Muhacir kim?

Biz, inancımızın nişanını “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” diye gösteren bir kültüre sahibiz. Hazreti Muhammed (sas) Arap olduğu için o kavme Nebevî muhabbet besliyoruz. Kin tutmayız, millet-i İbrahim şuurundayız. Çığlıklara kulak tıkayamayız, zulme rıza gösteremeyiz. Çünkü biz, beklenen, özlenen gönül erleriyiz.

SON günlerde yazılı basında ve televizyon haberlerinde kimi siyâsî parti sözcüleri, kanaat önderleri ve sosyal bilimciler sık sık “göçmen”, “sığınmacı” ve “muhacir” kelimelerini dillerine pelesenk ederek kendi zaviyelerinden meseleye ömür biçiyor, istatistikî rakamlar veriyor ve ne yazık ki bazen kantarın topuzunu kaçırarak provokasyonlara sebebiyet veriyorlar.
Evvelâ, kim göçmen, kim sığınmacı, kim muhacir, yerli yerine koymak lâzım…

Yazılı kayıtlarda göçmen, kendi yurdunu bırakıp, yerleşmek üzere başka bir ülkeye göçen kimse, aile ya da topluluktur.

Farklı olarak mülteci veya sığınmacıya bakacak olursak, BM’nin tanımı ile mülteci, “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyâsî düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişidir”. Mültecilik, hukukî bir (tabiî kâğıt üzerinde) statüdür.

Muhacir, Osmanlı resmî literatüründe göçmenler için kullanılan bir terimdir. Sözlükte “göç eden, hicret eden, göçmen” anlamındaki muhacir kelimesi, Osmanlı literatüründe özellikle 18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren geniş yer bulmuştur. Açık söylemek gerekirse, “Müslümanca bir ifade tarzıdır” dersek yanılmayız inşallah.

Daha önce Osmanlılar, fethedilen toprakları iskân etmek için türlü yollarla nüfus nakilleri yapmış, bunun yanında bazı durumlarda yeni fethedilen bölge veya şehirlerde oturan yerli halkı iç kesimlerdeki şehirlere yerleştirmiştir. Ancak 18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren mağlûbiyetle sona eren savaşların ardından kaybedilen topraklardaki Müslüman, hatta gayrimüslim halkın göç hareketi, Osmanlı Devleti’nde önemli problemlerin kaynağından biri olmuştur. Devlet-i Âli bununla ilgili birim oluşturmuştur. Bu konuda nizamnameler, plân ve programlar hayata geçirmiştir. Son olarak Balkanlardan gelen milyonları bu cümleden saymak mümkündür. Bu durum Cumhuriyet tarihinin bazı zaman aralıklarında tekrarlanmıştır.
***

Bizi en çok alâkadar eden, yaşadığımız zaman diliminde meydana gelen, milyonları ağlatan, kadim şehirleri harabe hâline getiren, içindeki insanları çaresizlik ve sahipsizlik yüzünden vatanlarını terk etmek zorunda bırakan, kahir ekseriyeti Müslüman olan çoğu Asya veya Afrika kökenli göçmenlerdir.

En son Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta yurtlarını terk edenlerin hâl-i pürmelâli ortadadır. Amerika Birleşik Devletleri sınırına dayanan ve zulmün kıskacındaki milyonlarca Meksikalı, Kolombiyalı veya başka Lâtin Amerika ülkelerinin göçmenlerini saymıyoruz bile. “Ateş düştüğü yeri yakar” atasözünün bize ait olan tarafı olarak ülkemizde misafir ettiğimiz milyonlarca Suriyeli, Iraklı, Afgan, Pakistanlı ve Afrikalı kardeşlerimizden bahsediyoruz.

Bugün Müslüman milletimizin hissiyatına göre Allah rızasına talip olan göçmenlerden şöyle bahsediyor Vahy-i İlâhî: “Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, Benim yolumda eziyete uğrayanlar, savaşanlar ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örteceğim. Onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Onlar Allah tarafından tasavvur edemeyeceğiniz bir mükâfata kavuşacaklar. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır” (Âl-i İmrân, 195).

Ayrıca, “Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, ardından da cihad eden ve sabreden kimselerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir” (Nahl, 110) hitabına lâyık topluluklar görmüyoruz, göremeyebiliriz. Onlar bu iltifata lâyık olmayabilirler ancak ensarın muhacire gösterdiği kardeşliğimizin nişanesi “yakınlıktır”. Bunu bizim göstermemiz gerekmez mi? Zaten geldikleri ülkeler ecdadımızın medceziridir; diğer bir ifade ile onlar, evlad-ı Fatihandırlar.

Zaten birilerinin fitne vazifesi imiş gibi, ha bire âlicenap milletimizin misafirlerine durmadan hakaretler ediyorlar. Edepsizlikten, hayâsızca laf etmekten beri kalmıyorlar. Mayalarından mülhem bu hâl, bize yabancı olup bizden olmadıklarına dair bir his veriyor. Sanki birilerinin hesabına casusluk, çaşıtlık yapıyorlar.

***

İtikadımız, kadim tarihimiz, mazlumların yanında olmayı, arananlardan olmayı emrediyor. Görüyoruz ki, birileri bizim muhacir-ensar kardeşlik hukukumuza kastediyor, ensar-muhacir sırrına gölge düşürmek için ha bire fitne fücur kaynatıyorlar. Bu fitnecilerin ahvali şöyle izah ediliyor (Kasas, 63): “Birtakım varlıkları veya kişileri Allah’a ortak koşanlar ahirette hesaba çekildiklerinde, Allah onlara, ‘Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz tanrılar şimdi nerede?’ diye soracaktır. Allah’ın yargısının aleyhlerine gerçekleştiğini gören kimseler, özellikle toplumlarına yanlış inanç ve değer ölçüleri empoze eden din ve düşünce önderleri, zorba liderler, kendileri nasıl öncekilerin telkin ve teşvikleriyle azmış, doğru yoldan çıkmışlarsa, onlardan devraldıkları düşünce ve hayat tarzını sonrakilere telkin ederek onları azdırıp yoldan çıkardıklarını itiraf ederler mi acaba?”

Kur’an ışığında yapılan tespitler ve hakikat gün gibi ortadayken, sırf muhacirleri tahkir etmek için kurulduğu söylenen kimi parti ve derneklerin, günümüzde sırf oy devşirmek saikiyle ırkçı sloganları ağızlarına sakız ederek rahatlarına, konforlarına, rızıklarına ortak istemeyen açgözlüler olması, bu milletin vakarına yakışmıyor. Bu durum, masumların ahını almamıza vesile olmuyor mu?

***
Bu hususta yapılan çalışmalardan ve insaflı
tespitlerden bir örneği burada not edelim:

“Türkiye’deki ana muhalefet odakları -istisnaları olsa da- entegrasyona katkı sağlayacak alternatifler önermek-üretmek yerine sosyal gerilimi beslemeyi ve bu gerilim üzerinden politik rant devşirmeyi tercih etmişlerdir. Bu da halk arasında ahlâk dışı biçimde linç, genelleme, hedef gösterme ve benzeri nefret söylemlerini büyütmüştür. Bu yüzden de sosyolojik gerilimlerin ve onu prokove eden bazı muhalefet odaklarının ürettiği nefret söylemini engellemenin yolu olarak, ondan çok da farklı olmayan güvenlikçi bir dil ve uygulama pratiği ortaya koymaktadır.

Bunun örnekleri İstanbul’da ve Ankara Mamak’ta zuhur eden müessif vakalardan birer timsaldir. Genelde içimizdeki göçmenler, özelde yoğunluğu sebebiyle Suriye’yi öne çıkarıyor. ‘Peki, neden Suriyelilerden nefret ediyorlar?’ diye soran analistin tespitleri şu şekilde sıralanabilir:
1-Arap kimliğini, uzak durulması gereken gerici bir imge olarak algılayan Türk ulusalcısı Beyaz Türkler…

2-Suriye’deki rejimin mezhep kimliğiyle akrabalık hisseden kimi Alevî gruplar…

3-Esed rejiminin sosyalist Baas kimliğiyle akrabalık hisseden birçok Marksist grup…

4-Esed rejimini kendi çıkarları gereği ayakta tutan ve bizzat iç savaşa müdâhil olan İran rejimine itikadî olarak biat etmiş ya da biat etmese de Tahran rejimine antiemperyalizm retoriği üzerinden sempati besleyen kimi İslâmcı parti ve çevreler…

5-Suriye’de muhalif gruplarla çatışan PKK/PYD’nin Türkiye’deki kolları; kimi Kürt milliyetçileri...

Bu 5 gruba mensup pek çok yazar, siyasetçi ve gazeteci de kamuoyunda 8 yıldır süren mücadeleyi kendi ideolojik perspektiflerinden yansıtarak sığınmacı karşıtlığını beslediler. Bir de buna, aslında pek bir ilkesi bulunmayan, pragmatizmi, eyyamcılığı, günübirlik politikayı esas alan sağ-muhafazakâr çevrelerin üstenciliğini eklemek gerek...”
***

Analiz yapan zâta hak vermemek mümkün mü? Bu kangren problem başlayalı on bir sene oldu. Yıllar yılı okullarımızda resmî ideoloji gibi ezberletilen “Araplar bizi arkamızdan vurdular” ifadesiyle karşılaştık. Aynı zihniyetin temsilcileri, Araplara da, “Osmanlı sizi sömürdü, tarihinizi yok etti” yalanını söyledi. Türkiye’de laikos cenah, dine olan mesafeyi/düşmanlığı “Arap düşmanlığı” ile eşit gördü. İslâm’a olan düşmanlıklarını dillendirmekten çekindikleri veya işlerine öyle geldiği için hep Araplara düşmanlık beslediler. Oysa onlar, “papaza kızıp oruç bozanlardan” oldular.

Biz, inancımızın nişanını “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” diye gösteren bir kültüre sahibiz. Hazreti Muhammed (sas) Arap olduğu için o kavme Nebevî muhabbet besliyoruz. Kin tutmayız, millet-i İbrahim şuurundayız. Çığlıklara kulak tıkayamayız, zulme rıza gösteremeyiz. Çünkü biz, beklenen, özlenen gönül erleriyiz. Vesselâm…