
GÖRSEL
ve yazılı basında, 12 Eylül Pazartesi günü şöyle bir haber yer aldı: “Millî
Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki yaklaşık 19 milyon
öğrenci ve 1,2 milyon öğretmen, 2022-2023 eğitim-öğretim yılına törenlerle
başladı.”
Buna yaklaşık 8
milyon yüksekokul öğrencisinin sayısını eklersek, toplam 27 milyon istikbâl-i
umut genç nesilden bahsediyoruz demektir. Genç neslin yaşlarını 4 ilâ 20 yaş
arası olarak düşündüğümüzde, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 31’ine tekabül
ediyor bu sayı.
Her millet, her
din mensubu topluluk, yarının büyükleri olup yaşayacakları hayatın idamesinde
sorumlu olacak gençlerin yetişmesinde bir yol, yordam ve istikamet tayin eden
politikalar tespit eder. Bu sorumluluk, yetki mâkâmındaki evebeyn, okul idaresi
ve “devlet” denilen müesses kurumun asil görevidir. Bunun bir ülkü mü, ideolojik
bir cereyan mı olduğuna o milletin fertleri karar vermelidir.
Milletlerin
hayatında amil/müessir olarak rol alanların yetiştirilmesi ameliyesinde ana fikir
faaliyetlerinden olan insan eğitiminde, o ülkenin resmî ideolojisi ya beşerî
bir ideoloji ya da bir inanç sistemine göre hayat bulur. Özellikle beşerî
mahreçli Marksizm, Leninizm ve benzeri despotik rejimlerde aslolan, madde ve
materyalizmin gücüdür. Yine kapitali ve serveti kutsayan kapitalizm sisteminde de
asıl gaye “insan” merkezli değil, bir
zümrenin refahı ve arzularıdır. Pagan dinlerde ise durum tamamen olağanüstü
güçlerin ve dinin kurucunun yani paganların tasarlayıp uydurduklarının keyfine
göredir.
Müslüman
milletimizin medeniyet tasavvuruna göre eğitim-öğretimde ana kaynak Kur’ân ve
Risalet-i Resûlullah irşadı olmalıdır. Din-i Mübîn-i İslâm’a göre “insan
merkezli” olmayan her düşünce ve hareket bâtıldır. Muvaffakiyeti mümkün
değildir.
2022-2023 eğitim-öğretim
yılı münasebetiyle, “gençliğe ve önemine, ayrıca dinî açıdan bir eğitim-eğitim
görevlisinin, öğretmenin nasıl biri olacağı konusunu hülâsa edelim…
***
İnsan hayatının en hareketli, heyecanlı ve tehlikeli
devresi gençlik zamanıdır. Gençlerin topluma faydalı, dindar, edepli, hayâlı,
kısaca faziletli yetişmeleri için bir rehbere ihtiyaçları vardır. Kendi
başlarına yol ve hedef tespit etmeleri çok zordur. Hatalı yollara sapmamaları
için başta anne-babalar, birinci derecede çocuklarının terbiyesinden mesuldürler. Esas
terbiye çocukluk çağında başlar. İlk vazifeyi anne-baba yapar. Din, iman
duygusunu, Allah ve Resûlullah sevgisini çocukların kalplerine ebeveyn
yerleştirir. Sonra okul ve çevre gelir.
Çocuklarımız okullara gidip geliyorlar. Ne kazanıp ne
kaybediyorlar? Takip etmemiz lâzım. Müslüman aileler çocuklarına ders veren muallimlere
dikkat etmeliler. Zararlı fikir, gençlerin her iki
dünyasını harap eden bir zehirdir. Dindar olmayan eğitimciler, “müellimler” de
gençlerimize zararlıdırlar. Allah’ın emrettiğini yasaklayan, nehyettiği
günahları işleyen müellimlerden gençlerimizin iyi yetiştirilmesini beklemek
gaflet içinde gaflettir.
Biz her şeyden evvel Müslümanız. Okullarımızdaki
programların dinimize uygun olmasını isteriz. Yavrularımıza Kur’ân ve iman ders
ve terbiyesinin verilmesini istiyoruz. Avrupa’nın dinsiz felsefesiyle,
ahlâksız, hayâsız hayat anlayışlarıyla alâkamız yoktur. Kalbimizi, vicdanımızı
ışıklandıracak olan din ilimleridir, iman hakikatleridir; aklımızı, fikrimizi
nurlandıracak faydalı fen ilimleridir. Gençlerimiz ilme, ahlâka, ibadete
muhtaçtır. Kanaatimiz odur ki, en büyük öğreten “Muallim”, Hazreti Muhammed’dir
(sav).
Bakınız, Hazreti Peygamber’in (sav) biricik görevi, Allah’tan
aldığı mesajları insanlara tebliğ etmektir. O, bu tebliğ görevini bir
eğitim-öğretim görevi olarak algıladı ve yerine getirdi. Yani O, “Mübelliğ
Peygamber”, “Muallim Peygamber” olarak görev ifa etti. Bu görevini son derece
iyi bir biçimde, başarıyla gerçekleştirdi. Bu başarının çok iyi tahlil
edilmesi, sebeplerinin belirlenmesi gerekir. Yoksa, o başarıyı iyi okuyamaz ve doğru
anlamlandıramayız. Bu da o başarıdan ders alma imkânını ortadan kaldırır.
Muallim
Peygamber, her şeyden önce insana en büyük değeri veriyordu. Onun gözünde
insanın bambaşka bir yeri vardı. Yaratıkların en şereflisinin insan olduğuna
(İsra, 70; Tin, 4) inanıyordu.
Kâinat
her şeyiyle insan içindir, ona hizmet için yaratılmıştır. Bu husus, Kur’ân’da
çok kez dile getirilmektedir. O, Allah’ın kulu, bütün yaratıkların ise efendisidir.
Muallim Peygamber, bütün bunları biliyordu, bunları benimsemişti. Onun bu
bilinç ve inançta zirve noktada yer aldığını ve bu hususta biricik olduğunu
görüyoruz. O, tüm âlemler/varlıklar için rahmet olarak gönderildi. O hep
şefkatle, merhametle hareket etti; asla öfkesini fiiliyata geçirmeyi düşünmedi.
O,
Peygamber olarak Kendisinden söz ederken, “Ben lânet edici olarak
gönderilmedim, sadece rahmet olarak gönderildim” buyurdu. Rahmet Peygamberi
(sav), hem Şahsı, hem de dâvâsı açısından “can düşmanı” olarak nitelendirebileceğimiz
insanlara bile düşman nazarıyla bakmadı. Onun ve dâvâsının düşmanı olanlar
vardı ama Onun gözünde adeta “düşman” yoktu. Onları düşman olarak görmediği
içindir ki onları kahretmeyi, onları ezmeyi, yok etmeyi düşünmedi. Bilakis
onları bizzat ilgilenmesi, yardımlarına koşması gereken insanlar olarak gördü.
Kendisini bununla yükümlü saydı. Bu yüzdendir ki, onlar ne denli barbarlık
yaparlarsa yapsınlar, O (sav) yine onların imdadına koşmayı, onları aydınlığa
çıkarmaya çabalamayı görev edindi. Bu yolda maruz kaldığı sıkıntılar, çileler Onu
yıldırmadı, aksine teşvik edici güç oldu. O, bu hususta erişilmezliği temsil
ediyordu.
O
yüz binlerce insanı aydınlık iklimine çekiyor ama böyle sonuca ulaşmak Onun
doymasına, işi birazcık da olsa gevşetmesine sebep olmuyordu. Aksine daha büyük
bir istekle, herkesin yararlanması için durmadan çalışıyor, tebliğ görevini
yerine getirmek için gayret ediyordu. Hazreti Peygamber’in tüm insanlığı içine
alan bu şefkati ve merhameti o kadar engin ve güçlü idi ki Onun hürmetine
Allah, Onun ümmetinden toptan helak olmayı kaldırmıştır. Esasen, insanı
insanlaştırmayı amaçlayan bu Muallim Peygamber’in (sav) insanın insanlığına
ters düşen tavırlar takınması, bizzat mesajla çelişkiye düşmesi demekti. Zira insanı
halife kılan Allah, Ona son derece güvenmiş ve Onu Kendi Kendisine teslim
etmiştir.
İnsan
Allah’ a aittir ama kendisine emanet edilmiştir. Diğer varlıklar da onun
emanetine verilmiştir. Aklını, hür iradesini kullanarak hareket edecek,
hayatını düzenleyecek ve hesabını verecektir. Muallim Peygamber, bunun dışına
nasıl çıkabilirdi? Nitekim çıkmadı. İnsana güvendi, onu bilgilendirmekle,
teşvik etmekle, sorumluluklarını hatırlatmakla yetindi. Onun özgürlüğünü
zedeleyecek tutumlar takınmadı. O, insanın özgürlüğünü kısıtlamayı değil,
bilakis ona özgürce gelişeceği bir ortam hazırlayarak davranışlarını bilinçli
ve kendi iradesiyle yapmasına kılavuzluk etmeyi benimsedi. Ona kendisinin özgür
ve sorumlu varlık olduğunu fark ettirmeye çalıştı. Bunu da eğitim-öğretimle
yaptı. Eğitim-öğretim etkinliklerini bu anlayışla yürüttü. İnsanı eğitirken
onun temel yeteneklerini/özelliklerini koruyarak geliştirmeyi amaçladı, onu
robotlaştırmayı, sorgulamadan teslim olan itaatkâr birey haline getirmeyi
istemedi.
Dolayısıyla
O, hiçbir bireyin örnekleştirilmesini asla düşünmedi. Her insanın kendi
kişiliğini gerçekleştirmesini, kendine özgü davranmasını arzu etti. Bunun için
de insanın kendisini, evrendeki konumunu, diğer varlıklar arasındaki yerini
tanıması gerekiyordu. Bu hususta Onun kılavuzluğu son derece önemliydi ve O
bunu gerçekleştirdi. Özgür olmayan, kendine göre davranmayan, evrendeki
konumunu bilmeyen insan, nasıl sorumlu tutulabilir? İşte Efendimiz araştıran, soruşturan,
sorgulayan, kendi ayakları üzerinde duran, kendini eleştirebilen, kendini
yöneten, dolayısıyla yaptıklarının hesabını verecek bir donanıma sahip seviyeye
gelmeleri için insanlara muallimlik yaptı. Muallimlik yaparken, insan onurunu
zedeleyecek hiçbir söz söylemediği gibi hiçbir tavır da takınmadı. Zina yapmak
istediğini belirten bir gence karşı takındığı eğitici tavır, bu söylenenleri
somutlaştıran bir örnektir.
Kılavuzluk
ederken her bireyin başlı başına farklı bir dünya olduğunu da unutmadı;
bireysel farklılıklarını gözeterek yardım etmeye gayret etti. “Ya Resûlullah, hangi
amel en üstündür?” sorusunu soran farklı kişilere farklı cevaplar vermesi, onun
bu yaklaşımının tipik örnekleridir. Çünkü bu, herkese, ihtiyacı olan cevabı
verdiğini göstermektedir.
Hazreti
Peygamber’in (sav) böyle davranması, Kur’ân’da özellikleri belirtilen insanın
yetiştirilmesi için şarttı. Bu anlayışta eğitilip geliştirilmemiş bir insan,
yukarıda belirtilen özelliklere nasıl sahip olabilir ve söz konusu
yükümlülüklerinin üstesinden nasıl gelebilir? Sanırım Efendimizin (sav) bu
başarısını, öncelikle Onun eğitimciliğine, eğitiminde insanı merkeze alan
yaklaşımına bağlamak yanlış olmaz.
Bazı
Batılı müsteşrikler, seküleristler ve bir kısım yerli mankurtlarca İslâm dini
açısından eğitimin merkezinde insanın olmadığı görüşü ileri sürülmektedir. Buna
katılmak mümkün değildir. Onun insan onuruna alabildiğine saygı duyma, insanı
merkez alma, insana son derece değer verme esasına dayanan yaklaşımı karşısında
hangi kalp katılık gösterebilir? Bu olsa olsa İslâmî hayata düşman olanların
fitne ve faaliyetlerinin sonucudur.
Milletçe
yıllardan beri millî eğitim müfredatından, okutulan derslerin alâkası olmayan
muhtevasından, eğitim işlerinin ehlinin elinden icra edilmediğinden şikâyetçi
olduğumuz bir hakikattir. Daha yürek yakanı ise, bu milletin okullarından mezun
olup Müslüman Türk milletinin hayat damarları olan dinine, örfüne ve ecdadına
yabancı “müellimlerin” yetiştirilmesidir.
“Müellim”
demek, “elem, acı veren, acıtan,
ağrıtan” demektir. Gelin, şu suallere “Evet” diyebilmek için ne yapmamız
gerektiğine karar verelim: Bugün anneler, babalar, öğretmenler, örgün ve
yaygın eğitim alanında eğitsel rol icra eden eğitimciler, hatta Devlet’in en
muktedirleri, eğitimde başarılı olduğumuzu ve çok iyi sonuçlar aldığımızı
söyleyemez. Bu başarısızlığımızın temelinde yatan en önemli sebep, eğitim
etkinliklerimizde merkeze insanı koyamayışımızdır. Öyleyse insana pek değer
vermeyen, insan onuruna saygı duymayan, insanı içtenlikle sevmeyi temele
koymayan yaklaşımımız mıdır bunun nedeni?
Bizler
belki insan sevgisinden, insana saygıdan, insanın değerinden söz ediyoruz,
ancak bütün bunlar lafta kalıyor ve somut davranışlara dönüştüremiyor, bu
anlayışa göre hayatımızı biçimlendiremiyoruz. Bu yanlış yaklaşım, bütün eğitsel
düzenlemelerimizin, eğitsel etkinliklerimizin “insaniliğini” ortadan
kaldırıyor. Hâliyle insanın eğitimine yönelik attığımız adımlar istenen hedefe,
murat edilen gayeye ulaştırıcı ve yapıcı yol alamıyor. Bu çerçevede Resûlullah
Efendimizi (sav) yeniden çok iyi tanımamız, hayatını iyi inceleyip doğru
anlamamız gerekiyor.
Gençlerimize hakikî rehber, başta Sevgili Peygamberimizdir
(asm). O, en mükemmel örnektir. Çocukluğu çocuklarımıza, gençliği gençlerimize,
ihtiyarlığı yaşlılarımıza en güzel misaldir. Peygamberlik verilmeden önce o
vahşi toplum içinde bütün kötülüklere rağmen dost düşman Ona güveniyor, “Muhammedü’l-Emîn” diyorlardı.
Hazreti
Peygamber’in (sav) eğitim anlayışı insan merkezlidir. Ona göre evrendeki her
şey insan için var edildiği gibi, din, kültür, bilgi, beceri/üretim ve sosyal
çevre de insan içindir. İnsan bunların aracı değil, amacıdır. Evrendeki
varlıklardan/nesnelerden yararlanma hakkı olduğu kadar, bunlardan yararlanma
hakkına da sahiptir. Din insan için var olduğundan dolayı, Hazreti Peygamber
(sav) her bireye dinden yararlanması hususunda rehberlik etmeye çalıştı. Ama
sadece rehberlik etti; din adına insan üzerinde bir tahakküm kurma, onu tasallutu
altına alma, vicdanına nüfuz etme gibi tavırları hiçbir zaman takınmadı, bunu
asla düşünmedi.
2022-2023
eğitim-öğretim senesinde de, istikbâle dair duamız ve talebimiz, En Büyük
Mübelliğ ve Muallim Hazreti Peygamber yolunda olan muallimlerin yetişmesi ve
yetiştirilmesi yönündedir. Devlet aklının, Müslüman milletimizin İlay-ı
Kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsüne gönül vermesine duacıyız. Vesselâm…