YİRMİ beş yıldır bir
çizer tanıyorum ben. Muhabbet fedaisi bir çizer hem de... Fazlası var, eksiği
yok bu sözümün. Öyle böyle değil, gerçekten tanıyorum ve gerçekten muhabbet
fedaisi bir adam!
Çizgiyle
şiir yazıyor bu adam. Resmen şiir çiziyor. Son bir yılda yüz şiir kitabı
okuması da cabası.
İşin
başında söyleyeyim: Gönlündeki arı duruluk yüzünü de yansıyor, eserlerine de,
bilmiş olun!
Onun karikatürlerinde Elazığ yok, Adapazarı yok, Marmara yok, Türkiye yok, 20. yüzyıl, 21. yüzyıl yok. Onun eserlerinde zaman ve mekân neredeyse hiç yok. Peki, ne var? Hep bir insan var. Daima insan var. Mütemadiyen insan var.
Aranızdan
bazılarının “Kim bu adam?” dediğini duyar gibiyim. Anlatayım efendim…
Sur
Uşağı Aşiretinden Baki Bey ile Bedriye Hanım’ın, Gürbüz ve Gürol’dan sonraki üçüncü
erkek çocuğu olarak 1955 yılında Tunceli Pertek’te dünyaya gelir. Adını “Osman
Güral” koyarlar. Onlarca köyü bulunan Sur Uşağı Aşiretinin büyükleri eldeki
köyleri satıp savınca, çalışkan ve mütevekkil Baki Bey’e, yörenin en gelişmiş
şehri Elazığ’a göçmek ve rızkını “toprakta” değil, “şekerde” aramak düşer; 1956
yılında Elazığ Şeker Fabrikası’nda işe girer. Göçten sonra doğan kız kardeşleri
Güngör’le birlikte dört çocuğun “şekerli” yılları böylece başlar. Osman Ağabey’in
“şeker gibi adam”lığında o “şekerli yılların” etkisi var mıdır, bilinmez.
Olması, kuvvetle muhtemeldir bize göre.
Gün
gelecek, Elazığ D.M.M.A.’dan inşaat mühendisi olarak mezun olacaktır. O
sınıftan yetişen bir başka sanatçı kimdir, bilir misiniz? Elazığ ve kahramanlık
türküleriyle çok sevdiğimiz ünlü türkücü Esat Kabaklı.
Şunu
söylememiz mümkündür: Sanatçı olacak çocuk, daha yedisinde bellidir. Evet,
öyledir! Ben “Yedisinde” diyeyim, siz onu “Ortaokul-lise yıllarında belli olur”
anlayın. Lise ikinci sınıftayken resim öğretmeni Eftal Kurtuluş’un dikkatini
çeker Küçük Osman ve karikatüre yönlendirilir; bir yandan duvar gazetesindeki
ilk karikatürler, diğer yandan Ustura ve Gırgır’ı yakından takip edişler...
Artık üniversitelidir Osman, özgüvenini kazanmıştır ve zamanın en önemli karikatür dergisi Gırgır’a karikatürler gönderir. Oğuz Aral’dan bir not yayımlanır dergide: “İstanbul’a geldiğinizde uğrayın!” Osman Suroğlu, ilk fırsatta İstanbul’a gelir ve ilk durağı -tabiî ki- Gırgır dergisi olur. Oğuz Aral büyük ilgi gösterir ona, “Çizgin güzel ama tekniğin yetersiz” der, bir yığın öğütle bir dizi malzeme hediye eder ve ekler: “Çiz ve yarın bana getir!” Ertesi gün Suroğlu tekrar Gırgır’dadır. Beş lira telif ücretiyle birlikte, artık karikatürleri de her sayı Gırgır’dadır...
Konuşma özürlüdür o; bir panelde on beş dakikalık konuşma hakkını tek cümleyle kullanmıştır, şahidiz: “Ben konuşmam, çizerim; ama korkmayın, yan çizmem!”
Ardından
Çarşaf, Zafer, Türk Edebiyatı dergileri, Yeni Asya, Yeni Şafak gazetelerinde
yayımlanan karikatürleri...
Osman
Ağabeyimiz, Erdinç Şumnu Bey’in deyimiyle “mühendis özürlüler”dendir - kendisi
ve bu satırların yazarı gibi-. Bayındırlık Bakanlığı’nda iki yıl mühendis
olarak çalışır; askerlik sonrası bir daha “eline pergel almaz” ya, bir ayağı
yaşadığı şehirde, diğer ayağını pergel yapıp bütün dünyayı çizmektedir
senelerdir.
Mühendistir
amma hesaptan kitaptan, paradan puldan hiç anlamaz; hesabî değil, hasbî adamdır
o; duru ve saf kalabilmesini buna borçlu olmalı zahir.
1986
yılında, Adapazarı’ndan dünyaya bilim ışığı saçan ve “yedi düvelde on binlerce okuru
bulunan” Zafer Dergisi Ailesine katılır ve on beş yıl süreyle idare müdürü
olarak görev yapar.
Ömründe
hâddini hiç aşmayan Suroğlu’nun 1987’de yayımlanan ilk kitabının adı, “Çizgiyi Aşıyorum”dur.
Onun üzerinde kitabı, otuzun üzerinde resimlediği kitap vardır bugün. Sayılarını
kendi de bilmez. Sayıları hayatından çıkartmıştır, söylemiştik.
Üç
kitabının adı, onun hayatının özetidir belki de: Yüreği “Mehmet” olmuş “Kuşlar”la
birlikte, bu vahşi ve acımasız dünyaya iyilik/ihsan “Göndermeler”i yapmaktadır
bir ömür o.
Ödüllerinden
söz etmeyeceğim onun. Ama şu kadarını bilin istiyorum: Aldığı ödül sayısı, yaşı
kadardır. Hatta fazla bile! Bunu bilin ve unutun! Ha unutmadan… Hepsi de
uluslararası ha! Casino Beringen Uluslararası Karikatür Yarışması Birincilik
Ödülü (Belçika-1993), Yomiuri Karikatür Yarışması Şeref Madalyası (Japonya-1996),
World Fastest Clown Yarışması’nda Mansiyon (ABD-2001) ve Cestne Uznanie
Karikatür Yarışması Üçüncülük Ödülü ve Mansiyon (Ukrayna-2003), ödüllerinden
bazıları…
Sorarım
arada sırada: “Var mı yeni ödül ağabey?” Hafif kızaran yüz, mahcup bir sesle
cevap verir: “Uganda’dan bir mansiyon geldi geçen hafta”, “Bir eserim Romanya’da
şeref madalyasına lâyık bulundu”…
Mübalağa
yapmıyorum. Bunlar aynıyla vakidir.
Kişisel
sergi sayısı kırkı geçmiştir ömrühayatında. Ama onu en çok mutlu eden sergisi,
2015’te Filistin’de, Ramallah’ta açtığı “Çizgilerle Kardeşlik”tir hiç kuşkusuz.
Ömrü dostluk, kardeşlik, sevgi tohumları ekmek ve onları yeşertmek çabasıyla
geçmiş bir el, bir kalp, bir çizer için, İslâm âleminin en trajik, en dramatik,
en kan damlayan ülkesi Filistin’de kardeşlik çağrısı yapmaktan büyük mutluluk,
bundan büyük onur bundan büyük gurur olabilir mi?
Karikatür kadar, stilize hat ve grafik resimle de ilgilidir Osman Suroğlu, biliniz.
Hak
ve onun çoğulu olan hukuk, Osman Ağabey için çok ama çok önemlidir.
“Karıncaezmez Osman” denilse yeridir ona. Her türlü haksızlığa eliyle (çizgileriyle
en çok) karşı durur, karşı gelir, karşı savaşır. Sık kullandığı cümleleri: “Haklısın”,
“Hakkını veremedim’, “Hakkını helâl et!”…
İlk
Gırgır’da çizdiğine aldanmayın, gırgırdan hoşlanmayan adamdır Suroğlu; hep bir
suskun, hep bir ciddî, hep bir ölçülü, hep bir saygılı… Ama iyi espriye
rastlarsa da dolu dolu güler.
Unutmadan,
az konuşan ama çok gülen adamdır o. Kaliteli espri görmesin, üç gün üç gece
değil ama inanın üç dakika keyifle güler. Gülmenin yakıştığı adamlardandır zira.
Yine
bir gün, ziyaretimde kulaklarının rahatsızlığından yakınıyordu bedbin bir yüz
ifadesiyle: “Fahri kardeş (bütün dostlarına, isimlerine “kardeş” kelimesini
ekleyerek hitap eder), kulaklarımdan rahatsızım maalesef! Doktora gittim,
birçok iğne, ilaç verdi.”
Kontratağa
geçtim ben de: “Kendi hatandan ağabey! Kendin ettin kulaklarını böyle. Az bile
sana!”
Şaşırmıştı,
“Nasıl yani?” diyebildi. Merakla sözlerimin devamını bekliyordu. Devam ettim: “Bir
ömür sustun, konuşmadın. Hep dinledin. Hep kulaklarını kullandın. Onlar da çok
ve hor kullanılmaktan, sonunda böyle hasta oldular işte!”
Hilafsız,
beş dakika güldü. Çok mutlu oldu. Hastalığını da unuttu gitti. Şimdilerde ne
zaman “Kulakların nasıl ağabey?” diyecek olsam, muzip bakışlarıyla “İyi, iyi!
Şükür” sözü ve altmış saniyeden aşağıya kalmayan gülüşüyle karşılaşıyorum.
Konuşma
özürlüdür o; bir panelde on beş dakikalık konuşma hakkını tek cümleyle
kullanmıştır, şahidiz: “Ben konuşmam, çizerim; ama korkmayın, yan çizmem!”
Mütevazı
adamdır; eserlerine “Pekiyi olmadı” der sık sık, uluslararası ödül alanlarına bile
“Eh, fena olmadı!” der.
Sanatı
hep başının üzerinde tuttuğundan, belden aşağıya çizmedi hiç.
2001 Ocak ayından itibaren on bir yıl süreyle, şair Yılmaz Güney’in öncülüğünde, benim genel yayın yönetmenliğimde bir grup arkadaşla birlikte yüz otuz iki sayı yayımladığımız aylık Irmak dergisinde tek olumsuz hareketine rastlayamamıştır hiç kimse. Hep olumludur, hep çözümcüdür, hep destekçidir. Birçok kimsenin yazısını aksatmasına karşılık, her defasında kapağı veya çizgiyi ilk getiren ve eksikleri kapatan hep o olmuştur.
Çok
yolculuk yaptık onunla. Mardin, Çankırı, Edirne, İstanbul, Malatya, Şanlıurfa...
Aklıma gelmeyenler de var. Her projemde yanımda yer aldı. Kaprissizce... Hep
çoğalan, çoğaltan oldu; eksilten, azaltan olmadı hiç. Hakkını ödeyemem!
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, şehrimize resmî ziyarette bulunuyordu. Öğrencileri olarak, ona
özel bir hediye vermek istedik. Tabiî organizasyon sorumluluğu bendeydi.
Bilenler iyi bilir, “son dakikacıyımdır” -bin bir işle uğraşınca insan biraz
öyle oluyor belki, belki de mizaç-, orijinal, özgün bir şey olsun istedim.
Osman Ağabey’e gittim, selâm verdim, “Böyleyken böyle… Hocamıza bir hediye”
deyip ellerine sarıldım. “Olmaz Fahri kardeş! Çizgi dediğin şey bir haftadan
aşağı çıkmaz, en az üç gün lâzım” diye cevapladı. Ben Suroğlu’nu iyi
tanıyordum. Başarırdı o. “Üç saat vaktimiz var Ağabey” deyip müsaade istedim.
Onun “Mümkün değil kardeşim, affet beni, hakkını veremem” sözleri arkamdan
yankılanadursun, çıktım.
Bir
saat kadar geçti geçmedi, telefonum çaldı. “Hakkını veremedim ama bir şeyler
çizdim, alabilir, çerçeveletebilirsin” müjdesini verdi. Koştum hemen.
Biliyordum, çizecekti, çizerdi, çizmeliydi, hem de şahane, ödüllük bir şey…
Öyle de oldu. Cumhurbaşkanımız da çok mutlu oldu akşama takdim ettiğimizde. Baktı,
baktı iyice. Zira Cumhurbaşkanı olarak her gittiği ilde “sepet sepet yumurta”
türünden yerel bir sürü zerzevat, beşinci sınıf fotoğraflar, halı kilim, tencere
tabak türünden şeyler almaktan bıkmış olmalıydı. Bir sanat eseri vardı
karşısında; üstelik tabloda kendisinin de olduğu…
Arkadaşlarımıza
ve çizeri Osman Suroğlu’na mahsus selâm ve teşekkürlerini göndermişti. İşte
Osman Suroğlu buydu! “Kısa zamanda büyük işler başaran” çizerimizdi o bizim.
İtiraf
ediyorum, onunla çalışmak, onunla dost olmak, onunla yakın olmak, “Allah’ın
insanlara bir lütfudur”. Ne bir kapris bilir, ne bir savsaklama yapar, ne bir
atlatmada bulunur, ne bir dalavere çevirir.
Protokol
ve prosedür nedir, bilmez. Herkese ve her keseye aynıdır!
Özü,
sözü, gözü ve çizgisi bir adamdır Suroğlu.
Çizgileriyle
konuşan, çizgileriyle yaşayan adam!
Çizgilerine sevgi katan, çizgileriyle muhabbet devşiren adamdır o. O bizim “muhabbet fedaimiz”dir hiç kuşkusuz. Serden geçmiş fedaimiz hem de…