Muhafız ruhlu şehir: Erzurum

Bu şehir sizi yaşam ve zamanla yüzleştirir. Biraz hoyrat, bir tarafı hep kederli; toprak altında yatanlardan uhrevî kokuların yayıldığı, vatan için her daim teyakkuzda, mahcup ve de sert şehirdir Erzurum. Tarihî ve kültürel birikimiyle gezmeye, görülmeye değer, heybemize alacağımız birçok mirasla hafızalardan silinmeyecek bir memleket...

“ERZURUM’un kışı zorludur balam/ Tandırında tezek yakar Erzurum/ Buz tutar yiğitlerinin bıyığı/ Ve geceleyin karlı ovada/ Kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı/ Erzurum’un düzdür, topraktır damı/ Erzurum güzelleri giyer balam/ İncecik ak yünden ehremı/ Yürek boynun büker balam/ Erzurumlu türkülere/ Halim selimdir Erzurum’un adamı/ Ve lâkin dönmesin gözü bir kere…”

Şehirler vardır sakin, dingin, canlı ve de coşkulu. Erzurum ise yanık bir türkünün iç dağlayan satırlarını hiç durmadan söyler hissi uyandırır zamanın içinde, mekânın kendine pay edilmiş köşesinde. Onun bu sesine en çok kulak veren dik başlı dağları, geniş ovaları, serin yaylalarıdır. Soğuğuyla bilinen Erzurum’u “camiler ve kapılar şehri” diye tanımlarım kendimce. Selçuklu’nun parmak izini taşıyan şehir, evliyalar ocağı, ozanlar diyarı, kahramanlar yatağıdır.

Dr. Osman Arı, “Varsın, bu topraklardan kış altı ay kalkmasın, bağrında sakladığı Yesevî torunlarıyla, İbrahim Hakkılarla, vatan için toprağa düşme sırrına eren şehitleriyle Erzurum toprakları sıcaktır” diyerek samimî bir tanımda bulunmuştur bu diyar için.

Ruhu özgür olanın meskeni yüceler olurmuş; Erzurum, konumlandığı coğrafyada 1890’a ulaşan rakımıyla yüksek dağların etrafını çevrelediği, içinde geniş ovaların yayıldığı, yükseklerine yaylaların kurulduğu, “Dokuz ay kış, üç ay ayaz, geri kalanı da yaz” diye anlatılan sınır şehridir. “Çift başlı kartal” simgesi, kundağını kucağında sardığı Selçuklu Devleti’nden, fıtratında var olan özgür ruhundan kaynaklıdır. Dokuz vilâyete sınır komşusu olan, tarihin zorlu dönemlerinde mezalimin, kuşatmaların hunharca sahnelendiği zamanlarda sonuna kadar mücadele etmiş, adeta yurdun sınır muhafızlığını yapmıştır.

Şehrin merkezine girdiğinizde sizi Çifte Minareli Medrese, 26 metrelik firuze renkli çinili minareleriyle karşılar. İki muhafızın kıyamda iki asırlık nöbetini tutar gibi dimdik, bir o kadar da dinç karşılar konuklarını. Yanına Ulu Cami’yi alan medrese, hemen karşısındaki Erzurum Kalesi’ni izlerken onun şahit olduklarına, düşman elleriyle açılmış yaralarına manevî ruhunda teselli merhemi sürer gibidir. Kale, “Devr-i Mutassıla” adı verilen (İstanbul, Kars, Kavak, Harput) ve Gürcü, Tebriz, Kars, Erzincan kapılarıyla dosta “buyur”, düşmana “mühür” olmuş, tarihî İpek Yolu’nun üzerinde olması sebebiyle her milletten insanla yüzleşme fırsatı bulmuştur.

Zamanın tüm dönüm noktalarının izlerini üzerinde taşıyan Erzurum, Üç Kümbetler Mezarlarında ağırladığı Emir Saltuk’la tarihin yaşadığı yerlerdendir.

Bu şehir, yurt olmaya kanı ve canıyla ant içmiş, bu uğurda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Osmanlı-Rus Harbi’nde şehrin korunması için yapılan Aziziye ve Mecidiye Tabyaları, “Evladım, anasız olur fakat vatansız olmaz” diyerek Rus ordularının üzerine baltayla yürüyen bu toprakların yiğit kadınlarının duruşunu ve cesaretini sessiz fakat ruhlara çarpa çarpa haykıran Nene Hatun’u bağrında misafir eder.

Kanunî’nin veziri Rüstem Paşa’nın inşâ ettirdiği iki katlı Taşhan Bedesteni, şehre mahsus Oltu taşıyla yapılan takı ve tespihlerden yansıyan siyah rengin ışıltısında vitrinlerin mahcubiyete düştüğü yerlerdendir. İki katlı olan bedesten, şehrin en cazip çarşılarından olma iddiasını hâlâ sürdürür.

Millî Mücadele’nin Erzurum Kongresi ile şekillendiği, yol haritasının çizildiği, Doğu Cephesi Komutanlığını üstlenmiş Kâzım Karabekir Paşa gibi bir vatan evladının ruhunun beslendiği, mayasının vurulduğu Erzurum, nice Allah dostu, evliya ve ilim ehlinin ocağı olmuştur. “Zülcenaheyn” yani iki kanatlı unvanı almış İbrahim Hakkı Hazretleri dinî ve fennî ilimler üzerine yoğun çalışmalar yapmış, “Marifetname” gibi önemli bir eseri bu şehirde miras bırakmıştır. Alvarlı Efe, Ömer Nasuhi Bilmen gibi birçok zâtı da kucağında büyütüp ilmin, irfanın hizmetinde, Allah’ın rızasına ulaşma gayretinde ışık olmaya talip gönüller beslemiştir.

Dedik ya, dağlarla çevrelenmiştir etrafı; Necip Fazıl’ın “Kat kat bulutları başımla deldim” dediği Palandöken, heybetine yakışır bir kahramanı, Abdurrahman Gazi’yi toprağında ağırlıyordur. Şehrin turizm merkezi olan Palandöken, 2011 yılında düzenlenen Üniversiteler Arası Kış Olimpiyatlarıyla hem şehre, hem de ülkeye önemli katkıda bulunmuştur.

Mûsikîye râm olmuş ozanları, Sümmani, Reyhani ve Erzurumlu Emrah, bu toprağın çilesini, gurbetin hasretini, sevdanın mahcubiyetini ve vatanın kutsiyetini gönülden söze, sözden tele dökmüşlerdir.

“Dadaş” denir insanına. “Ağabey, yiğit kimse” anlamına gelir. Bu ismin hakkını veren Erzurum halkı misafire, yabancıya, garip gurebaya yardım ve hürmetini esirgemeden gösterir. Zorlu coğrafyanın sert ve kavi duruşlu insanlarının yürekleri yumuşak, gönülleri safidir. Dağlarla, sert iklim koşullarıyla mücadele eden halkın, bu sebepledir ki sözü sınırlı, tebessümü miktarlı, kararı net ve keskindir. Şiirde de söylendiği gibi, “Dadaş bir yaydır, onu germeye gelmez/ Çağlayan bir sel olur, dağlara da baş eğmez”.

Öfkesi burnunun ucunda, merhameti kirpiğinde bekleyen bir damla yaştadır. Haksız mıdır? Çocuk yaşta dinlemeye başladığı hikâyelerle gidenin gelmediği, her evden birinin esir düştüğü, mezalimin acı yüzünün ve de sevdaların dillerde ve gönüllerde sır olduğu bu kültürde başka türlüsü yaşanabilir miydi?

Fakat sıra toya, düğüne geldiğinde bunun hakkını vermekte mahirdir. Davul ve zurnanın baş konuk olduğu toylarda “Başbar, Hançer Barı, Tillara” gibi erkek oyunları meydanlara dökülürken, hanımlarda ise “Aşşahtan Gelirem”, “Çift Beyaz Güvercin”, “Deli Kız Sinin Geliyor” ayaklarıyla asırlık oyunlar halâ diri tutulur. Bu yorgunluğun üzerine olmazsa olmaz çay arz-ı endam eder ortamlara. Kutlamaya şekerle, limonlu ve oldukça açık tercih edilen çaylar bir iki bardak değil, bir iki demlikte ancak sonlandırılır. “Canan ölim hele tezele” diye uzanan bardakların dem miktarı çiçek yağlarıyla yarışır tondadır.

Erzurum ve Pasinler ovası, başakların ışıltısının dağıldığı, yemyeşil meralarında hayvanların yayıldığı tablo görüntüleriyle çarpar gözümüze. Bolca yetişen kavak ağaçları yol kenarlarında sıralı dizilişleriyle, dağlardan gelen kekik kokularıyla, engâh engâh akan dereleri ve çaylarıyla dinginliğin, huzurun zirvelerinde dolaştırır insanı.

Erzurum şehir merkezinde, yol üzerinde sık aralıklarla yapılmış çeşmeler kevenk taşlarıyla, üzerlerindeki kitabeleri ve çift musluklarıyla dikkatleri çeker. Duvarına zincirle iliştirilmiş bakır maşrapaları hemen hemen hepsinde mevcuttur. Bunlardan en bilineni Cennet Çeşme’dir. İlhanlı ve Selçuklu dönemlerinden kalma kemerli taş köprüler bir parça tahrif olsalar da ana hatlarını korumuşturlar. Her köprü gördüğünüz yerde muhakkak bir çoban ve de sürüsüne rastlarsınız. Elindeki ufak çakısıyla ya bir elmayı soyuyor ya da bir türkünün derdini anlatıyordur.

Erzurum’a yolunuz düşerse bir gün mutlaka cağ kebabının tadına bakmalısınız. Üzerine bol cevizli, ince sarılmış, şerbetli kadayıf dolması yemeden tabiî ki olmaz. Daha sonra bir çay bahçesinde semaver çayı da isterseniz, bir parça şehri tatmış olursunuz. Teşekkür etmek için “Cedden rehmet” demek, inanın, karşı tarafı ziyadesiyle memnun edecektir.

“Yün yorganları ve şal çorapları burada her mevsimin temel ihtiyaçları arasındadır” diyebiliriz. Hele bir de tandırdan yeni çıkmış keteleri, yanına küflü peyniri, bir de Mükerrem Kemertaş’tan “Huma Kuşu” türküsünü dinliyorsanız, işte tam da Erzurum’u illiklerinize kadar yaşıyorsunuz demektir.

Kısacası, bu şehir sizi yaşam ve zamanla yüzleştirir. Biraz hoyrat, bir tarafı hep kederli; toprak altında yatanlardan uhrevî kokuların yayıldığı, vatan için her daim teyakkuzda, mahcup ve de sert şehirdir Erzurum. Tarihî ve kültürel birikimiyle gezmeye, görülmeye değer, heybemize alacağımız birçok mirasla hafızalardan silinmeyecek bir memleket...