Muhalefete muhalefet etmekten yorulmadık mı?

Bugünden tezi yok, siyâsî kavga ortamından nemalananların tuzağından kurtulmalı, eskiden olduğu gibi icraatımızla gündem belirlemeli, muhalefetin kendi rezilliklerini örtmek için ürettiği suni gündemlerin rüzgârına kapılmamalı ve her yaptığımızı bıkmadan ve usanmadan, halkın gözünün içine sokup zihinlerine kazımalıyız. AK Parti ve Erdoğan’ın, aynı hızla hizmet üretip Türkiye’nin dünyadaki marka değerini yükseltirken, kendi oylarının düşmesine seyirci kalması düşünülemez.

TÜRKİYE’deki muhalefet tarzını millîleştirmek gereğinden bahsettik sürekli. İktidarın, yerli ve millî teknoloji hamlelerinin arasına muhalefeti de alması ve onları da yerli ve millî politikalar üretmeye zorlaması ne güzel olurdu aslında. Bize de muhalefete muhalefet etmekten fazlası düşerdi belki o zaman…

2020 yılında 95 makale yazmışım. Yaklaşık 75’i muhalefeti eleştirmek maksadını aşamamış. Dördü Çanakkale olmak üzere sekiz yakın tarih, on bir Korona, iki de Hükûmet’i eleştiren yazı sıkışmış araya, hepsi bu…

Hâlbuki iktidarının ilk on yılında, Hükûmet’in icraatı yazılır çizilirdi daha çok. Muhalefet de daha ziyâde bu icraat üzerinden yapılır ve sonuçlar tartışmaların önüne geçerdi genellikle. Aslında son on yılın icraatı ilk dönemden daha az değil. Hattâ ilk dönemde başlamış birçok projenin meyvelerinin toplanmaya başladığını da görebiliyoruz artık. Ama her nedense Hükûmet’in yatırımları, üretimleri konuşulmuyor son dönemde. Geçtiğimiz Cuma günü de yazmıştım; CHP, gündemi belirleyen parti oldu. Bu gerçeği es geçtiğimiz ya da kabul etmemekte direndiğimiz sürece gündem belirleyici de değişmeyecektir.

3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde yüzde 34,28 oranında oy alarak tek başına iktidara gelmişti AK Parti. 22 Temmuz 2007’de yüzde 46,58; 12 Haziran 2011’de ise yüzde 49,83 oy alarak tek başına iktidar geleneğini siyâsî tarihimize yerleştirmesi tesadüf değildi. O zamanlar da iktidarın yaptıkları ve yapmadıklarına muhalefet ediliyordu. Ne var ki iktidar, yaptıklarından aldığı doğru sonuçları seçimlerde oy hânesine artı olarak yansıtabiliyordu. Bunun bence en büyük sebebi, iktidarın icraat tanıtımı ve muhalefete muhalefet etmesindeki yöntemdi.

2014 yılı hem Türkiye, hem de AK Parti için bir dönemin sonunu oldu. 10 Ağustos’taki Cumhurbaşkanlığı Seçiminde, Türkiye’nin halkoyu ile seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu Recep Tayyip Erdoğan. Bu, Meclis çoğunluğu bulunamadığı için cumhurbaşkanı seçemediğimiz dönemlerden “367” garâbetine, oradan da cumhurbaşkanının adına uygun olarak cumhur tarafından seçilmesine uzanan meşakkatli bir yolun mucizevî sonucuydu. Yeni anayasa yapılamasa da kapsamlı bir Anayasa’da değişiklik ile Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin kabulüne kadar geçen yaklaşık üç yıl boyunca, genel başkanlığı kuruluşundan sonra ilk defa Erdoğan dışında isimlere teslim eden AK Parti için de yeni bir dönemdi bu.

AK Parti’nin ikinci Genel Başkanı sıfatıyla katıldığı 7 Haziran 2015’teki ilk seçimde hüsrana uğrayan Davutoğlu yenilenen 1 Kasım seçimlerinde 2011’deki oranı yakalamış olsa da parti içinde Erdoğan’ın etkisi devam ediyordu. Erdoğan, bugün “tarafsızlık” üzerinden yaşanan tartışmaların belki de âlâsını hak edecek bir anlayış ile oturdu Cumhurbaşkanlığı mâkâmında.

İşte bu dönem, Erdoğan’ın kendini ispat ve kabul ettirme dönemi olarak adlandırılabilir. Meşruiyeti, partili gibi davranarak seçimlere müdahale etmesi, mitinglere katılması üzerinden çok tartışıldı. O da bütün bu tartışmalara, zaman zaman dilini de sertleştirerek misliyle katıldı. Amaç, 16 Nisan 2017’deki Anayasa değişikliği ile ilgili referandumun doğuracağı “Partili Cumhurbaşkanı” kavramına alıştırmaktı belki de vatandaşı.

Sebep ne olursa olsun, sonuç olarak iktidar ve muhalefet arasında yaşanabilecek en sert tartışmalara, siyâset üstü ve siyâseten tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı ile muhalefet arasında şâhit oldu Türkiye. Bu hatâydı bence. 2015’teki ilk seçimlerde şehir şehir dolaşan Erdoğan’ın yenilenen seçimde neredeyse meydanlara çıkmamasının ardından 9 puan fazla oy alınması, AK parti seçmeninin de bunu hatâ olarak gördüğünün göstergesi olarak kabul edilebilir herhâlde.

(Daha önce defalarca yazdığım gibi, iki seçim arasındaki fark, Davutoğlu’nun başarısı değil, Erdoğan’ın taktiksel değişikliğidir.)

2017’deki referandumu ve ardından 24 Haziran 2018’deki birleştirilmiş seçimlerde Turgut Özal’dan beri beklediğimiz başkanlık sistemine geçerken yanında MHP vardı artık AK Parti’nin. Erdoğan, sonuçları tek başına iktidar olarak gerçekleşmiş olsa da Devlet Bahçeli’nin oylarına ihtiyaç duyuyordu artık. Bir ittifak kurmak, muhtaçlık göstergesi olmak zorunda değil elbette. Ancak gerek referandum, gerekse de Cumhurbaşkanlığı Seçimlerindeki ilk tur başarısı MHP’nin tabanından gelen oylarla kolaylaşmıştı.

2014’te başlayan Cumhurbaşkanlığı dönemi, Erdoğan’ın içeride izlediği siyâsî rekabetin yol haritasında da değişikliğe yol açtı. O günden beri AK Parti değil, Erdoğan tartışılır olduğu için, savunma refleksleri de ona göre gelişti, hattâ değişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem eski, hem de yeni sistemde yürüttüğü Cumhurbaşkanlığı süresince muhalefet liderleri ile basın ve kürsü üzerinden amansız bir kavganın içine soktu kendisini.

Hâlbuki, yukarıda oy oranlarıyla da anlatmaya çalıştığım gibi, AK Parti siyâseti yıkmak, kırmak, kavga etmek üzerine değil de icraatını anlatmak üzerine kurulu olduğu dönemde, toplumun teveccühü sürekli artmıştı. Zira vatandaş, kendi yararına yapılan icraat ne kadar aklında kalırsa iktidarı o kadar desteklemesi gerektiğini biliyordu.

Ne değişti peki? AK Parti icraat partisi olmaktan çıkıp da eski model siyâset yapan partilere mi benzedi?

Ne değişti?

Aslında bu sorunun cevabını siyâsetin içinde ve gelişmeleri takip eden herkes çok net bir şekilde “İcraat noktasında değişen bir şey yok” diye cevaplayabilir.

AK Parti, Cumhuriyet tarihinin en çok yatırım yapan, en çok politika ve proje üreten partisi olma hüviyetini devam ettiriyor. Bu özelliğinde 18 yıldır bir değişiklik olmadı. İçeriden ve dışarıdan ne kadar baskı, ne kadar engelleme olursa olsun, üreten ve Türkiye’yi büyüten parti olmaya devam etti AK Parti. Zaten muhalefet dâhil, hiç kimse “Erdoğan iş yapmıyor” eleştirisi getiremiyor. Son gelişmeler de gösterdi ki, Türkiye’nin muhalefeti, Erdoğan’ın şahsî kimliği üzerinde yoğunlaşmış durumda.

Daha önceleri “Ağzıyla kuş tutsa bu hükûmeti alkışlayacak değiliz” diyen zihniyet, bugün AK Parti’nin ilk on yılındaki görüntüyü överek anlatmaktan çekinmiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti ilk on yıldaki görsel çizgisine dönse, “İşte böyle, aferin!” demeyeceklerini biliyoruz elbette. Ama artık muhalefetle kavga etmekten kaçınmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Her gün seçim varmış gibi bir siyâsî kavga ortamını vatandaşın benimsemediği aşikâr. Kavgayı kışkırtanın muhalefet olduğunu söylemekse sonucu değiştirmiyor.

Doğrudur, tatsız tartışmalar her zaman muhalefetin söylemleriyle ateşleniyor. Ancak bundan nemalanan da sürekli muhalefet oluyor. Son yazımda dikkat çekmek istediğim gibi, gündem de bu kavgalar üzerinden belirleniyor. Tamam, muhalefet ne derse eyvallah edecek, susup işimize bakacak değiliz elbette, ama verdiğimiz cevapların tonunu miting konuşmaları seviyesinde tutar ve icraat anlatmaya ayırdığımızdan fazla süreyi “Bay Kemal’le” uğraşmaya ayırırsak, AK Parti’ye oy vermesini beklediğimiz kitlenin aklını başına getirmeye fırsat bulamayabiliriz.

2018 seçimlerinde, bir önceki seçime göre 7 puan kayıp yaşanmasının sebebini kimsenin eksik icraatla anlatamamasının sebebi de budur.

2023’e doğru yaklaşırken aynı tehlike büyüyerek devam ediyor. Dünyada tüketimin azaldığı, üretim ve yatırımların da neredeyse durduğu 2020 yılında bile Erdoğan hükûmetinin neler yaptığından bîhaber milyonları haberdar etmek lâzım.

MİT’e ait iki yeni hizmet binası, bir üniversite ve bir üniversite külliyesi, bir atletizm pisti, bir meydan ve 10 yeni millet bahçesi inşaatını tamamlamak Kovid-19 senesinde nasip oldu.

TSK’ya kazandırılan iki büyük tesis, 52 hidroelektrik santrali ve yüzlerce fabrika açılışı da bu dönemde yapıldı.

3’ü acil durum, biri üniversite, 5’i şehir hastanesi olmak üzere 12 sağlık tesisini açmak, 13 ulaşım projesinin bazılarına başlayıp bazılarının da açılışlarını yapmak, 7 baraj ve sulama projesini hayata geçirmek de 2020’nin yatırımları arasındaydı.

Siber Saldırılara Müdahale Merkezi’nden yerli solunum cihazı üretimine, TÜBİTAK Mükemmeliyet Merkezi’nden ilk millî helikopter motoruna kadar sayısız teknoloji merkezi ve gelişmeye imza attı Hükûmet bu dönemde.

Pandemi sürecinden etkilenen vatandaşlara yapılan 45 milyar TL nakit, işverene sağlanan kredi, kredi ve borç erteleme, SGK primlerinde destek gibi milyarlarca TL’lik ek gider ve 156 ülkeye yapılan tıbbî malzeme yardımı da cabası...

Yeşilin değerini en çok anladığımız dönemde, 410 milyon ağaç ve fidan dikildiği gerçeği ise “yatırım” denince akıllara bile gelmedi belki.

2020’nin en akılda kalıcı iki icraatı ise herhâlde Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılması ve Karadeniz’deki doğalgaz keşfi olarak sayılabilir. Buna ilâveten Azerbaycan’daki Türk zaferini de sayabiliriz belki. Sadece bu üçü bile bir iktidarı ilk seçimde uçurmaya yetecekken, AK Parti’nin Cumhur İttifakı’nı güçlendirme çabaları sadece daha geniş bir mutabakat arayışıyla açıklanamaz. AK Parti maalesef oy kaybediyor. Yaptıkları ya da yapmadıkları için değil, kendini anlatamadığı için oy kaybediyor. Senelerdir kendini anlatmak için harcadığı enerjisini artık muhalefete lâf yetiştirmek için kullandığı için oy kaybediyor.

Bu her kademede böyle maalesef! Sokaktan başlıyor, sosyal medyada büyüyor, yazılı ve görsel medyada gelişip teşkilâtlarda uykuya dönüşse de tepede hâd safhaya ulaşıyor. Bu da seçmen tercihlerine olumsuz yansıyor. Ve bugünkü tablo, 2023 için hiç de iç açıcı görünmüyor!

O hâlde, bugünden tezi yok, siyâsî kavga ortamından nemalananların tuzağından kurtulmalı, eskiden olduğu gibi icraatımızla gündem belirlemeli, muhalefetin kendi rezilliklerini örtmek için ürettiği suni gündemlerin rüzgârına kapılmamalı ve her yaptığımızı bıkmadan ve usanmadan, halkın gözünün içine sokup zihinlerine kazımalıyız. AK Parti ve Erdoğan’ın, aynı hızla hizmet üretip Türkiye’nin dünyadaki marka değerini yükseltirken, kendi oylarının düşmesine seyirci kalması düşünülemez.