Modernizmin putları yıkılıyor mu?

Koronavirüs ile birlikte toplum, yeniden büyük kapatma düzeniyle küresel ölçekte yaşıyor. Herkes eve kapanıyor. Kapitalizm, şimdiye kadar herkesi evden çıkarıp dışarıdaki toplumsal kurumlara kapatırken, şimdi de epidemik toplumda herkesi eve ve online düzenine kapatıyor.

MODERNİZMİN kutsandığı bir dönemde, şımarık Batı uygarlığının hilâfına, İlâhî kaynaklı Hanif dinlerin başlangıcıyla beraber gelen bütün tebliğci nebîlerin ümmetlerine verdikleri ortak mesajın özeti; Kur’ân’da mücadeleleri anlatılan peygamberlerin getirdikleri mesajı toplumlarına kabul ettirememelerinin başlıca nedenlerinden biri olarak toplumun azgın ve şımarık önderlerinin peygambere değer atfetmesiyle beraber, bazı önderlerin kendilerini ilâh addetmeleri, cahil ve edilgen kitlelerin ise atalarından devraldıkları veya toplum yöneticilerinin ürettiği temelsiz görüşlere dayanarak peygamberi ve getirdiğini ezbere değerlendirmeleri veya değer biçmeleri, alışkanlıklarını din hâline getirmeleri şeklindedir.

Peygamberler getirdikleri mesajı kabule çağırdıklarında, onlar hep atalarını neyin üzerinde bulmuşlarsa ona uyacaklarını söylemişlerdir. Atalarının yanılabileceğini hiç hatıra getirmemişlerdir. “Atalarımızın dini bize yeter” demişlerdir.

Allah’ın kelâmı Kur’ân’a göre insanoğlu, Allah’ın yeryüzündeki halîfesidir. Kendine has vasıf ve karakterleri bakımından yegânedir. Her insan, diğerlerinden farklıdır. Hiçbir insan diğerinin aynı değildir (İsra, 84).

Kur’ân’da anlatılan insan, mahlûkata nazaran mükemmel bir yaratılışa sahiptir. Ahsen-i takvîm (Tîn, 4) sırrına mazhardır ve Allah’ın Sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah’a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece Allah’a aittir. Kur’ân’da insanın ilâhî, sermedî ve lâhutî bir yönünün bulunduğunu vurgulayan âyetler olduğu gibi, eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vurgulayan âyetler de vardır.

Daha önceki yazımızda, yaşadığımız “Koronavirüs” musîbetinden bahisle, unutulan insan cevherine Rabbin verdiği kıymetin âyetler vasıtasıyla unutulmaması gerektiğini savunmuştuk.

Bugün bütün dünyayı bir karantina çadırına çeviren bir zerrecik olarak Corona karşısında, ABD’deki basın kuruluşlarından bazıları Hazreti Peygamber’in (sav) tavsiyelerini propaganda ediyor…

İspanya’da 518 sene sonra Endülüs’ün mahzun şehri Granada’dan ezan sesleri yankılanıyor…

Belçika’da ve birkaç Avrupa ülkesinde ezanlar yükseliyor…

Bu durup dururken olmadı. “Bunlar neyin işareti? Batı, İslâm dinine mi giriyor?” diye sormadan edemiyoruz.

Peki, Hazreti Muhammed’in (sav) insanlığa tebliği ne idi? Öncelikle bugünkü modernizmin maddeyi ön plâna alan, insanı dışlayan yapısına inat, Allah Resûlünün İlâhî tebliğinin insana kıymet veren müjdesini ve Lâ ilâhe illâ-Allah” mesajının sırrını açıklayan döneme bakalım…

***

Mekke dönemi, İslâmî tebliğin ilk ve zorlu dönemiydi. Bu tebliğin yöntemini bizzat Allah-u Teâlâ koyuyor, Hazreti Peygamber de Allah’ın gözetimi ile aşama aşama bu görevi yürütüyordu. Dolayısıyla Allah Resûlünün bu tebliğ metodundan alınacak önemli dersler vardır.

Hazreti Peygamber, müşrikleri öncelikle Tek Allah’a kulluğa çağırıyor, O’nun dışındaki bütün bağlardan kurtulmalarını söylüyordu. Allah’a tam bir teslimiyet olduktan sonra, Allah’tan gelecek olan emirleri kabul etmek zor olmazdı. Bu yüzden Hazreti Peygamber, “Lâ ilâhe illâ-Allah” mesajını öne çıkardı.

Siyer kitaplarına göre, Hazreti Muhammed (sav) Mekke döneminde 13 yılın on yılında müşriklere sürekli “Lâ ilâhe illâ-Allah” mesajını söyledi/tebliğ etti. Çünkü toplumun en büyük sapkınlığı, birden fazla ilâha tapma idi. Birçok ilâha ibadet eden topluma İslâm’ın getirdiği mesaj şuydu: “Söylediğiniz gibi birden çok ilâh yoktur; tek bir ilâh vardır, o da Allah-u Teâlâ’dır.”

Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir davetçi, davet edeceği toplumun en önemli hastalığını tespit edip yoğunluğu/önceliği o hastalığa vermelidir. Ne hazindir ki, beşer tarihinin değişik dönemlerinde tiranlar, değişik isimlerle başka başka ilâhlar edindiler; madde, servet, şehvet, şöhret uğruna insanın “ahsen-i takvim” sıfatı unutturuldu.

Kapitalizm ve sosyalizm gibi beşerî ideolojiler, modernlik adına insanî erdemi, merhameti, hoşgörüyü maddenin şehvetine fedâ ettiler. Bugün geldiğimiz nokta, insanın “ekonomik insan” olarak tanımlanması ile âdeta onu ekonominin kölesi hâline getirdi. Netîcede bu hâl, insanın ruhsuzlaştırılması ve dünyanın cehenneme çevrilmesinin temellerini attı.

Bütün bunlar, modern paganist Batı uygarlığının felsefî olarak çöküşünün, tekno-pagan-dijital uygarlığının da gelişinin işaretleriydi. Önlenemez kibir ve teknolojik şımarıklık, bu pagan uygarlığın çökeceğinin işaretini veriyor idi. Ancak o meşhur algı, bu müstekbirlerin ve kalabalık makinelerin gürültüsü yüzünden hakikati örtüyordu. Allah’a dayanmayan her fikir ve medeniyet, dışı yaldızlı olsa da içi kof bir kartondan kaplandır.

İslâm, sadece ibadeti değil, dünya ve ahiret hayatını, terakkiyi, beşerin muamelat, ticaret ve sosyal hayatını tanzim eden İlâhî hikmet adresidir ve dayanağı da İlâhîdir. İslâmiyet, insanların gerek Yaratıcı, gerekse diğer insanlar ve tabiatla olan ilişkilerini düzenleyen İlâhî ilkeler bütününe sahip olduğunu belirten son şeriattır.

Dinî/İlâhî ilkelerin pratiğe aktarımıyla teşekkül eden bu bütün, sosyo-ekonomik adalete ve insan hakları eşitliğine dayalı ahlâklı bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Nebevî irşadın dayanağı Kur’ân, terakkiyi emreder. İki günü müsavi olanı ziyanda gören, çalışmayı ibadet sayan bir medeniyet, insanı eşref-i mahlûkat bilir.

Oysa beşerî ideolojilerin membaı olan kapitalizm ve sosyalizmin müdavimleri ise, modernizmle âdeta eşyayı kutsadılar ve insanı da üretim araçlarının dişlileri olarak gördüler. Dikilen gökdelenlerin, insan öğüten makinelerin, devâsa fabrikaların hedefi insanı mutlu etmek değildi. Kurulan büyük ortaklıkların hedefi, beşerî mutluluğu değil, bazı bölgelerin cehenneme çevrilmesini plânlayan bir cezalandırma bütününü ihtivâ etmiş bir şeytanî mihraktır.

***

Modernlik adına insanların mânevî cihetleri göz ardı edildi, âdeta beşerin estetik tarafı makineye kurban edildi. Açgözlülüğün, pervasızlığın ve hoyratlığın mubah kabul edildiği bağnaz modern yaşama biçimi, birilerinin keyfi için milyonlarca bîçârenin hayatını yok etti.

“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraının günümüzdeki işaretlerine şâhit olmuyor muyuz? Modernlik adına yüksek binalara hapsedilen, dijital vâsıtalara mahkûm edilen ve kalabalıklar içindeki yalnız kalan insanların dünyası hâline geldik. Kalabalık nüfusu doyurmak için, aroması olmayan, fıtratı zorlanan gıdalarla beslenmeye zorlanıyoruz.

Özetle, insanın mayası unutuldu, üretim ve güya uygarlık adına hayat bilinmezlerle dolduruldu, kaba ve nobran vasatlar icat edildi.

Biyo-iktidar, çeşitli kurumlarıyla toplumu bir hapishaneye çevirmiştir. Toplumu denetlemek, kaydetmek, disipline etmek için kurumlara kapatmıştır. Hastaneler, eğitim kurumları, klinikler, hapishaneler birer kapatma kurumudur. Modernite, bir yönüyle büyük kapatma düzenidir.

Toplum, bu kapatma kurumlarının bileşkesinden oluşuyor. Koronavirüs ile birlikte toplum, yeniden büyük kapatma düzeniyle küresel ölçekte yaşıyor. Herkes eve kapanıyor. Kapitalizm, şimdiye kadar herkesi evden çıkarıp dışarıdaki toplumsal kurumlara kapatırken, şimdi de epidemik toplumda herkesi eve ve online düzenine kapatıyor.

***

Bütün dünyanın gündemini kilitleyen Koronavirüs musîbeti, toplumlara kilit vurdu; kendilerini ilâh zanneden firavunlar saraylarına kapandı, güneş batmayan imparatorlukların kral ve kraliçeleri çâresizliklerin yalnızlığına mahkûm oldular. Avrupa’nın birkaç güçlü ülkesindeki tıbbî malzeme eksikliğinden dolayı “Yaşlı hastaları bırakıp gençleri kurtaralım” zalimliği, merhametsiz bir medeniyetin çöküşünü, çâresizliğini, hem ahvallerini, hem de modernizmin çürümüşlüğünü ispat ile gösterdi. Düne kadar evin ve ailenin sonunu ilân eden modern düzen, bugün herkesi eve davet ediyor.

Ölümün eşitliği; kapitalizm ve küresel egemen düzenin eşitsizliğine çarparak intikam alıyor. Allah-u Teâlâ’nın, “Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın” ikazı yeniden zuhur ediyor.

Mehmed Âkif’in, “Ya açar nazm-ı celîlin bakarız yaprağına/ Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için” mısralarını, sanki İslâm’ın hikmetini yeni keşfeden bizim bazı aklıevvellere hitap ettiğini, “Kur’ân’ı iyi anlayın” dediğini duyar gibiyim.

“Bir musibet, bin nasihatten evlâdır”… Vesselâm...