
SON
günlerde yazılı basında ve televizyon haberlerinde kimi siyâsî parti sözcüleri,
kanaat önderleri ve sosyal bilimciler sık sık “göçmen”, “sığınmacı” ve
“muhacir” kelimelerini dillerine pelesenk ederek kendi zaviyelerinden meseleye
ömür biçiyor, istatistikî rakamlar veriyor ve ne yazık ki bazen kantarın
topuzunu kaçırarak provokasyonlara sebebiyet veriyorlar.
Evvelâ, kim göçmen, kim sığınmacı, kim muhacir,
yerli yerine koymak lâzım…
Yazılı kayıtlarda göçmen, kendi yurdunu bırakıp, yerleşmek
üzere başka bir ülkeye göçen kimse, aile ya da topluluktur.
Farklı olarak mülteci veya sığınmacıya bakacak olursak, BM’nin
tanımı ile mülteci, “ırkı,
dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyâsî düşünceleri
nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden
ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen
kişidir”. Mültecilik, hukukî bir (tabiî kâğıt üzerinde) statüdür.
Muhacir, Osmanlı resmî literatüründe göçmenler için
kullanılan bir terimdir. Sözlükte “göç eden, hicret eden, göçmen” anlamındaki
muhacir kelimesi, Osmanlı literatüründe özellikle 18’inci yüzyılın ikinci
yarısından itibaren geniş yer bulmuştur. Açık söylemek gerekirse, “Müslümanca
bir ifade tarzıdır” dersek yanılmayız inşallah.
Daha önce Osmanlılar, fethedilen toprakları iskân etmek için
türlü yollarla nüfus nakilleri yapmış, bunun yanında bazı durumlarda yeni
fethedilen bölge veya şehirlerde oturan yerli halkı iç kesimlerdeki şehirlere
yerleştirmiştir. Ancak 18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren mağlûbiyetle
sona eren savaşların ardından kaybedilen topraklardaki Müslüman, hatta gayrimüslim
halkın göç hareketi, Osmanlı Devleti’nde önemli problemlerin kaynağından biri
olmuştur. Devlet-i Âli bununla ilgili birim oluşturmuştur. Bu konuda nizamnameler,
plân ve programlar hayata geçirmiştir. Son olarak Balkanlardan gelen milyonları
bu cümleden saymak mümkündür. Bu durum Cumhuriyet tarihinin bazı zaman
aralıklarında tekrarlanmıştır.
***
Bizi en çok alâkadar eden, yaşadığımız zaman diliminde
meydana gelen, milyonları ağlatan, kadim şehirleri harabe hâline getiren,
içindeki insanları çaresizlik ve sahipsizlik yüzünden vatanlarını terk etmek
zorunda bırakan, kahir ekseriyeti Müslüman olan çoğu Asya veya Afrika kökenli göçmenlerdir.
En son Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta yurtlarını terk
edenlerin hâl-i pürmelâli ortadadır. Amerika Birleşik Devletleri sınırına
dayanan ve zulmün kıskacındaki milyonlarca Meksikalı, Kolombiyalı veya başka Lâtin
Amerika ülkelerinin göçmenlerini saymıyoruz bile. “Ateş düştüğü yeri yakar” atasözünün
bize ait olan tarafı olarak ülkemizde misafir ettiğimiz milyonlarca Suriyeli,
Iraklı, Afgan, Pakistanlı ve Afrikalı kardeşlerimizden bahsediyoruz.
Bugün Müslüman milletimizin hissiyatına göre Allah rızasına
talip olan göçmenlerden şöyle bahsediyor Vahy-i İlâhî: “Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, Benim yolumda eziyete
uğrayanlar, savaşanlar ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örteceğim. Onları
altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Onlar Allah tarafından tasavvur
edemeyeceğiniz bir mükâfata kavuşacaklar. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır” (Âl-i
İmrân, 195).
Ayrıca, “Sonra
şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, ardından da cihad eden ve
sabreden kimselerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok
bağışlayıcıdır, çok merhametlidir” (Nahl, 110) hitabına lâyık topluluklar
görmüyoruz, göremeyebiliriz. Onlar bu iltifata lâyık olmayabilirler ancak ensarın
muhacire gösterdiği kardeşliğimizin nişanesi “yakınlıktır”. Bunu bizim
göstermemiz gerekmez mi? Zaten geldikleri ülkeler ecdadımızın medceziridir;
diğer bir ifade ile onlar, evlad-ı Fatihandırlar.
Zaten birilerinin fitne vazifesi imiş gibi, ha bire âlicenap
milletimizin misafirlerine durmadan hakaretler ediyorlar. Edepsizlikten, hayâsızca
laf etmekten beri kalmıyorlar. Mayalarından mülhem bu hâl, bize yabancı olup
bizden olmadıklarına dair bir his veriyor. Sanki birilerinin hesabına casusluk,
çaşıtlık yapıyorlar.
***
İtikadımız, kadim tarihimiz, mazlumların yanında olmayı, arananlardan
olmayı emrediyor. Görüyoruz ki, birileri bizim muhacir-ensar kardeşlik hukukumuza
kastediyor, ensar-muhacir sırrına gölge düşürmek için ha bire fitne fücur
kaynatıyorlar. Bu fitnecilerin ahvali şöyle izah ediliyor (Kasas, 63): “Birtakım varlıkları veya kişileri Allah’a
ortak koşanlar ahirette hesaba çekildiklerinde, Allah onlara, ‘Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz
tanrılar şimdi nerede?’ diye soracaktır. Allah’ın yargısının aleyhlerine
gerçekleştiğini gören kimseler, özellikle toplumlarına yanlış inanç ve değer
ölçüleri empoze eden din ve düşünce önderleri, zorba liderler, kendileri nasıl
öncekilerin telkin ve teşvikleriyle azmış, doğru yoldan çıkmışlarsa, onlardan
devraldıkları düşünce ve hayat tarzını sonrakilere telkin ederek onları azdırıp
yoldan çıkardıklarını itiraf ederler mi acaba?”
Kur’an ışığında yapılan tespitler ve hakikat gün gibi ortadayken,
sırf muhacirleri tahkir etmek için kurulduğu söylenen kimi parti ve derneklerin,
günümüzde sırf oy devşirmek saikiyle ırkçı sloganları ağızlarına sakız ederek
rahatlarına, konforlarına, rızıklarına ortak istemeyen açgözlüler olması, bu
milletin vakarına yakışmıyor. Bu durum, masumların ahını almamıza vesile
olmuyor mu?
***
Bu hususta yapılan çalışmalardan ve insaflı
tespitlerden bir örneği burada not edelim:
“Türkiye’deki ana muhalefet odakları -istisnaları olsa da-
entegrasyona katkı sağlayacak alternatifler önermek-üretmek yerine sosyal
gerilimi beslemeyi ve bu gerilim üzerinden politik rant devşirmeyi tercih etmişlerdir.
Bu da halk arasında ahlâk dışı biçimde linç, genelleme, hedef gösterme ve
benzeri nefret söylemlerini büyütmüştür. Bu yüzden de sosyolojik gerilimlerin
ve onu prokove eden bazı muhalefet odaklarının ürettiği nefret söylemini
engellemenin yolu olarak, ondan çok da farklı olmayan güvenlikçi bir dil ve uygulama pratiği
ortaya koymaktadır.
Bunun örnekleri İstanbul’da ve
Ankara Mamak’ta zuhur eden müessif vakalardan birer timsaldir. Genelde
içimizdeki göçmenler, özelde yoğunluğu sebebiyle Suriye’yi öne çıkarıyor. ‘Peki,
neden Suriyelilerden nefret ediyorlar?’ diye soran analistin tespitleri şu
şekilde sıralanabilir:
1-Arap
kimliğini, uzak durulması gereken gerici bir imge olarak algılayan Türk
ulusalcısı Beyaz Türkler…
2-Suriye’deki rejimin mezhep
kimliğiyle akrabalık hisseden kimi Alevî gruplar…
3-Esed rejiminin sosyalist Baas kimliğiyle
akrabalık hisseden birçok Marksist grup…
4-Esed rejimini kendi çıkarları
gereği ayakta tutan ve bizzat iç savaşa müdâhil olan İran rejimine itikadî
olarak biat etmiş ya da biat etmese de Tahran rejimine antiemperyalizm retoriği
üzerinden sempati besleyen kimi İslâmcı parti ve çevreler…
5-Suriye’de muhalif gruplarla
çatışan PKK/PYD’nin Türkiye’deki kolları; kimi Kürt milliyetçileri...
Bu 5 gruba mensup
pek çok yazar, siyasetçi ve gazeteci de kamuoyunda 8 yıldır süren mücadeleyi
kendi ideolojik perspektiflerinden yansıtarak sığınmacı karşıtlığını
beslediler. Bir de buna, aslında pek bir ilkesi bulunmayan, pragmatizmi,
eyyamcılığı, günübirlik politikayı esas alan sağ-muhafazakâr çevrelerin
üstenciliğini eklemek gerek...”
***
Analiz yapan zâta hak vermemek mümkün mü? Bu kangren problem
başlayalı on bir sene oldu. Yıllar yılı okullarımızda resmî ideoloji gibi
ezberletilen “Araplar bizi arkamızdan vurdular” ifadesiyle karşılaştık. Aynı
zihniyetin temsilcileri, Araplara da, “Osmanlı sizi sömürdü, tarihinizi yok
etti” yalanını söyledi. Türkiye’de laikos cenah, dine olan mesafeyi/düşmanlığı
“Arap düşmanlığı” ile eşit gördü. İslâm’a olan düşmanlıklarını dillendirmekten
çekindikleri veya işlerine öyle geldiği için hep Araplara düşmanlık beslediler.
Oysa onlar, “papaza kızıp oruç bozanlardan” oldular.
Biz, inancımızın nişanını “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” diye gösteren bir kültüre sahibiz. Hazreti Muhammed (sas) Arap olduğu için o kavme Nebevî muhabbet besliyoruz. Kin tutmayız, millet-i İbrahim şuurundayız. Çığlıklara kulak tıkayamayız, zulme rıza gösteremeyiz. Çünkü biz, beklenen, özlenen gönül erleriyiz. Vesselâm…