
ÜLKEMİZDE resmî ve özel kurumlar tarafından yapılan araştırmalara göre, yurtdışında
eğitim görmek isteyen gençlerin sayısı her geçen gün arttığına dair istatistikler
yayımlanıyor. Özellikle muhalif medyanın temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp
servis ettiği konulardan biri olan bu alan hakkında, yüzdelerin olduğundan
fazla gösterildiği su götürmez bir gerçek.
Özellikle özel kurumlar tarafından yapılan araştırmalarda,
ülke geneline dağılan kişi tercihleriyle yapıldığına dair bir kaynak
gösterilmiyor. “Gençler eğitim için yurtdışını tercih ediyor” manşeti ile
servis edilen muhalif haber sitelerinden yirmiye yakın istatistik (güya)
beyanında ekonomik durum, şehir bilgisi, öğrencinin okuduğu lise gibi bilgilere
yer verilmediği görülüyor.
Bu araştırmalarda, gençlerin üniversite eğitimi için
yurtdışını tercih etme gerekçelerinin neredeyse tamamının yönlendirme
barındıran sorularla yapıldığını, dolayısı ile muhalif politik kaygı
barındırdığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.
Kendi öngörüleri ile belirledikleri alanlarda, kendi
tercihlerine yakın bireyler arasında gerçekleştirilmiş pek çok özel anket
sonuçlarına göre ve Türk kültürünü asimile etmeyi vazife edinmiş, FETÖ gibi
terör oluşumlarını destekleyen Spuntik ve benzeri haber kanalları, gençlerin yüzde
76’sının yurtdışında okumak istediğini belirtirken, yüzde 50’sinin mutsuz
olduğunu, parasızlık ve işsizlikten şikâyetleri bulunduğunu iddia ediyor.
İşte tam burada hayli tutarsız bir durum ortaya
çıkıyor! Döviz kurlarının anî yükselişi ile yurtdışı eğitim maliyetinin hayli
yüksek meblağlara mâl olması kaçınılmazken, parasızlıktan ve işsizlikten ve
dahi bu iki şarta bağlı mutsuzluktan şikâyet eden gençlerin her yıl 25-30 bin
dolar gibi bir maliyet ile yurtdışına çıkma hayâlinin ayaklarını nasıl yere
bastıracağı sorunu akıllara geliyor. Tabiî ezberci olmayıp düşünenler için…
Ve Türkiye’den eğitim için giden öğrencilerin yıllık
2 milyar doları öncelikli olarak ABD’ye (yurtdışı eğitim tercihi ile Türkiye
9’uncu sırada) ve Almanya’ya (11’inci sırada) götürüldüğü de bu istatistiklerde
yer alıyor. Türk lirasına çevirdiğimizde Türkiye’de ekonominin kötü olduğunu
değil, hayli iyi olduğunu ispatlamış olan muhalif kesime inanan kitlenin zekâ
potansiyelini seyretmek hayli keyifli doğrusu.
Evet, hayâlleri dahi politik araç hâline getiren
muhalefeti bir yana bırakalım ve kısaca ne olması gerekliliğine dair bir cümle
kuralım: “İlim Çin’de de olsa ona talip olun. Çünkü ilim, her Müslümana
farzdır.” (Beyhakî, Şuabu’l-İman-Beyrut, 1410, 2/253)
Bu hadîs-i şerifin izinde ilme yol almak ve ilim
için yolculuk yapmakta bir beis olmadığını düşünenlerdenim. Hele alınan ilim
sonrası vatanına dönüp hizmet edilecekse, bu durum benim için alkışı da hak
eder.
Öte yandan, MEB ve YÖK gibi resmî kurumların resmi
sitelerinde “uluslararası eğitim” için yardımcı olunacağına dair duyurular yer
alıyor. Eğitim simsarlığı yapan dolandırıcı tacirlere uyarı ve burs desteğinden
denklik meselesine dair hayli açıklayıcı bu metinler resmî olarak (Devlet
kurumu/iktidar) Devlet’in kimseyi tercihinden dolayı yargılamadığını ve hatta
gereken ne ise yapılması gerektiği gayretinden söz ediyor bize.
Bu konuyla ilgili kendi tecrübelerimden hareketle
(öğrencilerim ve ebeveynleri), gençlerin yurtdışı eğitim tercihleri ile ilgili
servis edilen haberler gerekçesiyle belirtilen artış nispetince endişelerin de arttığını
sezinliyorum.
Her iki cihetten kısa bir resim çizmeye çalıştığım
bu konuyla ilgili, vatanında tıp eğitimi almış, yine vatanının en uç noktası
Hakkâri’ye tabip olarak atanmış gencecik bir doktorun objektif değerlendirmeler
içeren mektubunu sizinle paylaşıyorum.
Sadece muhalif görüşe gönderme yapmak sığ bir
yaklaşım olacağından, “Duman çıkıyorsa ateş vardır” diyerek, körüklemek yerine
su taşımak gerekliliği ile ilgili makamların gayretlerine gayret eklemelerini
umarak, dergimiz Kültür Ajanda’nın “Okuyucu Mektupları” sayfasına yazan genç
doktorun bu konudaki olumlu-olumsuz görüş beyanının önemli olduğunu
düşünüyorum.
Kırmızı
çizgiler ve hekimlik onuru
“Ağustos
ayının son günlerinde, uzun bir yolculuktan sonra memleketin en batısından en
doğusu olan Hakkari Yüksekova’ ya ulaşmıştım. ‘Orası mı çıktı, tüh! Neyse, kısa
kalır, gelirsin’ gibi moral verici (vermeyen) cümlelerin arasında cılız birkaç
kişiden de ‘Ben orada çalıştım’ ya da ‘Yakın yerde çalıştım, şöyle yap’ gibi
yol gösteren ifadelerin arasında yol bitti ve iş başı yaptım.
Poliklinik
odamın olmaması, cerrahi malzemelerin eksik olması, ‘Zaten buraya doktorların
en kötülerini yolluyorlar’ algısı, benim ve tüm doktor arkadaşlarımın mücadele
etmesi gereken ortak sorunlardı. Bazıları çabuk aşıldı, bazılarını ise aşmak
için hâlâ çaba harcıyoruz.
Hızlı
tanışma fasıllarının ardından işe koyuldum. Hastalarımın şikâyetlerini
anlattıktan sonra, ilk cümleleri, ‘Hocam, Van’a mı gideceğim? Sevk yazabilir
misin?’ şeklinde oluyor. ‘Tabiî sevk edilmesi gerekenleri sevk ediyoruz ama bu
işlemi burada yapabiliriz, tedavini burada olabilirsin’ cevabının ardından
dudaktan dökülen iki cümle şöyle: ‘Hocam, sen kendine güveniyor musun? Bu
ameliyatı yapacak malzeme var mı?’ Bu noktada hastayı ikna etme ile ‘Aman,
seninle mi uğraşacağım? Van’a git’ demek arasında ince gelgitler başlıyor
zihnimizde. Dahası, altı sene tıp fakültesi eğitimi, arkasından tıbbî uzmanlık
sınavı ve hâlâ devam ediyor mu bilmediğim gün aşırı ya da blok nöbetli
asistanlık dönemi, çile ve ıstırapla dolu her doktor için ayrı bir hikâyesi
olan bu eğitim sürecini hastaya anlatmaktan vazgeçtiğim ve ‘Al, sevkin’ dediğim
noktada idareden, üst mâkâmlardan gelen yazı şu: ‘Çok fazla hasta sevk
ediyorsunuz, bu hususta gereğinin yapılmasını rica ederim…’
Yeni
bir ikilem daha başlıyor hastanede ya da hekimde: Tedavi olmak istemeyen bir
hastanın istediği yerde ve istediği imkânlarda tedavi olmasını mı
engelleyecektim? Operasyon kararı verdiğim hastanın da kabul ettiği durumda ise
işler daha karışıyor. ‘Sen bu ameliyatı yapacaksın ama hastaya bir şey olursa
mahkeme kapılarında uğraşırsın’ şeklinde başlayan, iyi niyetli ‘Başına belâ
alma!’ ana düşünceli meslektaş telkinleri, ‘Kendine güveniyorsan yap’ tarzındaki
hasta yakını baskıları, ‘Malzeme yok, bunları alamayız. Alsak bile gelmesi
aylar sürer’ diyen idareciler… ‘Bir iş nasıl yaptırılmaz?’ın anatomisinde bu
garip gerçekliğe şahit oluyoruz. Kantinde, doktor odasında, ayaküstü iki doktor
arasında bile ilk cümlemiz şu: ‘Bu şartlarda nasıl doktorluk yapılacak?’
Daha
da ilerisi de var: ‘Bizim muadilimiz bir doktor, Avrupa’da, Amerika’da şu
şartlarda çalışıyorken, imkânları fazlayken, daha iyi maaş alıyorken neden
duralım?’ Ev-araba almak, evlenmek için çabalayanların yanında, özellikle benim
gibi yeni mezun uzman ve yeni mezun pratisyen hekimlerde yurtdışı sevdası tetiklenmesin
mi?
Meslekî
kaygılarımı ve yurtdışı fikrini sorguladım, ‘Devletimiz bize daha iyi imkânlar
sağlayabilir mi?’ sorusu geldi önce aklıma. İçimdeki cevap ‘Evet’ idi.
Doktorunu ülkenin en uç noktasına gönderen Devletimiz, onun teknik
ihtiyaçlarını, vazifesini hakkıyla yapması için gerek duyduğu imkânı
sağlayabilir, bu kudrete sahip.
Hekimlik,
hocadan öğrenciye yani ustadan çırağa geçen bir sanattır. Bu sanatı hakkıyla
icra edecek yetişmişlerin gelmesi için hocalara ihtiyaç vardır. ‘Devletim
doktorlarına, öğrenci yetiştirmeleri, eğitim vermeleri, ameliyatlar yapmaları
için daha iyi, maddî-manevî gelecek kaygısı ile hasta bakmadıkları bir ortam
sağlayabilir mi? Evet! Fizikî şiddetten kurtarabilir, mobbingi engelleyebilir
mi? (Buna benzer pek çok sorumun cevabı aynı:) Evet!
İğneyi
kendime batırma sırası geldi: Gemi en küçük su alma tehlikesi yaşadığında onu terk
etmeye kalkmak, bunu düşünmek doğru mu? Bizden önce bu topraklarda hekimlik
icra etmiş insanlar çok mu iyi şartlarda vazife yaptılar? 14 Mart Tıp Bayramı
hangi şartlarda ortaya çıktı?
Hekimlik,
zoru görünce tası tarağı toplamak değildi ve bu topraklarda hiçbir zaman kolay
olmamıştı. Hiçbir hekim, hele mesleğe yeni başlamış bizler, bu mesleği daha çok
kazanç için yaptığımız algısına kaptırmamalıyız. Kendi içimizdeki bu yanlış
anlama, dışarıdaki insanlara da sirayet ediyor ve ‘Doktor para için her şeyi
yapar’ algısını doğuruyor. Her anlamda daha iyi şartlarda doktorluk yapmak
hakkımız, ancak bunu yaparken gemiyi baltalamak yanlış! Bize güvenmeyen ve kapı
kapı dolaşan bir hasta topluluğu ve ‘Bizi nasılsa dâvâ ederler/döverler’ diye
düşünüp hiçbir şey yapmak istemeyen doktorlar hastaneleri doldurmakta.
Şuna
karar verdim: Hasta-hekim-devlet üçgeninde, ‘Hata nerede, kim suçlu, kimi
asalım, kim gitsin, kim kalsın?’ diye uğraşmak yerine, bunun üçlü bir sacayağı
olduğunun ve bir taraf eksildiğinde neler olacağının farkına vararak, kendimizi
doğru ifade ederek ve önce sorunlarımızı doğru şekilde anlatarak (sosyal
medyada değil), giderek değil kalarak, hastalarımızı kazanarak ve Devletimizin
de tüm bu çabalara yüz çevirmeyeceğine inanarak, hekimlik onurunu koruyarak
hareket edilmesi gerektiği kanaatindeyim.” (Dr.
Tayfun Çifteci, Hakkâri Yüksekova)