Modernleştik mi?

Modern dünya bizim doğa ile olan bağımızı kopardı. Artık bunları yapacak ve düşünecek ne ortamımız, ne de zamanımız var. Bunun için düşünmeli, akıl etmeli ve kafa yormalıydı. Hayret etmeli, dikkat kesilmeli, dinlemeli, dokunmalı ve idrak etmeye çalışmalıydı.

MODERN dünyanın ve ışıltılı şehirlerin insanı yorgun ve bezgin. Kalabalık metropoller içerisinde herkesin kendi telaşını ve yalnızlığını yaşadığı, ıssız ve meşakkatli hayatlar… Hiçbir şeye zaman yetirilemeden geçirilen günler…

Ailelerimizi küçültüp, çekirdek aileye döndük. Etrafımızdaki insan sayısını azaltarak çocuklarımızı bakıcılara ve yuvalara emanet ettik. Bu yolla hayatı kendimize daha zor hâle getirdik. Hâlbuki bizim hayâllerimiz vardı. Kaloriferli ve asansörlü evlerde oturacaktık. Markalı kıyafetler giyecek, son model arabalara binecek ve evlerimizi son teknoloji sahibi eşyalarla döşeyecektik. Konforun ve lüksün âlâsını yaşayacak, her şeyi bir tuşla hâllediverecektik. Bu hayata ve bütün bu koşullara neyin pahasına sahip olacağımızı düşünmeden talip olduk. Kendimizi ve hayatlarımızı, en önemlisi özgürlüğümüzü kapitalizmin çarklarına heba ettik. Karşılığında ise modern köleliği satın aldık.

Modernleşmeye çalıştıkça, maddenin esiri oldukça daha da dünyevileştik. Kalbin ve maneviyatın sustuğu veya bu sesin oldukça cılızlaştığı zamanları yaşıyoruz. Bir derdi ve dâvâsı olan insanlar, sanki çok uzaklarda kaldılar. Çoğumuz bunları bir masalı dinlercesine dinliyor. Benmerkezci insanlara, birilerinin kendi rahatından taviz vererek birtakım ideallere sahip olması ve bunun için çoğu zaman hayatını ortaya koyması oldukça zor görünüyor. Çünkü bütün derdimiz, geçim kaygısı ve teknolojinin dayattığı daha iyilerine ve üst modellere sahip olma arzusu oldu. Her gün etrafımızdakilere ve sosyal medyada gördüğümüz hayatlara olan özentimiz ve yarışımız katlanarak artıyor. Sürekli tüketiyor, tükettikçe farkında olmadan bir o kadar da tükeniyoruz. Bitmeyen taksitler ve kredi borçlarıyla en nihayetinde geleceğimizi de ipotek altına almayı başardık. Kanaati, azla yetinmeyi ve üretmeyi unutalı çok zaman oldu.

İnsan fıtratına hiç de uygun olmayan yaşam alanları inşâ ettik, beton yığınlarından yüksek katlı evler yaptık. Buralara çocuklarımıza suni oyun alanları koyduk. Çocukların keşfetmesine, üretmesine fırsat vermeyen yapay alanlar kurduk. Her dakika yetişkin müdahalesiyle çocuk nasıl kendisi olabilir, ileride yetişkin olduğunda hangi problemini kendisi çözer? Çocuk bütün bunları oyunla öğrenir. En nihayetinde modern dünyada çocuklarımızı da fanus balıkları büyütür gibi büyütüyoruz. Fanus balıklarımız denize açılınca, gerçek hayatla karşılaştıklarında bocalamaları ve zorluk yaşamaları da normal değil mi?

Hâlbuki oyun çocuğun olmazsa olmazı ve ekmekle su kadar ihtiyacıydı. Kendi tasarladığı, kendi yönettiği doğal ortamlarda farkında olmadan hem kendini, hem dünyayı tanıma fırsatı bulduğu gibi, hayata karşı problem çözme becerisini de bu yolla geliştirirdi. Toprak ve sudan yaratılan insanın toprakla yani özüyle olan bağını kopardık. Birbirinin güneşini kapatan, yeşile ve ağaca hasret binalar diktik. Doğadaki hiçbir canlı topraksız, susuz ve güneşsiz yaşayamazken, biz bunu kendimize nasıl reva gördük?

Hâlbuki toprak, iyi bir insanda aranan özellikler olan tevazuun, merhametin ve verimliliğin sembolüydü. Kuşların cıvıltısını, rüzgârın uğultusunu, yağmurun çisiltisini şehrin gürültüsüne heba ettik. Evlerde ve balkonlarda yetiştirdiğimiz çiçeklerle bir nebze olsun sükûn bulmaya çalıştık.

Yaratılışın hikmetlerinin ve Allah’ın ayetlerinin doğadaki tefekkürle ortaya çıkacağını unuttuk. Her sabah doğan ve sonra batan güneş, baharda açan çiçekler, yaz mevsiminde ikram edilen meyveler, sonbaharda dökülen yapraklar sizin de kulağınıza bir şeyler fısıldamıyor mu? Ufku görebilen, gökyüzünün ihtişamını seyreden insanın bütün bunlara hayran kalmaması mümkün mü? Ufuk yerine beton duvarları seyretmektendi belki de bütün bu karamsarlıklarımız. Ve belki bu yüzdendi hayata karşı hayâl kırıklıklarımız, umutsuzluklarımız.

Gökyüzüyle biraz daha içli dışlı bir bağ kurup sadrımıza dönebilseydik, çoğu şeyi oradan öğrenip zahmetsizce çıkarımlar yapabilirdik.

İnsanın ruh hâlleri de hava durumlarına benzemiyor mu sizce de? Kimi gün günlük güneşlik, kimi gün bulutlu ve yağmurlu. Bu hâller toprak için nasıl gerekli ve faydalıysa, insanın ara sıra değişen ruh hâli de normal kabul edilebilir. Her ne yaşıyorsak bunun da gökyüzündeki kara bulutlar gibi bir zaman sonra gelip geçeceğini “Bu da geçer Ya Hû!” bilinciyle idrak eder, sürekli mutluluk ve haz peşinde koşmaktan belki o zaman vazgeçerdik.

Ya mevsimler? İnsan hayatının sembolize edildiği zaman dilimleri değil miydi onlar? İlkbahar gençliğin coşkusu ve heyecanı, yaz mevsimi orta yaşın bilgeliği, sonbahar yaşlılık ve kış ise ölümün sembolüydü adeta. Ölümü inkâr, modern zamanların açmazı değil miydi? Mevsimleri hissetmeyerek ölümü inkâr edip yok sayabildik mi? Son yıllarda pandemiyle bizlere sesini daha gür duyuran bu gerçeği kim inkâr edebildi? Ve akabinde gelen baharla yeniden diriliş mucizesini idrak edebildik mi?

Sebzelerin ve meyvelerin büyümesindeki sabrı gözlemleyen insan, günlük hayatında bu kadar sabırsız ve aceleci olabilir miydi? Para hırsıyla, sağlığından ödün verme pahasına, tez zamanda büyütmek için bitki ve hayvanlara hormonu basar mıydı? Doğanın ritmindeki zikrin fısıltısını duyan insanoğlu, zikirsiz ve fikirsiz bir hayat sürebilir miydi? Bazı şeyleri zamana bırakmanın gerekliliğini, doğanın ritminden başka daha iyi nereden öğrenirdi? Hakikati görme noktasında toprağın koynunda yatan tohumun büyüme serüveni, insanın hikâyesiyle aynı değil miydi? İnsanın hakikatinin ortaya çıkması için tıpkı bir tohum gibi benzer zorluklara tahammül etmesi gerekmiyor muydu?

Bütün bunları tefekkür eden insan, kendini doğadan ayrı gayrı düşünemeyeceği gibi, bunları sadece yaparak, yaşayarak ve tefekkür ederek öğrenirdi.

Modern dünya bizim doğa ile olan bağımızı kopardı. Artık bunları yapacak ve düşünecek ne ortamımız, ne de zamanımız var. Bunun için düşünmeli, akıl etmeli ve kafa yormalıydı. Hayret etmeli, dikkat kesilmeli, dinlemeli, dokunmalı ve idrak etmeye çalışmalıydı.

Maddî şeylere sahip oldukça manevî açlığımızın sesini bastıracağımızı zannettik. Yapabildik mi sizce? Bastırmaya çalıştığımız o ses, kendini çağın hastalıklarıyla duyurmadı mı? Sıkça duyduğumuz migren, depresyon ve panik atak bunlardan sadece bazıları. Hâlbuki insana iyi gelen, fıtrata uygun, doğayla hemhâl olduğu yaşam alanları, insanla temas ve iletişimdi. Bilim insanları doğadaki hayvanların, bitkilerin ve ağaçların her birinin birbirleriyle iletişim hâlinde olduğunu her fırsatta söylerken, insan, kalabalıklar içerindeki bu güvensizlik ve yalnızlıkla nasıl baş edebilirdi?

Bizim nesil biraz daha şanslı; en azından ruhunun özlemi olan şeylerin neler olduğunun biraz da olsa farkında. Her fırsatta şehirlerden kaçma ve kendimizi doğanın kollarına bırakma arzumuz bundan olmalı. Bir nebze de olsa geçmişte doğayla ve insanla haşır neşir yaşanmışlıklarımız yani anılarımız var. İnsanoğlu tadını bilmediği şeyin özlemini de hissetmez.

Ancak günümüz gençleri, teknolojinin kucağına doğan bu yeni nesil, ruhunda hissettiği bu boşluğun ve açlığın sebebinin ne olduğunu tam olarak hiçbir zaman anlayamayacak. Maddî şeylere sahip olmakla doldurmaya çalıştığı bu boşluğu sizce doldurabilecekler mi gençlerimiz? Bence dolduramayacaklar…