Modern psikolojinin insanla “uyumu”

İnsan metafizik boyutta birçok alanı olan derin bir canlı. Onu muhtaç olduğu alanlardan uzaklaştırıp yerine ikame edilecek hiçbir argüman onun bütün olmasına kâfi gelemeyecektir. Fıtrî düzeneğinin işleyişine yapılan sûni müdahaleler onu kendi gurbetinde yalnız ve de çaresiz bırakmaktan bir adım öteye götürmeyecektir.

İNSAN, birçok tanıma muhatap olmuş, birçok tanımın içinde tekrar tekrar anlamlandırılmaya çalışılmış; hiçbir ölçüyle tartılamadığı gibi birçok ölçünün değerlerine göre kritize edilen öncül bir keşif sahasıdır. Tüm dönemlerde o dönemi domino eden değerlere göre tanımsal alanını genişleten derin bir meselenin de mevzuudur. Kendisinin ve yaşadığı âlemin keşfine kâinattaki beşerî ilimlerden cevaplar aradığı gibi ruhsal yani manevî boyutunu da merak ve sorgulama içerisinde varlığını sürdüre gelmiştir.

İnsanın ruhsal yani soyut varlığı sosyal, siyâsal, kültürel ve coğrafik koşullara göre farklı farklı izahlar bulmuş ve bu izahlardan neşet eden kabuller insanın var oluş gayesine de cevap olmuştur. Zaman içerisinde bilimin gelişmesiyle beraber bu sorgulamalara bilimin normları üzerinden sorular sormuş, cevaplar verilmiştir. İşte bu soru-cevapları konu alan ve insanın bireysel ve toplumsal boyutunu duygu ve düşünce üzerinden değerlendiren psikoloji bilimi, modern dünyada insanın soyut boyutu üzerine söz söyleyen tek ve yetkili alanı olarak kabul edilmiştir. 

Psikoloji biliminin tarihi çok değil en fazla 19’uncu yüzyıla kadar uzanır. Wilhelm Wundt, 1879’da Almanya’nın Leipzig kentinde zihin incelemesi için ilk deneysel laboratuvarını kurar. Modern psikolojinin babası olan Sigmund Freud ise dini bir yanılsama olarak görür. Start noktası “inanç” üst başlığına karşıt bir tavır olan psikolojinin en önemli argümanlarından “id, ego ve süper ego” insanın davranışlarını belirleyen temel unsurlar olarak kabul edilir. Batı’nın reddiyeci felsefesinin kaidelerinden şekillenen psikoloji bilimi “ben” vurgusu üzerinden gelişimini devam ettirir. 

Nesnel varlığının önemi kadar bilinç düzlemindeki varlığıyla daha derin, daha giz ifadelerin muhatabı olan insan, modern psikolojide “bio, psiko, sosyal ve manevî bir varlık” olarak kısa ve net bir tanımla özetlenir. Diğer bilim dallarına göre daha çok genç ve değişkenlikleri oldukça fazla olan psikoloji bilimi insanı biyolojik, psikolojik ve de sosyal bir canlı olarak ele almış, onun özünü oluşturan manevî tarafını ise çok değil bundan ancak yarım asır önce kabul etmiştir. Bu revizeden sonra yapılan klinik çalışmalarda manevî boyutun insanı tamamlayan diğer dinamiklerinin (bio, psiko, sosyal) algoritmalarını doğrudan etkilediği sonucu ise insanın bütünselliği adına yapılan en önemli kabullerden biridir. Çünkü insan yaşamı boyunca anlam arayışının içinde olmuş bir canlıdır. 

Avrupa’nın Rönesans dediğimiz Aydınlanma Dönemi’nin filozofları aklın ekseninde bir yaşam hedefleyince psikoloji bilimi de dönemin ana felsefesinin doktrinleriyle yol alır. Pozitivist bir yaklaşımla “din” olgusunu tamamen nötrleyen bu yeni dünya düzeninde insan “biricik” aklının insafına terk edilir. Ne bir üst merci, ne İlâhî bir tavsiye, ne de kadim bir bilgi…  

Etrafındaki tüm çeperlerin söküldüğü insan artık her yönden esen rüzgârlara açık bir alanın ortasındadır. Batı’nın insanı insafsızca yalnızlaştırması aynı zamanda eylemlerini düzenleyeceği kaidelerin prensiplerine duyacağı güven, teslimiyet ve denetim mekanizmalarını bertaraf etmesi, onun, sistemsel devamlılığa itaatle beraber sunacağı katkıdandı. İnsanı sığ bir perspektiften değerlendiren Batılı sofistler “İnsan kazanan hayvandır” derken, Doğu’nun İslâm filozofları ve mutasavvıflarından olan El-Kindi “İnsan küçük âlemdir” ifadeleriyle insana muazzam bir anlam yüklüyor ve engin bir boyut veriyordu. 

Oysa modern psikoloji ve psikiyatri de insan nesnel, ampirik, bilimin somut verileri etrafında, anlamdan uzak sadece biyolojik bir canlı muamelesi gördü yıllarca. Kayıp parçasından dolayı insan, çoğu defa tekamülünü tamamlayamadığı gibi savrulmaların, buhranların ezici gücüyle mücadele etmek durumunda kaldı. Çözüm arama noktasında bütünlüğünü aktive eden manevî boyutuna yöntemsel olarak gerekli alan açılmamasından dolayı insan gelir geçer metotların kesik soluklarında çıkış aradı. Bunlar yeni dünya düzeninin birbirleriyle spiral düzlemde örüntülendiği sistemlere endekslenmiş modüller silsilesiydi ve sürekliliği için insanın eylemine muhtaçtı. Hayatın yüksek debisinde ve koşulların değişkenliği karşısında insanı başat aktör olarak kabul eden ve yegâne dinamiğin kendisi olduğunu vurgulayan bu metotta insan ve çıkmazları muazzam bir düellodadır. Kendi varlığında bu denli kavi güç arayan insanın tükenmesi ve savrulması ise kaçınılmaz bir neticedir.

Batı’nın bu felsefesinin karşısında İslâm ise insana akıl merkezli yetkinlik verdiği gibi bireysel ve sosyal hayatını detaylıca disipline eder. İnsana tekamülünü tamamlama mükellefliğinde ferdi olduğu kadar cemiyet hayatının nizam ve intizamından sorumlu bir konum belirler. Kısacası insanı yaşamda merkeze alan İslâm, meşrû dairede isteklerine açtığı alanda ferdi inşâsını tamamlarken toplumsal sahada da rol üstlenmesini bildirir. Bu da bize modern dünyanın gündemine aldığı ve şiddetle tavsiye ettiği “ben” öncelemesinin insandan beklenen ve insanı onaran bir metot olmadığının İlâhî kaynaklı delili niteliğindedir.

Modern psikolojinin “ben” tavsiyesini İlâhî kelâm dehşet verici bir diyaloğun içindeki baş kaldırı dolu cümlelerle bize anlatıyor. Halife kimliğiyle yaratılan Adem’e secde etme emrine karşı gelen İblis, bir kıyasa giriyor ve neticesinde itirazına “ben” diyerek başlıyor: “Ben Senin pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana asla secde edecek değilim.” (Hicr, 33) Bu isyan ve de kibir dolu reddedişin insandaki izdüşümlerinin modern zamana sirayet etmiş hâlini artık çok yakından seyrediyoruz.

Özellikle son çeyrek asırdır insanın şekillenme yeri olan ailenin içindeki hiyerarşinin kaybolduğu bir işleyişle yol aldığını biliyoruz. Anne babadan ayrıştırılan ve de “koruma” refleksiyle büyütülen çocuk, ev içi yönetim ve disiplinin ana aktörü konumunda. “Ben” dayatmasının beslediği merkez olma beklentisi ortaya öfkeli, buyurgan ve suçlayıcı tavrıyla aileden, kültürden ve aidiyetinden ayrışmış bir kuşağı var ediyor ne yazık ki. Öncelenme psikolojisiyle ebeveynleri üzerinden kıyasa giren çocuk, sistemin ona yüklediği unvanlarla ve sağladığı dokunulmaz alanla değerler sistemini tamamen reddeder bir tutumun içinde sürükleniyor. Gözlemlerimizden sözcüklerimize düşen tespitler ise psikolojik destek alan çocuk ve gençlerin sayısının zaman endeksli artış gösterdiği üzerine ilerliyor.

Bu değişimin “0” noktası tabii ki ailenin kalbi olan kadının ve erkeğin fıtri kodlarının alanlarına açılan savaştan besleniyor olması. Özellikle kadının sosyal hayattaki konumlanma modelinin dinamikleri onun aleyhine olabilecek tüm oluşumları besleyen kaynak hâlini alıyor her geçen gün. Kadının gerek iş dünyasında gerekse de aile hayatı içinde dişil tarafı baskılanırken Batı mitlerinden aktarılan “Amazon” kimliği ona farkında olmadığı ağır yükler yüklüyor. Duruşu, giyim kuşamı, kelimeleri bir kadın zarafetinden sıyrıldıkça ruhsal çatışmalar patolojik vakalara doğru ilerliyor. 

Şöyle ki… İnsan metafizik boyutta birçok alanı olan derin bir canlı. Onu muhtaç olduğu alanlardan uzaklaştırıp yerine ikame edilecek hiçbir argüman onun bütün olmasına kâfi gelemeyecektir. Fıtrî düzeneğinin işleyişine yapılan sûni müdahaleler onu kendi gurbetinde yalnız ve de çaresiz bırakmaktan bir adım öteye götürmeyecektir.