapılırsa, o zaman bu ülkede ve bu toplumda hür fikir ve tefekkür (düşünce) nasıl neşvünemâ bulacak, dolayısıyla ülke nasıl kalkınacaktır?

Düşünen ve fikir üreten beyinler “Galileo”nun düştüğü duruma düşürülürse, Galileo ya da İslâm tarihinde Hasan el-Basrî ve Ebu Hanif (Hanife) gibi değerli şahsiyetlerin başına gelenler bugün de birilerinin başına geliyor ve gelecekse, o zaman bu beyinler başka diyarlara niçin göç etmesin? Bunun örneklerini başka bir versiyondan ünlü âlim ve mütefekkir Mûsâ Cârullah Bigiyef, Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Almanya’dan ülkemize gelen ve başka ülkelere giden Yahudi asıllı bilim insanlarında görmedik mi? Bu durumda beyin göçünün müsebbipleri kim olacaktır? 

Veya fikirler susturulursa, o zaman bu topraklarda ilim, bilim, düşünce ve fikir nasıl gelişecektir? Bunu yapanlar bu ülkeye, bu topluma, ilim ve düşünce dünyasına en büyük zararı vermiş olmuyorlar mı? Böylesi bir durum ve yaptırım bir ülkenin, bir milletin geleceğini çalmak olmuyor mu?

Ey insaf ve vicdan sahipleri! Allah aşkına siz söyleyiniz, olmuyor mu?

Her muhalif düşünce ve fikri, iyi niyetle yapılan her eleştiri ve tenkidi suçmuş gibi göstermek, suçlamak ve yargılamak hangi insaf ve vicdana sığar ve böyle bir yaklaşım milletin maslahatı için ne gibi fayda sağlar?

Bu bağlamda ilkeler ve değerler manzûmesi açısından Hükûmet’in bazı icraatlarını yanlış bularak eleştiren ve engin ve derin bilgi birikimleriyle geniş kitleleri etkileme gücü olan çok kıymetli bazı muhalif âlim, mütefekkir, kanaat önderi gibi şahsiyetler de kendilerine çok dikkat etsinler.

Zîrâ, ince ve sinsi İngiliz ve Amerikan siyâseti, Hükûmet’e muhalif ve kitleleri etkileme gücü yüksek olan bu gibi önemli şahsiyetlerin peşine düşer ve onları mercek altına alırlar. Amaçları ülke aleyhine onları kullanmaktır. Onlar da haklı olarak çok gadre uğradıkları için, duygusal boyutta bu mânâda büyük riskler taşımaktadırlar. Sakın ha, bunlar da “pireye kızarak yorgan yakmasınlar” ve yabancıların kurmuş oldukları şeytanî tuzaklara düşmesinler!

Ama ne yazık ki, eli yüzü temiz bazı muhalif yazarlar ve hiç umulmadık bazı siyâsî partiler çoktan bu tuzaklara düştüler bile! Bu meyanda sâir muhalif partileri zikretme ihtiyacı dahi duymuyorum. Onlar zâten “aslî suç” itikadına bağlıymış gibi, daha temelden (fundamentalist olarak) iktidara karşı idiler ve bu iktidarı devirmek gibi “kutsal” (!) bir görev edinmişlerdi. Onun için de bu tuzağın gönüllü partnerleriydiler.  

Ancak, düşünen beyinler ve âlim şahsiyetli olanlar, Hükûmet’in icraatını eleştirmek nokta-i nazarından birçok konuda haklı olsalar bile, ülkenin âli menfaatleri ve milletin maslahatı için çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. 

Bizler yabancıları ve kötü niyetli olanları iç işlerimize karıştırmadan kendi kavgamızı kendi içimizde veririz. Aksi takdirde birliğimiz, dirliğimiz bozulur. Düşmanın istediği tam da bu değil midir? Bu mânâda Kur’ân’ın ilgili âyetlerini, Allah Rasûlünün Veda Hutbesi’nde söylediklerini ve Göktürk anıtlarında (Orhun kitâbeleri) yazılanları lütfen kimse göz ardı etmesin! Truva atı rolünü oynamaya hem gerek yoktur, hem de kimsenin buna hakkı yoktur. 

Hükûmet de lütfen kendisine çekidüzen versin! Bu değerli şahsiyetleri bir oy uğruna bazı medyatik akl-ı evvellere ve menfaatperest partici partizanlara yem etmesin ve harcatmasın! Unutmasın ki, şahsiyetli âlim ve düşünürler bir ülkede çok zor ve nâdir yetişir. Hükûmet edenler akıllarını başlarına alsınlar. İnat etmenin ve bunları görmezden gelmenin bir anlamı yoktur. 

Diğer yandan, bu değerli şahsiyetler hiç unutmasınlar ki, nihâyetinde yöneticiler de birer insandır. Elbette hata yapacaklardır. Yine hiç unutulmasın ki, ülke el’an anayasal olarak lâiklik, demokrasi ve modern hukuk ile idâre edilmektedir. 

Sayın Cumhurbaşkanı’nı bir “İslâm Halifesi” ya da “Emirü’l- mü’minûn” olarak görenler ya da böyle görmek isteyenler fenâ hâlde yanılmaktadırlar. Onun için bu hatalı bakış açısına yakalanmamak icâb eder. 

Ama zât-i âlileri, kendisini böyle algılıyor ve kendisine böyle bir rol biçiyorsa ve dahi kendisine itaat ve biat edenler de böyle düşünüyorlarsa, o zaman işin rengi değişir ve bir İslâm halifesinde bulunması gereken sıfat ve nitelikler ana kaynak (Kur’ân’ın ilgili hükümleri) itibariyle devreye girer ve o zaman bu bağlamdaki her türlü eleştiri meşrû ve mubah hâle gelir.

Yok, eğer böyle değilse -ki en azından anayasal olarak bu mümkün değil-, o zaman dînî argümanlı eleştirel otomatikman sâkıt olur, demokratik eleştiriler devreye girer. Bu da herkesin hakkıdır ve hükûmet etme biçimi açısından hiç kimse lâ yüs’el (sorgulanamaz) değildir.

Makalemi, bir dostumun (Prof. Dr. İsmail Güvenç) bir paylaşımda hatırlattığı üzere, değerli mütefekkir Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in şu sözleriyle bitiriyorum:

“Kanaatim şudur ki, biz Türkleri, gerek fert ve gerek cemiyet olarak, Garplılardan ayıran ne zekâ, ne kabiliyet, hatta ne de çalışkanlıktır. Kudret eli, Türk’e, terakkinin temel şartı olan bu üç nimeti bol bol ihsan etmiştir. Daima söylediğim gibi biz Türkler, yeryüzünün en zeki, en kabiliyetli milletlerinden biriyiz. Bununla beraber, yüz elli seneden beri ilerlemiyor, bocalıyoruz.

O hâlde başka bir eksiğimiz var. İlerlemeye engel olan illete malûluz. İşte bu eksiğimiz ve bu illetimiz, tenkide tahammülsüzlüğümüz, hür fikre karşı düşmanlığımız, bir kelime ile taassubumuzdur.

Bu illetimiz kâh dînî, kâh laik, kâh siyâsî, kâh ictimâî, çeşitli şekillerde depreşmekte ve bizim enerji kaynaklarımızı tüketip kurutmaktadır. Onun için bizde yüksek tefekkür hayatı doğmuyor, yüksek ilim ve mütefekkir yetişmiyor.

İlim ve fikir adamları cemiyet yolunu aydınlatan ışıklardır. Hür fikre ve yaratıcı tenkide tahammül gösteremeyen cemiyetlerde bu adamlar yetişmez.

İlim ve fikir adamlarının hakaret gördüğü memleketlerde bu adamlar siner, her biri kendi kabuğuna çekilir. Nihayet bilgileri ile birlikte mezara gömülür. Bundan cemiyet ve insanlık zarar görür.

Şarkta ve Garpta, hemen bütün dünya milletlerini tanıdım. Kendi milletimi de gayet iyi tanırım. Bütün bu tanıdıklarım arasında en müsamahasız, maalesef kanaate karşı en merhametsiz, hülâsa en mutaassıp, maalesef biz Türkleriz. Moda fikirlere en çok ve en erken de kapılan biziz. Ve kapıldığımız fikrin neticeleri gözler önüne serilmiş birer felâkette olsa, taassupta devam ederiz. İşte bunun için ilerleyemiyoruz.

Fikirden korkmayınız.

Emin olunuz ki yeryüzünde zararlı tek fikir, tenkit süzgecinden geçmeyendir. Tahammül ve müsamaha gösteriniz. Kabul ediniz ki sizden başka ve belki daha iyi düşünenler vardır.

Müsaade ediniz fikirler serbestçe münakaşa edilsin, yaratıcı tenkit rolünü serbestçe oynasın. Fikirler çarpışsın, çürükleri dökülsün, sağlamları millet hayatı için birer rehber olsun. İlim, terakki, medeniyet bundan doğar.” (Ali Fuat Başgil, İlmin Işığında Günün Meseleleri, Yağmur Yayınları, İkinci Baskı, s. 255-256)