Müdür Bey

Kaldırıldığı hastanede 80 yaşında hayata veda eden Müdür Bey’i yoğun bakım ünitesinden morga götüren damadı, onun teneşirdeki nazlı yıkanışını herkese ballandıra ballandıra anlatacak; mahşerî bir kalabalık eşliğinde Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildiğinde ise, “Allah herkese böyle bir ölüm ve böyle bir yıkanma nasip etsin” diye de dua edecekti…

TEKNE kazıntısıydı. Anasının son goncası… Kendinden evvel doğanlar evlenerek evden ayrılmış, sıra kendisine gelmişti. Eşe dosta haber salan annesi, bu talebini oğluna da duyurdu, “Gözüm arkada kalmasın ana kurban, dünya gözüyle mürüvvetini görmek istiyorum” dedi. Kendisi, oğlu ve oğlunun arkadaşları elbirliği içinde “kız” aramaya başladılar. Aranan gelin adayı Ankara’da bulunmuştu.

Soğuk bir kış sabahında Ankara’nın eski otogarına indiklerinde, onları karşılayan arkadaşı direksiyonu kendi evine kırmış, nimetlerle donatılan sabah kahvaltısında Ankara’ya geliş gayelerini sorunca utana sıkıla durumu izah etmişti.

Gün içinde birkaç yere uğradıktan sonra müstakbel gelin adayının evine doğru yola çıktılar. Selâm verip girdikleri evde sıra dışı bir hareketlilik vardı. Kısa bir tanışma faslının ardından konuya geçildi. Başa baş yapılan ön görüşmede, “Ben çocukları severim, bir düzine çocuk isterim” deyince gözleri fal taşı gibi açılan gelin adayı, şaşkınlıktan tepki dahi verememişti.

“Ziyaretin kısa olanı makbuldür” diyerek müsaade isteyip kalktılar. Annesi ayakkabılarını giydi ve kapı önünde duran kısa boylu, sarışın, gözlüklü ve takım elbiseli adama, “Allah’a ısmarladık” deyip oğlunun koluna girerek merdivenlerden indi.

Dışarı çıkar çıkmaz, “Anne, beğendin mi kızı?” diye sordu. Annesi, “Oğlum, kayınpederini, kayınvalideni çok beğendim, kanım çok ısındı” diye cevap verdi. Bu ve benzer soruları “usûlden” olsun diye değil, bir geleneğin parçası ve meşverete olan inancından dolayı yakın çevresine de soracaktı.

Kararında iki kişinin söylemi etkili oldu. Annesi ve işyerindeki arkadaşının, “Elini öpebileceğin bir kayınpederin var mı?” sorusuna “Evet, var!” demesiyle, “O hâlde ‘Evet’ diyebilirsin!” dedi. O da öyle yaptı ve sabit telefonun başına geçerek cevaplarının müspet olduğunu bildirdi.

Gümüş yüzük

Aile fertleri tam takır Ankara’daydı. Girdikleri evde ilkinden daha kalabalık ve heyecanlı bir kitle ile karşılaştılar. Elini öptüğü adama herkes “Müdür Bey” diye hitap ediyordu. Kısa sürede sebebi öğrenildi. 30 yılı aşkın süre hizmet ettiği PTT’den müdür kadrosuyla emekliye ayrılmıştı. Giyim kuşamına aynı titizlikle devam ediyor, sinekkaydı tıraşı ve kravatıyla dikkat çekiyordu. Ertesi gün nişan alışverişine çıktılar. Müdür Bey nasıl bir şey istediğini sordu damada. “Gümüş olsun” cevabını alınca, kuyumcuya gerekli ödemeyi yaparak alışverişi tamamladılar.

Düğün dernek dört ay içinde yapılmış, ertesi yıl da bir kız torunu müjdesi vermişlerdi. Gurbetteki görev süresini tamamlamayan damadı, kızı ve torunuyla Ankara’ya dönmüş, aynı siteyi paylaşmaya başlamıştı. Keyfine diyecek yoktu.

Dost meclislerinin aranan ismiydi

Onu gergin görmek neredeyse imkânsızdı. Alabildiğine müşfik ve merhamet doluydu. Uzun süreli küs kalmaz, uzatılan eli geri çevirmez, verilen selâma da kayıtsız kalmazdı. Olduğunda şükreder, olmadığında ise kanaat ederdi. İktisatlı, bir o kadar da cömertti.

Mesai yaptığı vali, kaymakam, belediye başkanı, hâkim, savcı ve müdürler, eşleriyle beraber evinin müdavimleri arasındaydı. Neşeliydi ve onunla sohbet etmekten keyif alıyorlardı. Hangi konuda olursa olsun, dilaltında sakladığı bir fıkrası illâ ki vardı.

Yıllar evvel geçirdiği trafik kazasından şans eseri sağ kurtulurken, kırılan kolu ve ayağının iyileşmesi için bir dizi ameliyat geçirmişti. Yürümekte ve uzun süreli ayakta durmakta zorlansa da oturarak namaz kılmaktan imtina ediyordu.

“Kulaklarım bir düdüklü gibi çınlıyor!”

İşitme kaybı yaşamaya başlamıştı. “Baba, sana biyokulak alalım mı?” önerisini, “Hayır, ben böyle rahatım! Gıybet edenleri duymuyorum” diyerek geri çevirmişti.

Borcuna ve sözüne sadıktı. Ne pahasına olursa olsun gecikme yaşatmaz, vaktinde ödemesini yapardı. Sadece borcuna değil, fatura ödemelerine de dikkat gösterir, zamanında öder, faizden kaçınırdı. Hayatında bir kez olsun kredi kartı kullanmamıştı. Aynı hassasiyeti beş vakit namaz için de gösterir, namazlarını cemaatle eda ederdi. Her zamanki gibi o sabah da  “Ya Allah, Bismillah!” diyerek yatağından doğruldu, “Avniye Hanım, kalk!” diyerek eşini uyandırdı ve gitmek üzere evden çıktı.

Genç çift, çalan kapı ziliyle uyandı. Karşılarında heyecandan kalbi yerinden fırlayacak olan eşinin kuzeni Dilek duruyordu: “Enişte koş, yengem ölüyor!” Üzerindeki pijamaya aldırmadan J Blok Numara 3’e koştu ve yerde boylu boyunca yatan kayınvalidesini gördü. Nefes almakta zorlanan kadıncağıza, ilk yardım kursunda öğrendiği metotları uyguladıktan sonra 112’yi aradı ve kayınpederini sordu.

Camiye, oradan da hesabına yatan emekli maaşını çekmeye gittiğini öğrendi. Dışarı çıkıp bankamatik güzergâhına doğru ilerledi. Çok geçmeden başında şapkası, elinde bastonu ve üzerinde kahverengi takım elbisesiyle kayınpederi görünmüştü. Alacakaranlıkta damadıyla karşılaşan adamın dudakları kurumuş ve kalp çarpıntısı artmıştı. Kötü bir şey olduğunu sezinleyen Müdür Bey’e, “Baba, korkma! Anne hasta…” demeye kalmadan, “Yoksa öldü mü?” diye tepki verdi. “Yok baba, ambulans çağırdık, hastaneye götüreceğiz!” diye teskin etti.

Ayağındaki sakatlığa aldırış etmeden hızlı adımlarla eve yöneldi. Nefes nefese kalmıştı. Sedyeye doğru eğildiğinde gözünden inci gibi yaşlar dökülmeye başlamıştı. Daha fazla dayanamayıp o da eşlik etti Müdür Bey’e.

Zamanında yapılan müdahale ile kayınvalidesi hayata tutunmuştu tutunmasına ama o sabah, hayat arkadaşının geçirdiği şeker komasından sonra önlüğü beline geçirerek mutfağa girmişti. Eli lezzetliydi. Onun yemeklerini ve tatlılarını yiyenler önce tarif, bununla yetinmez bir de kurs alırlardı.

Vefa abidesi tonton dede

Eşinin ilaçlarını tam ve vaktinde almasını sağlar, günde iki kez insülin iğnesini yapardı. Ne de olsa askerliğini sıhhiye eri olarak tamamlamıştı. İyi ve kötü günde, eşinin dostunun yanında yer alırdı. Kolay kolay kızmaz, kızsa da belli etmez ve bunu dillendirmezdi. 50 yıllık hayat arkadaşına ve oğluna ara sıra şaka yollu sarf ettiği “Serseri!” haricinde tek kötü söz söylemezdi.

Yaşlı çiftin en büyük neşe kaynağı, bir kız, iki oğlundan olan yedi torununu bir arada görmekti. O yüzden okulların tatile girmesini iple çekerlerdi. Torunlarına karşı derin bir muhabbet beslerlerdi. Önce başlarını ve yanakların okşar, sonra da alınlarından öperlerdi.

Birbirini kovalayan seneler ve ikinci kaza

Bastonla olan dostluğu her geçen gün artmış, gözünden de küçük bir operasyon geçirmişti. İlerleyen yaşına rağmen misafirlerine karşı tutumunda en ufak bir değişiklik yoktu. Eskisi gibi ayakta fazla duramıyor, ağır şeyler kaldıramıyordu. Evin ihtiyaçlarını da günlük karşılıyordu. Sevdiği lezzetlerin başında gelen çiğ köfte, künefe ve içli köfteyi ise damadına havale etmişti.

Banyoda ayağı kayıp düşmüştü. Geçirdiği ikinci kaza, geri kalan ömrünü sıkıntılı geçirmesine neden olacaktı. Önce göğsünde, sonra sırtında beliren dayanılmaz ağrılar ve zaman zaman nükseden nefes darlıkları sıklaşmış, hastanelerden çıkmaz olmuştu. Doktorlar üç damarın büyük bir oranda tıkalı olduğunu ve by-pass olmasını söylediklerinde, “Abim ameliyat oldu da ne oldu? Yine öldü! O eziyeti bu yaşta çekmeye gerek yok!” diyerek ameliyatı reddetmişti.

Kış başında şiddetli bir zatürre geçirmiş, kalp krizi belirtileri bir hayli artmıştı. Ölümün kıyısına gidip geliyordu ama her seferinde hastaneye yetiştiriliyor, birkaç günlük yoğun bakımın ardından taburcu oluyordu. Gurbetteki oğlunu çağırmış, onunla âdeta vedalaşmıştı.

Kıskandıran ölüm

Cemrelerin üçü de düşmüştü. Aylardan Mart, günlerden Cuma’ydı. En küçük torunu olan uzun saçlı Efe’yi özlediğini dillendirmiş, annesi de güzelce giyindirip Müdür Dede’sine götürmüştü. Kucağına aldığı torunu için “Saçlarını kesseniz kızım” diye ricada bulundu. İsteği yerine getirilmişti. Traşlı kafasını avuçlarının arasına alıp koklayarak defalarca öptü. Kızını ve torununu uğurladıktan sonra yatsı namazını kılmak üzere mescide gitti. Eve döndüğünde her zamanki tekli koltuğuna oturdu. Çok geçmeden göğsüne saplanan ağrı ile fenalaştı. O günkü misafir, “Küçük Ömer” lakaplı torunuydu. Dayanamayıp ağlayınca, “Bir şeyim yok!” diyerek rahatlatmaya çalıştı dedesi. Eşi eğilip elini ovuştururken, “Remzi Bey, ne oldu sana?” diye sordu ama cevap alamadı.

Kaldırıldığı hastanede 80 yaşında hayata veda eden Müdür Bey’i yoğun bakım ünitesinden morga götüren damadı, onun teneşirdeki nazlı yıkanışını herkese ballandıra ballandıra anlatacak, mahşerî bir kalabalık eşliğinde Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildiğinde ise, “Allah herkese böyle bir ölüm ve böyle bir yıkanma nasip etsin” diye de dua edecekti…