Mü’minlerin araçsız, cihazsız iletişim ağı: Hilâl!

Her ne kadar bütün insanlığa Hıristiyan dünya tarafından dikte ettirilen Milâdî Takvim ile yol alıyor olsak da, bu mübârek ayın hürmetine hâlâ göklerden bir müjde, bir haber gözlüyor İslâm Âlemi. Ve ortak bekleyiş, aynı gökyüzünde aynı işaret ile hareket etme bilincinin varlığı umutlanmak adına, gayret etmek adına inananlara çok şey söylüyor.

İNSANLIK kontrolsüz bir virüs ile imtihan olunuyorken, tüm dünya Müslümanları, bu yıl da gökyüzünde belirecek bir işaret gözledi. Hilâl semâda belirince, dünyanın her neresinde olursa olsun tüm mü’minler, Ramazan-ı Şerîf müjdesini kelâmsız, araçsız alıverdi. Teknolojik ağların, dijital bildirimlerin hükümsüz kaldığı, hiçbir cihaza muhtaç olmaksızın tüm dünyaya yayılıveren bu mesaj, İlâhîydi!  

İnsanlığa aynı anda bir haberi ulaştırmak için icat edilen tüm sunî uydulara, bütün teknolojik aygıtlara ipincecik bir hilâl, bir kez daha galebe çaldı. Çünkü, bir mesajı tüm insanlığa araçsız, cihazsız aynı anda duyuracak yegâne güç, Allah’ındı! 

Ay, hem dünyanın, hem aynı anda harekete geçebilen mü’minlerin iletişim uydusuydu.

Göğe baktık ve bildik, Ramazan başlamıştı. Bu muhteşem bir irtibat metoduydu. Batı/lı çileden çıkaran, bu denli kolay, bu denli pratik ve bir o kadar bütünlük arz eden bu iletişim şekli zamana, icatlara hükümferma olurken, insanlık tek bir hakikatten haberdar ediliyordu: “Güç Allah’ındır!” 

Bir de mü’minlerin, dünden bugüne, bugünden kıyamete erişinceye dek birbirleriyle böyle muhteşem bir irtibat ile yek vücutmuşçasına müjdeli mesaja ram oluşlarının sancısını çekmiş bir peygamberi vardı... 

14 asır önce, yine bir Ramazan ayında, tan yeri henüz ağarmamışken, ufukta göz kamaştırıcı bir nur belirmişti de, İslâm dünyasına ilk emir getirilmişti. Cebrail (as) bilinen hiçbir surete benzemeyen varlığı ile Peygamberimize yaklaşıp “Oku!” demişti. Okuma bilmediğini belirten Peygamberimizin bedenine sımsıkı sarılan Cebrail (as) ısrarla, “Oku!” diyordu. Hazret-i Muhammed’in (sav) 40 yaşındaki bedeni, tarifi bize meçhul bir melek tarafından ve şiddeti kendilerine mahsus bir güçle sıkılıyorken Müslümanların kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyetleri, “Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” şeklinde inzal olunmuştu.*(1)

O muazzam nur ile gelen melek ve getirilen emirler sıradan bir ruhun taşıyamayacağı kadar farklıydı ki, üşümüştü Allah Resûlü. Titremişti… Evine erişip Hz. Hatice Validemize üzerini örtmesini söylemişti. Fakat artık her şey değişmişti. Yaşadıkları, havsalaları sarsacak nitelikteydi ve izahı kadar sorumluluğu da zordu. Yatamazdı, uyuyamazdı, oturup kalamazdı… 

Cebrail bir zaman sonra yine gelmiş ve Hazreti Muhammed’e (sav), “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar!”*(2) ayetlerini bildirince Peygamberimiz anlamıştı ki, o artık, İlâhî mesajların ileticisi, son din İslâm’ın Peygamberi ve Allah’ın Resûlüydü! 

Mekke’de 12 yıllık çileli bir zaman diliminden sonra (Miladi 622) Peygamberimizin ve ashabının kaderine hasret yazılmıştı da, hicret vaki olmuştu. 

Neden sonra, bir kutlu fetih nasibiyle Mekke müşriklerin işgalinden kurtarılıp feth olunmuştu. O vakitten sonrası İslâm dini yayıldıkça, iman edenlerin sayısı artıkça, devletler kuruldukça, yasalar İlâhî kitabımız esas alınarak yapıldıkça dünyada zamanı Müslümanlar tayin eder olmuştu. 

Çünkü, zamana hükmeden, tarihe de hükümferma olurdu! 

*** 

İlkin, “Hicretin 16. senesinde Hz. Ömer’e (ra), üzerinde tarih olarak bir tek Şaban kelimesi yazılı olan bir senet takdim edilmişti. Hz. Ömer (ra), evvelki senenin mi yoksa o senenin mi Şaban ayının kastedildiğini nasıl bileceğini sormuştu. Bunun üzerine bütün meşhur Sahâbîlerin hazır bulunduğu istişare meclisi toplanmış ve bir tarih başlangıcı tespit etme meselesi müzakere edilmişti”.*(3)

O toplantıda Hz. Ali’nin (ra) önerisiyle “Hicret” başlangıç olarak kabul edilmiş, Hicret’in Rebiülevvel ayında gerçekleşmiş olmasına rağmen Kamerî ayların ilki Muharrem ayı olduğu için, yılın ilk günü de 1 Muharrem olarak belirlenmişti. Böylece “Hicrî Takvim” kullanılmaya başlanmıştı.

Sonra, Büyük Selçuklu Devleti kurulmuş, yıl 1079’da Celâliddevlet Melikşah’ın talimatıyla gökbilimci ve düşünür Ömer Hayyam tarafından “Güneş Takvimi” hayata geçirilerek resmî takvim unvanı ile “Hicri Takvim” büyük bir devlet tarafından tarihe kaydedilmişti. 

Peygamberimiz ve ashabının Mekke’den Medine’ye hicret ettiği tarih, Türkiye’de ve sair Müslüman ve Türk halklar tarafından kabul görmüş, o günden itibaren Osmanlı Devleti dönemi dahil Hicri Takvim esas alınmıştı. Tâ ki 26 Aralık 1925 yılına kadar… 

Osmanlı Devleti yıkılmış, Batı/lın, Tanrının baba, Hz. İsa’nın oğul olduğu (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh!) inancı gereği, Hıristiyanlığın takvim başlangıcı olarak Hz. İsa’nın doğum tarihi olarak kabule dilen 24-25 Aralık tarihi, Batı/lın Milâd olarak kabul edilmesine dair verdikleri ültimatomlarla Cumhuriyet’in kurucuları tarafından Hicrî Takvimimiz Milâdî Takvim olarak değiştirilmiş. Tam da Batı’nın “Noel” olarak kabul ettiği 26 Aralık tarihinde… 

Ülkemiz, muasır medeniyetler seviyesine erişme hayâli ile ilk iş olarak 15 asırlık Hicrî Takvimi’n tarihe gömülmesini sağlamış ve Hıristiyanlık geleneği, Noel tarihi, Miladi Takvimi benimsemişti. 

İşte son bir asırdır ülkemizin üzerinde oynanan oyunlar, yapılan planlar, darbeler, muhtıralar da gösteriyor ki, tarih, zamanı yönetenlerin elleriyle değiştiriliyor. Alınacak hınçlar, tüm hazımsızlıklar su yüzüne çıkıp coğrafyaların kaderlerinde ölümcül izler bırakılıyor.  

Acıdır ancak kabul etmek gerekir ki, zaman yönetimi kaybedilince, tarih yapma ve tarihi yazma yetkisi de el değiştirmiş oluyor. 

Yasalarla kontrolü sağlanamayan, yönetilemeyen Hacc ibadeti Kurban Bayramı’nda ve oruç ibadeti Ramazan ayında gerçekleşiyor. Tekrar etmekten keyif alıyorum; Batı/l cinnet geçiriyor. Batı/lın paralı maşaları da Ramazan-ı Şerîf ayını, oruç ibadetini ve teravih gibi sünneti seniyyelerin ertelenmesini önerebiliyor. 

Fakat İlâhî tecelli pek âlâ devam ediyor. Hicrî Takvim devrini tamamlar tamamlamaz, mü’minler için bir teselli, bir şifâ, bir kutlu zaman olarak Ramazan ayı ömür cetvelimizde kamerî bir lisan ile yerini alıyor. 

Her ne kadar bütün insanlığa Hıristiyan dünya tarafından dikte ettirilen Milâdî Takvim ile yol alıyor olsak da, bu mübârek ayın hürmetine hâlâ göklerden bir müjde, bir haber gözlüyor İslâm Âlemi. Ve ortak bekleyiş, aynı gökyüzünde aynı işaret ile hareket etme bilincinin varlığı umutlanmak adına, gayret etmek adına inananlara çok şey söylüyor.

Ezberci Batı dünyası, diğer tâbir ile Yahudiler ve Hıristiyanlar, dünya menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda ademoğlunun kâinat ile bağını kopararak her şeyi formüle ettiği gibi zamanı da takvim üzerinde sabitlemiş olmasına rağmen, İslâm’ın evrensel dili, hükmünü sürmeye devam ediyor.

Dinleri ve insan ruhu üzerinde oluşturdukları tahrifatın bir mahareti olarak, tarihe “Milattan Önce-MÖ” ve “Milattan Sonra-MS” gibi zamanı markalaştırarak kendi zihin dünyalarına göre ipotekledilerse de Müslümanlara vahiy ile haber verilmiş kutlu zamanlarda, aynı prensiplerle ibadet ediyor olmalarını durduramamış olmanın çıldırısını yaşıyorlar. (Kim bilir belki de Koronovirüs salgını sonrası, dünya genelinde Müslümanların hacc ve oruç ibadetlerini de milâdîleştirme planları kuruluyordur.)   

*** 

Din ve kültür asimilasyonunu meslekî bir idea hâline getirmiş, emperyalist ve Siyonistler tarafından haczedilen kamerî takvimimiz değildi sadece, İlâhî Vahiy ile müjdelenen hakikat yolculuğumuzdaki hikmetlerle aramıza mesafe girmesi hedefleniyordu. Zaman zaman bu ve benzeri projelerinde başarılı olduklarını düşünsek de ve bu elim gerçeklik ile 95 yıldır sarsılsak da, Batı/l her ne planlıyorsa planlasın; ömrümüze Mübârek Ramazan ayının her gelişinde, o kutlu vakitlere her eriştiğimizde iman edenlerin müşterek işareti “Hilâl” ile tazeden “besmeleler” çekerek yola devam etmek gerekliliğine inanıyoruz. Ye’se kapılmadan, üzerimize düşen sorumlulukları taze bir bilinçle kuşanmaktan vazgeçmiyoruz. Vazgeçmemeliyiz!

Gerçi, aynı coğrafyada, aynı dinî prensiplere inandığımızı iddia etsek de, dünya kendi ekseninde dönermiş, güneş ile vals eylermiş, gökyüzünü tezyin eden diğer gezegenler ile aralarında bir bağ varmış, ay güneş ile ilişkisinde ibretli bir alışverişi gerçekleştirip biz dünyalılara çok şey anlatırmış, gökyüzünde cereyan eden her bir devinim insan ruhunu etkilermiş ve gece ile gündüz, aylar ve mevsimler bize “İkrâ!” emrinin mahiyetinden söz edermiş (kimilerine göre) kime ne?! 

Bütün bunlarla gayrimüslimlerin üst aklı ilgilenmeli, ahali kendi varlık sebebini ve yaratıcısının kendine sunduğu ruh sağlığı prospektüsünden ve varoluş menkıbesinden bihaber koyunlaşmalıymış ki menfaatperest uygulamalarda kullanıldığını anlayamasın! 

İnsanlar, varlığının ehemmiyetini biricik olmaktan çıkarıp sürüleştirildiğinin farkına varmasın!

Hasılı, dünyaperest Hıristiyan çobanlar, tüm insanlığı hipnotize etmişçesine yönetebilsin, iç dünyalarımızın huzurunu dolaylı biçimde tahrif edebilsin diye gök kubbeyle bağımız koparılıp kamerî zaman bilincinin yerine zaman tasarrufumuzu Milâdî Takvim ile yönetsinler. 

Sadece gayrimüslim tahakkümü ile olmadı bütün bunlar, İslâm âlemi Allah’ın rızası ile profesyonelliği karıştırıp aralarında ne profesyonelce başarılı bir entegrasyon sağlayabildi, ne de Vahy-i İlâhî’ye tam teslim olabildi. Her şartı ve durumu kapsayan zamanı kâinattan kopuk tekrardan mülhem biçimde sabitlenmesine izin verildi.

Gerçi, her iki takvim de zamanı takip gereci olarak iş görüyor. Ancak kendi ülkemizde ve dünyada olup bitenleri seyredince, zamana milâd olarak tercih edilen düşüncenin, geleceği şekillendirdiği gerçeği de inkâr edilemez şekilde gözümüzün önünde cereyan etti görülüyor.

Zamanın ne ile başladığından ziyada, zamana yön tayini yapan idea, coğrafyaların tarihini değiştiriyor. 

Öte yandan, şerri hükümlerle yönetildiği, bayraklarında “Kelime-i Tevhid” bulunan, Hicrî Takvim ile hayatı akıtan petrol zengini Suudi Arabistan (ve benzerleri) petrol endekslerini, dolar paritesini İlâhî yasalarla takas edip esas alıp Batı/lın kurduğu pistte dans ederken, sair İslâm coğrafyalarında taş taş üstünde kalmadı; ölüm, rüzgâr gibi eserken silah tacirleri keyifli kahkahalar eşliğinde cinayet planlarına yenilerini eklediler. Çünkü dertleri din adına tarih yazmak, adaleti tesis etmek değil, dünyayı parmaklarında oynatmaktı. 

 Halbûki, ademoğlunun dünyevî-uhrevî saadetini tesis etmek için göklerden indirilmiş İlâhî Vahiyde iman edenler için zaman belirleyici ölçüler sunulmuştu. Yunus Suresi’nin beşinci âyet-i kerîmesinde “Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya bir takım) menziller takdir eden O”dur” buyuruluyor.

Bakara Suresi’nin 185’inci âyetinde “Sana yeni doğan ayları sorarlar, de ki, o, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir” beyanıyla ibadetlerin zaman ve kâinat ile bağına dikkat çekiyordu Rabbimiz! 

Ve Allah Resûlü ümmetine, “Hilâli görmedikçe oruç tutmayın. Onu görmedikçe bayram da yapmayın” ifadeleriyle gözlerimizi göğe çevirmemizi ve kâinatın dilini takvim edinmemizi tavsiye buyuruyor. Ne güzel bir hakikat ve birlikteliktir ki, tüm mü’minler aynı vakitlerde gökyüzünü okuyor (mu)? 

İnanç bilinci insanın kalbini terk edince, Vahy-i İlâhî ile çizilmiş yol haritasından sapınca, zamanı yönetmeye talip olmalarını beklemek abes olacaktır! Kitabını okumayınca, takvimleri değiştirme cüretini gösterenleri okumak da mümkün olmayacaktır. Neden diye sorulmayacaktır! Çünkü, çoktan neme lazımcı bir yolculuğa çıkılmıştır!

*** 

Şimdi elimizde kaybedilmemiş, henüz el uzatılmamış hazine değerinde bir ortak iletişim ağımız ve kameri gözlediğimiz bir bu mübarek ay var. 

Bir bu zaman dilimi geziyor ömrümüzün her demini, her mevsimini onar günlük seyr ile... 

Bir bahar oluyor, kâinat neşvünema buluyor, toprak kokusuna karışıyor iftarlarımız… 

Bir yaz oluyor, güneşin kollarında deneniyor sabrımız… 

Bir kış oluyor, sıcak ekmek kokusuyla çoğalıyor manevî hazzımız. 

Bir sonbaharın eşiğinde ölümün önsözünü okutuyor açlığımız. 

Ve ömrümüzün her demine dokunuyor Ramazan, her yaşımızda farklı zaman dilimlerinde soluyoruz nefis terbiyesiyle hayatı. 

Kamerî bu seyir, bizleri tekrardan koruyor. 

Ömürlerimizi 32 yıllık fasılalarla en az iki kere (genel olarak) ziyaret eden, bir yılın her vaktinin tadını ikram eden Şehr-i Ramazan, ruhlarımıza hoş gelsin, hoşnutluklar getirsin inşallah! 

Kalplerimiz Vahy-i İlâhiye sadık; aklımız, kalbimiz ve bedenimiz kâinat ile mutabık olsun!


------------------------------ 

*1 Alak Suresi/1-5 / (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”, 252).

*2 Müddesir/1-2

*3 Şiblî Numanî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, c. II, s. 200.