Modernizmin putları yıkılıyor mu?

İslâm yalnızca Allah’ın Kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir; aynı zamanda tarih boyunca İlâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir.

VAHŞİ kapitalizmin, beşerî ideolojilerin, “eşref-i mahlûkat” olan insanı dışarıda bırakan yapıların baronları olan modern (!) tiranlar, hâkim oldukları devletlerin mazlumlarının âhını dinlemeden hem kendilerine köle mankurtlar yetiştirdiler ve bîçare çoğunluğun taraflarınca sömürülen topraklarının yeraltı ve yerüstü kaynaklarını pay ü mâl ettiler, hem zorla, hem de kan dökerek milyonlarca can aldılar. 

Uydurdukları yalanın ismi, güya götürdükleri “demokrasi” idi. O bölgelerden devşirdikleri servetlerden kurdukları Ziggurat tapınaklarının balkonundan seyrettikleri âlemi kör, insanlarını da görmez sandılar. Mutlu ve medenî (!) dünyalıklarına, o sömürülen topraklar üstündeki çaresizlerin feryâd ü figanlarını kattılar. Toprakların asıl sahiplerinin sessiz çığlığı arş-ı â’lâya yükseldi. Bu tek dişi kalmış canavarın vahşetinin yaşandığı günümüzün ahvaline bakmak insanî bir vazifedir.

Dinî değerlerin firavunlara kurban edildiği, dışlandığı ve materyalizmin baş tacı edildiği, maddiyatın -hâşâ- ilâhlaştırıldığı, modernizmin kutsandığı bir dönemde, tecelli-i İlâhî olarak zuhur eden bazı vakalar, şımarık Batı uygarlığının içinde bulunduğu çaresizliğin resmine bakınca daha da ibretlik görünmektedirler. 

Ukrayna üzerinden ABD-AB-Rusya Savaşı başlamamış idi. O günlerde bir yazımızın şöyle bir cümlesi vardı: “Biraz düşünelim; şimdiki hâlde (bugün) yaşadığımız Koronavirüs musibetinden alınan işaretlerle, materyalist iklimdeki uygar, erişilmez sanılan Batı’nın hâl-i pürmelâli ortadadır. O gün -hâşâ, kehanet değil- elan ihtimâl dâhilindedir ve uzakta sayılmamalıdır. Yine aynı frekansta hareket eden Batı’da aynı dinden iki veya birkaç ülkeyi ilzam eden enerji-avro-dolar kavgası/savaşı (Ukrayna-Rusya) olur ise akıl sahipleri için ibretler vardır.” 

Bu işaret, Rabbimizden, unutulan insan cevherine, Rabbinin verdiği kıymetin ayetler vasıtasıyla bir hatırlatmadır. Rabbini unutan kula Elest Bezmi’nde verilen yeminin hatırlatmasıdır. Materyalist akımların hilâfına, İlâhî kaynaklı, vahiy yolu ile tebliğe yani başlangıcıyla beraber gelen bütün tebliğci Nebîlerin ümmetlerine Allah-u Teâlâ’dan gelen ortak mesajın özeti, “Lâ ilâhe illâ-Allah” (Allah’tan başka ilâh yoktur) şeklindedir. 

Kur’ân-ı Kerim ışığında mücadeleleri anlatılan Peygamberlerin, getirdikleri mesajı toplumlarına kabul ettirememelerinin -her Resûlün çok çile çektiği düşünülürse- tarihî serencamlarına ve direnç gösteren lâdinî topluluklara bakmak konuyu aydınlatacaktır. İtirazın başlıca nedenlerinden biri, toplumun azgın ve şımarık önderleri peygambere değer atfetmesiyle beraber, bazı önderlerin kendilerini ilâh addetmelerini, cahil ve edilgen kitlelerinse atalarından devraldıkları temelsiz görüşlere dayanarak Peygamberleri ve getirdiklerini kabule yanaşmamalarıdır. Gelen vahye körü körüne direnerek, olmadık bahaneler ileri sürerek Hakk’ı istemeyip sapkın hâllerine devam etmeleridir. 

Bakara Sûresi’nin 87 ve 88’inci ayetleri hakkında müfessirlerin ittifak ettikleri kanaat şöyle

“İsrailoğulları bütün bu İlâhî lütufları kendileri için birer meziyet olarak kabul edip peygamberleri tanımaları, onlara saygı göstermeleri ve Allah’a şükretmeleri gerekirken tam bir küstahlıkla, işlerine gelmeyen, keyiflerine uymayan durumlarda peygamberlere karşı çıkmışlar, bir kısmını yalancılıkla itham etmişler, Zekeriya ve Yahya gibi bazılarını da öldürmüşler, Romalıları Hazreti İsa’yı asmaya zorlamışlardır. Medîne Yahudileri de, daha önceki peygamberler gibi Cebrail vasıtasıyla vahye mazhar olan ve kesin delillerle nübüvvetini kanıtlayan Hazreti Muhammed karşısında aynı olumsuz tavrı sürdürmüşlerdir. Ayette onların bu tutumunun tarihî hastalıkları olduğu vurgulanmaktadır.

Medîne Yahudileri, Hazreti Peygamber’in davetine karşı ‘Kalplerimiz perdelidir’ yani ‘Senin söylediklerinden bir şey anlamıyoruz, söylediklerin aklımıza yatmıyor’ veya ‘Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki bizi inancımızdan uzaklaştıracak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz’ diyerek olumsuz karşılık veriyorlardı. Yüce Allah ise, onların bu duyarsızlığının asıl sebebinin, tabiatlarında böyle bir kavrama ve anlama kıtlığı bulunması, inkârda direnirken dinlerine bağlılıklarının olmadığını, tam tersine öteden beri peygamberleri ve onlara indirilen İlâhî hakikatleri inkâr etmeleri, böylece inkârcılığın kendilerinde adeta bir alışkanlık ve huy hâlini alması yüzünden Allah’ın rahmetinden mahrum kaldıkları için bu şekilde Hazreti Muhammed’in tebliğ ettiği İlâhî hakikatlere karşı kapalı hâle geldiklerini belirtmektedir.”

Bu durum lâdinî toplumların, o toplumu yönlendiren tiranların zulmüne baş eğen, nimet olarak verilen aklı kullanmamaları dolayısıyla bu hâli ezbere değerlendiren bir tutumdan kaynaklanmaktadır. Onlar alışkanlıklarını din hâline getirmişlerdir. Peygamberler onları getirdikleri mesajı kabule çağırdıklarında, onlar hep atalarını neyin üzerinde bulmuşlarsa ona uyacaklarını söylemişlerdir. Atalarının yanılabileceğini hiç hatıra getirmemişlerdir. “Atalarımızın dini bize yeter” demişlerdir.

Allah’ın Kelâmı Kur’ân’a göre, insanoğlu Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Kendine has vasıf ve karakter bakımından yegânedirHer insan diğerlerinden farklıdır. Hiçbir insan diğerinin aynı değildir (İsra, 84). Kur’ân’da anlatılan insan, mahlûkata nazaran mükemmel bir yaratılışa sahiptir. Ahsen-i takvîm (Tin, 4) sırrına mazhardır ve Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah’a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece Allah’a aittir. Kur’ân’da insanın İlâhî, sermedî ve lâhutî bir yönünün bulunduğunu vurgulayan ayetler olduğu gibi, unutulan insan cevherine Rabbinin verdiği kıymetin ayetler vasıtasıyla unutulmamasının da hatırlatılması vardır. Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok ayette işaret buyurulduğu üzere, insanlar Peygamberlerin öğretilerinden ve irşatlarından uzaklaştıkları dönemlerde bâtıl inançlara sapmışlar, çeşitli ahlâkî bozukluklara müptelâ olmuşlar ve mal mülk, mâkam mevki, şehvet, şöhret gibi ihtiraslarını tatmin etmek için haksızlık, zulüm ve şiddete yönelerek fitne ve fesat çıkarmışlar, birbirlerine en ağır kötülükleri reva görmüşlerdir. Güçlüler zayıfları ezmiştir. Yine de Allah, engin merhametinin eseri olarak, çeşitli devirlerde peygamberler göndermek suretiyle insanlığı bu tür buhranlardan kurtarmış, onlara dünya ve ahirette mutlu olmalarının yollarını göstermiştir. Son olarak bu şerefli görevi Hazreti Muhammed’e yüklemiştir. 

Çağımızda, özellikle Batı dünyasında, Hıristiyanlığın boşluklarının da etkisiyle, önce peygambersiz bir tanrı inancıyla (deizm) başlayan peygamber yolundan sapış, pozitivizm ve Marksizm’le giderek tam bir dinsizlik ve tanrısızlık inancına dönüşmüş ve bunun sonucunda yukarıda belirtilen olumsuz gelişmeler yeniden ortaya çıkmıştır. Çağın teknik, ekonomik ve iletişim açısından var olan imkânlarından da güç alan bu olumsuz gelişme, insanlığın temel değerlerini, dünya ve ahiret mutluluğunu, hatta doğrudan doğruya insanlığın varlığını ortadan kaldırma noktasına varan bir tehlike hâlini almıştır. Bütün bunlar peygamberlik kurumunun insanlık için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu göstermektedir.

Ancak eski devirlerde İlâhî kitaplar kaybolduğu veya tahrif edildiği için yeni bir kutsal kitaba ve dolayısıyla yeni bir peygambere ihtiyaç duyulurken, Hazreti Muhammed’den sonra böyle bir durum söz konusu olmadığı ve Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından geldiği şekliyle ortada olduğu için yeni bir peygamberin gelmesine de ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm son kitap, Hazreti Muhammed de son peygamberdir. Nitekim Kur’ân’da O, “Hâtemü’n-Enbiya” (Peygamberlerin Sonuncusu) olarak tanıtılmıştır (Ahzâb, 40).

Yukarıdaki cümlelerden anlaşıldığı üzere, Batı’nın hâl-i pürmelâli ortadayken, içimizdeki bazı Batı hayranı Frenk-meşrep mankurtların son günlerde İslâm ve medeniyetini “Orta Çağ karanlığı” gibi ifadelerle bağdaştırmaya çalıştığına büyük bir üzüntüyle şahit olmaktayız. Hâlbuki Orta Çağ, İslâm tarihinin gerçekliği ile hiçbir ilgisi olmayan, ancak Avrupa ve Batı tarihi için geçerli bir ifadedir. Bunun sebebi, Antik Çağ ile modern dönem arasında medeniyet ve bilimlerin gelişimi bakımından Avrupa’da yaklaşık bin yıla yayılan çok uzun bir kopukluğun yaşanmış olmasıdır.

Beşeriyetin kurtuluşu Kur’ân ahkâmındadır. Müslüman milletimizin iman ettiği Kur’ân’ın anahtarı (“Ümmü’1-Kitab”; Kitap’ın özü, Sebu’l-Mesanî, tekrarlanan yedi ayet) Fatiha Sûresi’nin 6 ve 7’nci ayetlerinin işaret ettiği irşad ile yazımıza son verelim:

İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. Gerçek şu ki, insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır. Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir dönecektir.” 

İslâm yalnızca Allah’ın Kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir; aynı zamanda tarih boyunca İlâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler, hem de ibretler vardır. Örnekler Peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenab-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir.  

“Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir.”

Vesselâm…