SON günlerde Koronavirüs
salgını sebebiyle hepimiz evlere kapandık. Sokağa çıkma yasakları, evde ekmek
denemeleri, online konferanslar, esnek çalışmalar, evden çalışmalar, kısa
çalışma ödenekleri, ücretsiz izinler, okuyamadığımız kitaplar, izleyemediğimiz
filmler derken bir ay geçti bile.
Yaşadığımız
ve eskittiğimiz dünyadan kaçmak zorunda kaldığımız için kaplumbağa misâli kendi
kabuğumuza çekildiğimiz bu süreç, kimileri için bir inziva iken, kimileri
içinse âdeta irtifa kaybı...
Yapılacaklar
listesini eline alıp kendini eğleyenler, kendini eğleyenleri izleyip eğlenenler
ve tüm bunların içerisinde daha salgının ikinci gününden itibaren bunun bir
dönüşüm sürecine dönüştürülebileceğini telkin edenler arasında hangi şıkkı
işaretlemeliyiz?
Öyle
ya, bir tercih yapmalıyız; zira tercihlerimiz “ileride bizi biz yapacak”. Böyle
öğrendik. Oysa hiçbir tercih, bizi geri dönüşü mümkün olmayan bir yola
sürüklememeliydi. Bize ilk bu öğretilmeliydi. İlk önce hatâ yapma keyfiyetiyle
yüzleştirilmeliydik ki hatânın insanı ehlileştiren tarafını keşfetmeye namzet
bir yanımız olsun… Bizden önceki kuşağın -ki sanıyorum bu, X kuşağı olacak-
belki de en büyük hatâsı, bizi hatâ yapma lüksünden mahrum bırakmaları...
Onların
bu korumacı tavrının sebep olduğunu düşündüğüm bir diğer konu ise, sorumluluk
almaktan kaçan ve şu an ülkenin ergin grubunu oluşturan kocaman bir kitlenin
fütursuz yaşama biçimini benimsemiş olması. Fütursuz yaşama biçimi derken,
“nereden geldiğini, nereye gitmek istediğini bilmeyen, öz doğrudan ve değer
yargılarından uzak, maddeyle kendilerini doğrulamaya çalışan ancak başaramayan,
başaramadıkça daha da bulanıklaşan” bir karanlıktan bahsediyorum.
Müjdeler
olsun Feuerbach! Öğretini bizatihi yaşayan, yaşatan ama asla farkında olmayan
kocaman bir ordu var!
Üstelik
bu ordu öyle farkındalıksız ve öyle an içerisinde kaybolmuş ki, hayatı doğru
okumayı bir türlü beceremiyor. Peki, bu hayat nasıl okunur? Bir kitap alıp
hayatı okumanın yöntemlerini öğrenebilir miyiz? “Sağlıklı Yaşam Rehberi” ve
benzeri bir isimle piyasaya sürsek meselâ? Bir kitap yahut beş dakikalık bir
video, en kötüsü reytingi düşük bir televizyon programıyla?
Hayatı
okumakla ilgili bir yapım, yayın, yayım ve neşriyat faaliyetine girişirsek,
şüphesiz bunun bir de tersten okuyanı çıkar. Dolayısıyla şimdilik hayatı
okumanın içgüdüsel bir dürtü olduğunu kabul etmeliyiz gibi duruyor. Bu karamsar
yahut iyimser düşünmek, kabul etmek ya da reddetmek gibi pek çok farklı şekilde
tezâhür edeceği için kişiden kişiye değişebilir. Bu yüzden bu düşünceden
koşarak uzaklaşmalı ve evde kalıp Netflix ve benzeri plâtformlardan ödüllü
filmler izlemeye, yeni diziler beklemeye devam etmeliyiz.
“Netflix”
demişken, ilgili plâtformda Morgan Freeman tam da bahsettiğimiz şekilde hayatın
belirli ancak bilinmeyen kısmına yönelik değişik bir okuma yapıyor. Her bölümü
belgesel tadında olan bu serinin adı “The Story Of God”. Türkçe çevirisi, “İnancın
Hikâyesi”… Morgan Bey şehir şehir, ülke ülke gezerek kenarda kıyıda kalmış tüm
inanışları, bu inanışların temel çıkış noktalarını, ritüellerini, bilime olan
yaklaşımlarını, Tanrı’yı ifade ediş biçimlerini, tecellilerini, önderlerini,
günaha bakış açılarını, şeytanı algılayış biçimlerini, ayinlerini, cennet ve
cehennem tasvirlerini ve pek çok farklılıkları inceliyor, irdeliyor ve
sorguluyor.
Ben
hayli keyif aldım; ancak içimdeki irticaî faaliyete pek de gem vuramadığım
anlarda, “Burada aslında İslâmî bakış açısını tam yansıtamamış” ya da “Hmm… Bu
bilmem kim ablanın verdiği kutsal pipoyu saklayan Kızılderili amcaya gidene
kadar bizim Konya’ya neden gelemedi hâlâ?” demekten kendimi alıkoyamadım. Ancak
izlemeye devam ediyorum ve bu konudaki ümidimi de pek çok konuda olduğu gibi
yitirmedim. Hattâ bence, Morgan, serinin sonunda kesin Müslüman olacak!
Böyle
deyince kulağa komik gelmedi mi? Bence çok komik, ama aynı zamanda da hüzünlü!
İşte bizim Müslümanlığımızda hep böyle bir doğrulanma arzusu var. İslâmî
doğruları ne kadar yerinde yaşadığımızdan bile emin değilken, hep o kendimizi
doğrulama çabamıza yenik düşüyoruz. Sanki Morgan Bey inanç konusunu bu kadar
inceledikten sonra yolu İslâmiyet’e çıkmazsa (aslında bizim herhangi bir
doğrumuza varmazsa) yanlış durakta kalacak... Hangi durakta olduğumuzdan bîhaber
hâlde, birilerinin yolunun çıkmazla sonuçlanacağından emin gibiyiz. Acaba başkalarının
yolunun çıkmaza girmesine olan hassasiyetimiz, kendi yolumuzun nereye
vardığından bîhaber olmamızla ilişkili olabilir mi?
Öte
yandan, bu biraz kompleksli bir Oryantalizmin etkisi de olabilir. Çünkü Oryantalizm
ile tüm zihinlere işleyen “zayıf ve kendini yönetemeyen Doğu” algısının eyleme
dönüşmesiyle gerçekleşen sömürü ve işgaller sonunda Batı, Doğu üzerindeki
iktidarını defalarca yineledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu iktidarın yerini
sadece zihinlerdeki işgale bıraktı. Oksidentalizm; Batı’nın Doğu üzerindeki bu
hegemonyasını ortadan kaldırmak isteyen özgür ruhumuz.
Dolayısıyla
Morgan Bey’in Müslüman olmasını bekliyor oluşumuz, Oksidentalizm etkisiyle
damarlarımızda dolaşan gariban Orta Doğulu hayâllerimizden ibaret de olabilir.
Yine de en olmayacak sahnede bence, “Morgan Müslüman olacak” dediğimde, ister Oryantal,
ister Oksidental bakış açısıyla değerlendirelim, bu her zaman komik olacak.
Yolculuk ise, her kim çıkmış olursa olsun, her bir durağı, her bir çıkmazıyla, hele
de yangın gibi sokaklardan kaçtığımız şu günlerde her daim kıymetli olacak.
Morgan
Bey de çıktığı yolda pek çok durakta soluklanıyor ve bu duraklardan birinde eski
bir infaz memuruyla tanışıyor: Jerry…
Jerry,
idamla cezalandırılmasına karar verilen kişilerin son on beş gününü birlikte
geçirdikten sonra onları öldürmekle görevli er kişi. Morgan Freeman, Jerry’ye
mesleğini icra ederken suçluluk duyup duymadığını sorduğunda, önceleri bunu
yaparken “toplumda yaşamayı hak etmediklerinden
bahisle herhangi bir suçluluk duymadığını” söylüyor. Hattâ şöyle de ekliyor: “Her
insanın içinde ölüm diye bir şey var Morgan. Ölüme mahkûm edilemezsin, anladın
mı? Ölüme mahkûm edilemezsin, zaten ölüme mahkûmsun. Tanrı öleceğini söylemiş.”
Neden
sonra, Jerry bir gün yanına gelen hükümlülerden Earl Washington’un masumiyetinin
ispatlanmasıyla, yaptığı işten kuşku duymaya başlıyor. Çünkü masum insanları
infaz etmiş olabileceği ihtimâli hem zihnini meşgul, hem de vicdanını rahatsız
ediyor. Yine de birkaç yıl çalışmaya devam ediyor. Bu yıllarda Jerry, Morgan
Freeman’ın ifadesiyle İncil’in “göze göz” ve “öldürme” emirleri arasında
kalıyor. Ancak eyleme dönüşecek herhangi bir karar almaktan da aciz kalmış.
1999’da
uyuşturucu parası olduğu ortaya çıkan bir parayla arkadaşının araba almasına
yardım ettiği için kara para aklama ve jüriye yalan söyleme suçlarından hüküm
giyerek 57 ay hapisle cezalandırılıyor Jerry ve bu cezalandırmayı günahtan
kurtuluşu olarak yorumlarken şöyle diyor: “Bu
olay olduğunda Tanrı şunu dedi: Sana Earl Washington’u yolladım, duânı
cevapladım, ama işi bırakmadın; madem öyle, sana bu dâvâ açılacak…”
Eski
infaz memuru Jerry’nin çıktığı yolculuk sonunda vardığı çıkışın acil çıkış mı,
yoksa mebcurî istikamet mi olduğu konusunda kararsız kaldığınızın farkındayım.
Fakat belki de kıymetli olan, biraz evvel de söylediğim gibi, yolculuğun
kendisidir. Morgan Freeman, Jerry’nin yolculuğunu “hayat ve ölüm hakkında ahlâkî bir ikileme düşmek” şeklinde yorumluyor.
Ve ekliyor: “Yaptığı şey, hepimizin
yapması gerekeni yansıtıyor: Doğruluğuna inandığımız şeyi yapmak için
kendimizle ve inancımızla boğuşmalıyız.”
-Koş Düriye koş! Morgan hakikaten Müslüman galiba…