Muhacirlere ensar olmak

Muhacirlere ensar olalım. Varsın, soframıza bir tabak daha konulsun… Varsın, ekmeğimizi fazladan bir parça daha bölelim… Yeter ki, Aylan bebek gibi nice yavrunun günahsız bedeni karaya vurmasın!

ÇOCUKKEN hepimizin başına gelmiştir; evde ya da sokakta, duvarda ağını örmeye çalışan bir örümcekle oynamaya kalktığımız vakit annemiz, babamız ya da başka bir büyüğümüz bizi hemen uyarırdı: “Sakın ha örümceğe zarar verme, büyük günahtır! Örümcek, Peygamberimizin hayatını kurtardı” derdi. 

Yaratan’ın yaratmış olduğu canlı cansız her bir varlığa şükredip istemeden de olsa zarar vermekten çekinen ve çocukluklarında üç aşağı beş yukarı aynı hikâyeleri yaşamış, şimdilerde büyümüş pek çok insan, bizler gibi ömürlerinin geri kalanında zinhar bir örümceğe zarar vermekten imtina ederler.

Peygamberliğinin on dördüncü yılında Allah’ın emriyle hicret etmekle vazîfelendirilen Peygamber Efendimiz,  Mekke’den Medîne’ye göç ederken Kendisini öldürmek niyetiyle takip eden Mekkeli müşriklerden saklanırken boş bir mağaraya sığındı. O mağaranın girişine yine Allah’ın emriyle bir çırpıda ağlarını ören bir örümcek ve yuva yapan iki güvercin, Rahmet Peygamberinin hayatını kurtardılar. Müşrikler mağarada kimselerin olmadığını düşündüler ve yanlış tarafa doğru yöneldiler.

Âlemlerin Nûru Sevgili Peygamberimizi müşriklerden korumaya mazhar olmuş örümceğin hayat bütünlüğüne duyulan saygı, bir ümmetin Peygamberine duyduğu sevgi ve hürmetle açıklanır elbet. Lâkin o örümceğin ördüğü ağ, evinden barkından göç etmek durumunda kalan mazlum bir Yetime uzanan eldir aynı zamanda. Çünkü başta Sevgili Peygamberimizin hicreti olmak üzere yeryüzündeki hemen hemen bütün göçler, kendi içlerinde hüzünlü hikâyeler barındırır.

Şunu herkes iyi bilir ki, kimse durup dururken evini barkını bozup tanımadığı bir coğrafyaya adım atmaz. Çeşitli dönemlerde kendi ülkelerinde bitmek bilmeyen savaşlar, politik istikrarsızlıklar, açlık ve sefaletle bezeli kaos ortamlarından aileleri ile birlikte tâbiri caizse apar topar memleketlerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca mülteci, bugün en azından asgarî yaşam standartlarında barınma, yeme ve içme gibi temel ihtiyaçlarını idame ettiriyorlar.

Göç ve mültecilik mefhumunun aslında medeniyetimiz üzerinde iki boyutu var. Avrupa’nın sözde medenî devletleri konuyu sadece dünyevî açıdan ele alıyorlar. Evet, bu işin bizler için de dünyevî anlamda bir karşılığı var. Hele günümüz koşullarında Amerikan Başkanı’nın sosyal medya üzerinden paylaştığı birkaç mesaj ile dünya piyasalarında dolar kuru dalgalanırken, ülkeye girecek mültecilerin ekonomik anlamdaki sonuçlarının hiçbir sûrette hesaplanmaması, zaten hayatın olağan akışına aykırı. Ama bizler gibi ecdâdı dîn-i Mübîn-i İslâm’ın uzun yıllar sancaktarlığını yapmış Osmanlı torunlarının mültecilik ve göç durumuna sadece dünyevî açıdan bakması, şanlı mâzinin redd-i mîrası anlamına geliyor. Çünkü konunun dünyevî boyutunun yanında uhrevî boyutu da mevcut.

Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’in (sav) Vedâ Hutbesi’ni hatırlayalım: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.” İsterse dünyanın öbür ucunda olsun, zulme ve haksızlığa uğramış, gece gündüz Rabbine yalvaran, Peygamber Efendimize salâvat eden bir Müslüman kardeşimize el uzatmamanın vebâlini, ne bu dünyada, ne de ahirette taşıyabiliriz.

Unutmayalım, hepimiz için bir imtihan teşkil eden dünya hayatı elbet bir gün son bulacak. Sorguya çekileceğiz. O sorguda “Türk müsün? Laz mısın? Çerkez misin? Libyalı mısın?” diye sorulmayacak herhâlde. Müslümanlığımızdan, kulluğumuzdan sorgulanacağız ve o sorguda bize, dünya hayatında ihtiyacı olan herhangi bir mazlum kardeşimize elimizi uzatmamış olmamızın hesabını nasıl vereceğimizi bir düşünün isterseniz.

Konuyu direkt Suriyeli kardeşlerimize getirelim o zaman. Hepimizin malûmu, Orta Doğu için “kaynayan kazan” deyimi kullanılır. Doğrudur. Lâkin kazanı kaynatan, o coğrafyada yaşayan insanlar değildir. Batılı devletlerin bilâkis kendileridir. Suriye’de de sağ olsunlar(!), biri bir tarafa çöreklendi, öbürü başka bir bölgeye yerleşti, derken olan, oradaki masum din kardeşlerimize oldu. Devletlerarası satranç, olağan hızıyla devam ediyor şimdilik.

Peki, Suriye topraklarında savaş ve terör hâsıl olup mülteci meselesi ortaya çıktıktan sonra ne oldu? Dilerseniz hâfızalarımızı tazeleyelim…

Sayısı yüz binlerle başlayan ve milyonları bulan mülteciler sınır kapılarına dayandıklarında, Avrupa Parlamentosu’nda dokunaklı konuşmalar yapıldı. Sandık ki, Batılı devletler bu sefer bize ters köşe yapacak ve o masum insanlara kapılarını açacaklar. Evet, açtılar ama sınırlı sayıda! Örneğin, Birleşmiş Milletler verilerine göre 2019 Eylül dönemi itibariyle ülkemizdeki Suriyeli mülteci sayısı 3,6 milyonu geçti. Dünyanın geri kalan ülkelerindeki toplam Suriyeli mülteci sayısı, ülkemizdeki sayıya ancak yaklaşıyor. Lübnan, ağırladığı yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteci ile Türkiye’nin ardından ikinci sırada. Üçüncü sırada 660 bin ile Ürdün var.

Avrupa’daki toplam Suriyeli mülteci sayısı ise Almanya’yı dâhil etmezsek 400 bini bulmuyor. Hakkını yemeyelim, Almanya, ağırladığı yaklaşık 500 bin Suriyeli mülteci ile benim kişisel beklentilerimi aştı. Ancak çoğu ülke, sırf 1951 tarihli Mültecilerin Hukukî Sözleşmelerine Dair Cenevre Sözleşmesi’ne taraf oldukları için asgarî ölçüde, kendilerinden sığınma talep eden mültecilere göstermelik rakamlarla kucak açar gibi yapıyorlar. Örneğin, Birleşmiş Milletler verilerine göre mülteciler konusundaki katı tutumu ile tanınan İngiltere, yaklaşık 10 bin Suriyeli mülteciye kapılarını açtı. O 10 bin kişinin çoğunluğu da zaten aralarında tıp, mühendislik ve hukuk eğitimi almış olan seçili kişiler…

Peki, sayısı 3,6 milyona ulaşan Suriyeli kardeşlerimize kapılarımızı açarak çok mu fena bir şey yaptık? Evet, mülteciler gayrisâfî millî hâsıladan pay alıyorlar ve üretime katkıları nispeten daha az olduğu için hâsılamız, olması gerekenden düşük çıkıyor. Evet, güvenlikle ilgili kimi zaman istenmeyen hâdiseler cereyan edebiliyor. Evet, kapılarımızı bu mazlum insanlara açarak işsizlik oranımızı yükseltiyoruz. Evet, mülteciler bazı şehirlere orantısız dağıldılar. Baştan devlet eliyle daha plânlı hareket edilebilirdi. Zaten bunu yetkililer de ifade ediyorlar. Gerekli önlemler alınmaya başlandı. Bunların hepsi ekonomik anlamda doğru. Üstelik Sayın Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği üzere, Batı’nın çağdaş (!) devletleri, vermiş oldukları sözleri yerine getirmeyerek Suriyeli mülteciler konusunda ülkemizi yalnız bıraktılar, bırakmaya da devam ediyorlar.

Gerek maddî, gerekse mânevî anlamda yükün büyük bir kısmı Türkiye’nin omuzlarında. Lâkin her türlü maddî sıkıntı ve hâricî soruna rağmen ülkemiz, devletimiz mazlumun yanında olmaya devam ediyor.

Avrupa’ya son bir çâre olarak kaçak şekilde deniz yolu ile geçmeye çalışıp yolculuk esnasında bot ya da küçük tekneleri battığı için hayatını kaybedenlerin haberlerine her gün şâhit oluyoruz. Her gördüğümüzde içimiz burkuluyor. Geçtiğimiz ayın sonlarında Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, 74’üncü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada dünyaya tarihî bir çağrıda bulundu. “Bu salondaki tüm ülkeleri adalet, vicdan, ahlâk esası üzerine bina ettiğimiz politikalarımızı desteklemeye davet ediyorum” dedi ve dünya liderlerinin gözlerinin içine bakarak Aylan bebeğin o içimizi burkan resmini salondakilere gösterdi. “Aylan bebeği ne çabuk unuttunuz?” dedi.

O resmi bir kez daha gördüğümde, ilk kez görmüşçesine acı ve yürek sızısı kapladı içimi. Biliyor musunuz, şükrettim! Varsın, her şeye rağmen ekmeğimizi, işimizi, aşımızı Suriyeli kardeşlerimizle bölüşelim… Mazluma el uzatmaya devam edelim. Rahmet Peygamberi’nin hicretinde Mekke’den göç eden muhacirlere kapılarını açan Medîneli ensar gibi Allah yolunda olanlara el uzatalım. Muhacirlere ensar olalım. Varsın, soframıza bir tabak daha konulsun… Varsın, ekmeğimizi fazladan bir parça daha bölelim… Yeter ki, Aylan bebek gibi nice yavrunun günahsız bedeni karaya vurmasın!