Modern zamanlarda Ensar-Muhacir ol(ama)mak

Osmanlı hâkimiyet sahası tam da “bereketli Sünnî hilâl” prensibinin pratiğidir. Bu ideal, kendisini Sünnî Müslüman ve Osmanlı evlâdı gören her ferdin ortak ideali olmalıdır. Bu ideali hayâlcilikle değerlendirenler, kendilerini apaçık tarif etmek zorundalar. Ki karşımızda, yanımızda ve arkamızda kimler var, bilelim.

2011 Nisan’ından bu yana ülkemize Suriyeli mülteci alıyoruz. Bugün ülkemizdeki Suriyelilerin yaş ortalaması 22,3. Kayıtlı Suriyeli nüfusun Türkiye nüfusuna oranı yüzde 3,52. Geçici barınma merkezi ve kamplarda kalan Suriyelilerin şehirlere dağılanlara oranı yüzde 1,85.

Türkiye’de 300 binden fazla yabancı uyruklu üniversite öğrencisi var. Bunların 60 bine yakını Suriyeli. Suriyeli sığınmacıların yüzde 52,2’si erkek. 2023 itibariyle vatandaşlık verilen Suriyeli sayısı ise 238 bin civarında.

“Suriye İç Savaşı” denilen fakat aslında Suriye katil rejiminin masum Sünnî halkına uyguladığı bir soykırımdan ibaret olan gelişmeler, aslında Suriye üzerinden Türkiye’ye sıçratılmak istenen bir sıcak çatışma plânıydı. Bu oyunu kuran asıl güçler, ABD ve yancıları olan AB ülkeleriydi. Tehlikeyi yıllar öncesinden okuyan Türk devlet aklı başlangıçta Suriye rejimini bu sinsi plândan haberdar etse de zaten bağımsız olmayan Esed, Fransa ile İran’ın yanı sıra özellikle de Rusya’nın emir eri olmayı tercih etti. Milyonlarca vatandaşını katletti, yerlerinden sürdü ve Türkiye’nin sınırlarına yığdı. 

Türk Hariciyesi BM nezdinde girişimde bulunup bu insanlar için sınırda tampon bölge oluşturmak istese de, başta Rusya’nın muhalefetiyle bu isteği reddedildi. ABD ve AB ise asla tutmayacakları binlerce söze bir yenisini ekleyip Türkiye’ye sözde güvence vererek Suriyeli milyonlarca sığınmacıyı Türk topraklarında geçici ve kısa süreli barındırmaya ikna etti. ABD ise Esed rejimini beraber devirdikten sonra Türkiye’nin de garantörlüğünde demokratik bir Suriye rejimi kurulmasına önayak olmayı teklif etti. Suriye’de Esed rejimi devrilince Suriyeliler derhâl yurtlarına gönderilecekti. 

İşte bu sözlerin ballandırdığı ağızlarla Türkiye’ye alınan Suriyeliler, büyük güçlerce desteklendiği için hâlâ ayakta kalmayı başaran Suriye rejimi yıkılmadığı için ülkemizdeki misafirliklerini uzattılar. Kısacası Türkiye, büyük bir oyuna getirilmiş ve kucağına bırakılan bir “Suriyeli sığınmacı” sorunuyla baş başa bırakılmıştı.

Tümüyle farklı alışkanlıklar, farklı yemek, kıyafet ve komşuluk kültürüne sahip 4 milyona yakın bir topluluk, “misafir/muhacir” duygusuyla “insan hakları ve mazlumluk” söylemleriyle bir ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına tepeden indirildi.

Başlangıçta ortak din/mezhep, ortak geçmiş söylemlerinin tolere ettiği bu Ensar-Muhacir münasebeti, ilerleyen zamanlarda hayatın ve değişen dünya sosyopolitiğinin beton duvarına çarptı. İlk yıllardaki Ensar-Muhacir ilişkisi zamanla yıprandı ve haşin bir zemine, Türkiyeli-Suriyeli gerilimine dönüştü.

Her ne kadar Ensar idiysek de içimizdeki Übeyy bin Selülleri, içimize çöreklenmiş Beni Kureyzalıları görmedik. Dahası, ne biz Ensar konumundaki Ashab derecesinde bir iman ve irfanın sahibiydik, ne de Suriyeli sığınmacılar Mekke’den hicret eden Sahabe efendilerimizin ayağının tozu olabilirlerdi.

Her iki tarafın sosyal yapıları İslâm imanı ve ahlâkının taraftarı olsa da toplulukların çoğunluğu nefsaniyetle hareket etmeyi daha çok tercih ettiler. Çünkü yaşadığımız modern çağ insanın içini boşaltan ve mânâsını hiçleştiren, dünyevî konfora mahkûm eden bir köleleştirme organizasyonuyken, hangi topluluğu yekûn hâliyle “İslâm ahlâkı” sınırlarında tutabilirdiniz ki?

Dünyada hiçbir düşman istihbarat kuruluşu, Suriyeli bunca sığınmacının yerli sosyal hayata böylesine yersiz politikalarla yedirilmesine kayıtsız kalamazdı. Her ne kadar Müslüman bir Türk toplumundan söz etsek de bu halkın içinde bırakın dinî referanslara kıymet vermeyi, zihninde “Arap olmayı İslâm, İslâm’ı ise fakirlik, gerilik ve ilkellik” ile özdeşik kılan çürümüş beyinli milyonlardan oluşan belirgin bir lâik/seküler toplum direnci zaten mevcuttu. Şimdi buna bir de Suriyeli sığınmacıların terbiyesizliğe varan rahatlıklarından müşteki ciddî bir muhafazakâr taban eklendi.

Bizim gibi üç tarafı denizler ve dört yanı düşmanla çevrili bir ülkede Suriyeli sığınmacılara dönük bu nefret ve hoşnutsuzluk hâli, bir açık yaradır. Bu yarayı kanatmayacak ve enfekte etmeyecek bir düşman istihbaratı düşünülebilir mi?

Unutulmasın ki, düşman en zayıf yerinizden vurur darbesini!

Hükümet’in işi her zamankinden daha zor. Dâvâyı dünyevî ihtiraslarına kurban etmiş ve dünyalığa doymuş kadrolara yorgun ve bezgin muhafazakâr demokratları da ekleyiniz. Buna bir de her olumlu girişimi akim kılan, Devlet’in işleyişini hantal ve pasif direnişiyle felç eden bürokrasiyi de ilâve edince, ortaya çıkan “Suriyeli sığınmacı” sorununun çözümüne ilişkin atılacak adımların zorlaşması kaçınılmaz.

Bir de Suriyeli sığınmacıların misafir olduklarını unutup adeta ev sahibi rahatlığı ve genişliğiyle burası Suriye imiş gibi AVM, sahil, park ve bahçeleri doldurmaları, buralarda adeta yayılarak, yerli sosyolojinin hareket alanını daraltmayı hiçe sayması, sıradan insanları bile bezdirmiş durumda. Buna Suriyelilerin oluşturduğu ucuz işgücünden rahatsız olan asgarî ücretliyi ve Suriyeli bir ailenin çalışıp para kazanmasına, ev veya araba ve hatta işyeri sahibi olmasına haset eden kifayetsiz, manyak, psikopat ve çalışmaktan nefret eden bir toplum kesimini, bir ayaktakımını da eklemek gerek.

Gelinen noktada, 2011 Nisan’ında başlayan “Suriyeli muhacir ve Türkiyeli ensar” söylemi, “Suriyelilere zulmeden Türkiyeli”, “Türklere ihanet eden kıymet bilmez Arap” mottosuna evrilmek üzere. Tıpkı 20’nci asır başlarında İngiliz istihbaratının başarıyla ördüğü ve işlediği “Araplar bizi arkamızdan vurdu” ve “Türkler tümden Araplara ve İslâm’a düşman, zalim ve kâfirlerdir” algısı gibi...

Eğer Suriye’nin kuzeyinde bize komşu ve kâfir bir PKK devleti istemiyorsak, uluslararası çapta, Yahudi’ye ucuz lejyonerlik pahasına karısıyla kızının namusunu bile ABD askerlerinin efendilerine peşkeş çekecek kadar dejenere bir sosyal yapıyla komşu olmak istemiyorsak, eğer Kudüs’ü işgalden kurtarmak istiyorsak, yeni dünya düzeninde alacağı yeri şimdiden ayırtan Çin’e karşı Avrasya merkezinde bir güç odağı ve köprü rolümüzü dayatmak istiyorsak, geçen yüzyılda Sovyet ve Çin emperyalizmince parçalanan Türkistan coğrafyasının birleşmesini ve Doğu Türkistan’da hürriyet arzu ediyorsak, eğer yeryüzündeki gayr-ı insanî Batı uygarlığı ve vahşi kapitalizmin zulmüne son vermek istiyorsak, güçlü ve büyük Türkiye’nin inşâsı zorunludur.

İçimizdeki İslâm düşmanı Batıperest gâvur sevicilerin ve yerel işbirlikçi düşman kuvvetlerinin sesini keserek bileğini büküp onlara diz çöktürmek zorundayız. Ayrıca “siyasal parti” kılığına girmiş ihanet şebekelerinin ağababalarını tasfiye etmek mecburiyetimiz var. Ümit Özdağ’ı ve ekibini de hakeza…

Doların yeşili karşılığında vatanını, haysiyetini, namusunu ve dinini satan, düşman istihbaratının yerli aparatlarını soyut anlamda itlaf etmek zorundayız. Suriyelilerin geri dönüşü için reel politikalar ve katı kurallar hayata geçirilmeli. Gerekirse Ordumuzun Suriye’de kontrol ettiği alanlar genişletilmeli. Zaten son Kayseri provokasyonu ertesinde derhâl Suriye’deki Türk kontrolünde yer alan bölgede hayata geçirilen eylemler de aynı patronun emriyle gerçekleşmiş istihbarat operasyonlarıdır. İşte Ordumuzun Suriye’de yapacağı muhtemel bir alan genişletme ve PKK/PYD güçlerini tasfiye operasyonu, böylesi kaoslarla engellenmek istenmektedir.

Bize düşen, tarafımızı netleştirip duygularımızı değil iman ve itikadımızın emrindeki aklı kullanarak Türkiye’den Mısır’a, Körfez’den Afrika’nın ortalarına kadar “ümmet bilincini” ve “İslâm kardeşliğini” diri tutmaktır. Düşmanın en büyük korkusu “Sünnî hilâl”in tamamlanması ve Asya’da Türkistan coğrafyasının tarihsel kimliğine yeniden kavuşmasıdır. Bu hilâl, Türkiye’den başlayıp Kuzey Afrika’ya kadar kıvrılan Sünnî coğrafyanın bütünleşik kılınmasıdır. Ve bu hilâl ticarî, kültürel, sosyal ve dinî rabıtaların burada güçlendirilerek yeni dünya düzeninde merkezî bir güç odağı oluşturmanın yegâne yoludur.

Bu hilâlin yıldızı, Türk asıllı toplulukların Türkiye ile yeniden “Biz hem din, hem kan kardeşiyiz” söylemi etrafında gelişen dış ilişkilerin şafağında doğacak ve parıltısına kavuşacaktır biiznillah. 

Bunu hayâl olarak görenler tarihe baksınlar. Osmanlı hâkimiyet sahası tam da “bereketli Sünnî hilâl” prensibinin pratiğidir. Bu ideal, kendisini Sünnî Müslüman ve Osmanlı evlâdı gören her ferdin ortak ideali olmalıdır. Bu ideali hayâlcilikle değerlendirenler, kendilerini apaçık tarif etmek zorundalar. Ki karşımızda, yanımızda ve arkamızda kimler var, bilelim.