
İLETİŞİM teknolojilerindeki gelişmeler, toplumu dönüştürdüğü gibi toplumun her kesimini de etkiledi. Fakat modern yaşamdan en fazla etkilenen kesimin kadınlar olduğunu yapılan araştırmalar ortaya koyuyor.
Toplumun en temel yapı taşlarından olan kadınlar, modernleşmeyle birlikte geleneksel değerlerden uzaklaşmaya başladı. Hâliyle kadınlara yönelik toplum hafızasında var olan toplumsal cinsiyet rolleri de dönüştü. Bunun yanı sıra kadınlar profesyonel hayatta daha fazla yer almaya başladı. Yapılan araştırmalar, modern yaşamın biçtiği yeni roller ve sunduğu fırsatlara rağmen kadınların mutluluk seviyesinde kayda değer bir artış olmadığını gösteriyor. Kimileri bu durumu kadınların geleneksel değerlerden uzaklaşmasına bağlarken, kimileri de kadınların profesyonel hayata geçiş yapmasına rağmen profesyonel hayattaki erkek egemen bakışın ve kadının cinsellik ve cazibe odaklı bir meta olarak değerlendirilmesinin etkili olduğu görüşünü savunuyor.
Kadının nesneleştirilmesi: Modern yaşamın görünmeyen yanı
Modern yaşamda ve profesyonel hayatta kendine daha fazla yer edinmeye çalışan kadınlar, çok sayıda güçlükle karşılaşıyor. Her ne kadar yaşam modernleşse de profesyonel hayattaki erkek egemen bakış, kendini derinden hissettirmeye devam ediyor. Bu durum, en modern toplumlar da bile değişmiyor. Çünkü en modern toplumlarda bile yöneticilerin, iş yerlerindeki liderlerin ve karar alıcıların çoğu erkeklerden oluşuyor.
Tüketim merkezli profesyonel yaşam anlayışı da kadınlara profesyonel yaşamda yüklenen rolleri, cinsellik ve cazibe merkezli rollere indirgiyor. En modern toplumlarda bile cinsellik, cazibe, güzellik gibi unsurlar, kadın kimliğinin en temel unsuru olarak görülüyor. Nitekim Amerikalı bilim insanları, Barbara Fredrickson ve Tomi-Ann Roberts tarafından ortaya atılan “Nesneleştirme (Objectification) Teorisi” ve bu konuda yapılan çok sayıda çalışma, modern yaşamda kadınların cinsellik temelli olarak nesneleştirildiğini ortaya koyuyor. Fredrickson ve Roberts’in teorisi, modern toplumlar olarak bilinen Batı toplumlarında bile bu durumun yaygın olduğunu dile getiriyor. Cinsel nesneleştirme, kadın bedeninin cinsellik ve cazibe merkezli olarak ele alınmasını ifade ediyor. Bu kavram, kadın bedenini cinsel ögelerden oluşan bir koleksiyon olarak görmeyi ifade ediyor. Modern yaşamın düzenleyicileri, kadını kişilik, zekâ, öznellik ve özgünlükten arındırarak, kadını bir insan değil de salt bir “beden” olarak var eden bir algı oluşturuyor.
Modern yaşamda, özellikle profesyonel hayatta kadınlar, sahip olduğu yetenekleriyle değil, görünüşü, çekiciliği veya cazibesiyle tanımlanarak kadın kimliğini oluşturan diğer ögeler gölgede bırakılıyor. Bu teori ve bu teoriyi destekler nitelikteki araştırmalar, modern toplumlarda kadını değerlendirme biçiminin bu merkezde ele alındığına ve “modern kadınların” da buna rıza gösterdiğine işaret ediyor.
Nesneleştirme teorisi, kadınların toplumun güzellik, cazibe ve cinsellik odaklı standartlarını içselleştirerek bu normlara bilinçsizce uyum sağladığını söylüyor. Bu teori, kadınların medyada yaygınlaşan nesneleştirici temsiller aracılığıyla kendilerini dışarıdan bir gözle değerlendirmeye başladığını belirterek, bu süreçte kadınların, toplumsal onay ve başarı elde etmek için fiziksel görünümlerine odaklandığına ve bu normları pekiştirici davranışlar sergilediğine vurgu yapıyor.
Nesneleştirmenin en fazla yapıldığı alan hiç şüphesiz medya sektörüdür. Gerek klasik medya gerekse sosyal medya, kadını sadece bedeniyle ön plana çıkaran devâsı içeriklere dolu. Televizyon programları, spor programları, televizyon reklâmları, internet, müzik videoları, müzik sözleri, video oyunları, dergiler, gazeteler, cep telefonu uygulamaları, reklâm panoları ve sosyal medya platformlarındaki içeriklerin ideal beden ve güzellik algılarını sürekli olarak yeniden üretmesi, kadınların bu standartları normalleştirmesini, rıza göstermesini ve kadın bedenini öne çıkararak bakışların ona yönelmesini sağlıyor.
Gender & Society dergisinde 2020 yılında yayımlanan bir çalışma, kadınların “güzel, bakımlı ve hoş” gibi etiketlerle övülmesinin, iş yerindeki yetkinliklerini gölgede bıraktığını ortaya koyuyor. Bu tür algılar, kadınların iş yerindeki varlığını bir performans baskısına dönüştürüyor. Gerek profesyonel gerekse modern yaşamda bu tür bir bakış açısına maruz kalan kadınlar, bireysel yetenekleri ve yetkinliklerini kanıtlamak için fazladan çaba sarf etmek zorunda kalıyor. Bu da onların stres seviyelerini yönetmelerini zorlaştırıyor. Yapılan araştırmalarda modern toplumlardaki iş yaşamında yer alan kadınların geleneksel toplumlardaki kadınlara göre daha fazla psikosomatik rahatsızlıklar yaşadığını gösteriyor.
Çifte baskı huzursuzluk doğuruyor
Modern yaşamda kadınlardan profesyonel yaşamda başarılı olmaları beklenirken ya da öyle telkin edilirken diğer yandan da kadınların geleneksel rollere uygun olarak aile yaşamında da aynı başarıyı sürdürmesi bekleniyor. Daha doğrusu Batı toplumlarında bile kadınlardan geleneksel rollerini büyük oranda sürdürmesi isteniyor. Bu durum bir zaman sonra kadınlar üzerinde ciddi bir baskıya dönüşebiliyor. Modern roller ile geleneksel roller birleştiğinde, kadınlar bunun altından kalkmakta zorlanıyor. Bu da onlara mutsuzluk olarak geri dönüyor.
İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, özellikle de sosyal medyanın ortaya çıkışı, kadınlara gerçek olmayan güzellik standartları getirdi. Sosyal medyadaki filtreli bedenler, idealize edilen ama yanılsamalar doğuran sosyal medyadaki yaşam kesitleri ve sosyal medyada kadınlar için konan gerçekçi olmayan başarı hedefleri, kadınların benlik ve beden algılarını olumsuz etkiliyor. Sosyal medyadaki bu yanılsamaya kapılan kadınların bazıları kendilerine dayatılan başarı ya da bedensel standartları sağlayamadığı için mutsuzluk yaşıyorlar.
En modern toplumlarda bile yukarıda sözünü ettiğim bakıştan dolayı kadınlar, iş yerinde bir yandan profesyonel bir duruş sergileyip yeteneklerini ve yetkinliklerini göstermeye çalışırken diğer yandan ise egemen bakışa uygun olarak “cazibeli, çekici, güzel kadın” olmaya çalışıyor. Bu çifte baskı, kadınları ruhsal olarak yıpratıyor.
Annelik cezaya mı dönüşüyor?
Kadınlar, anne olduktan sonra ekstradan roller üstlenmek zorunda kalıyor. Ayrıca anneler, çocuklarını büyütmek için aylarca iş yerinden kopmak durumunda kalabiliyor. Bu da profesyonel yaşamda kariyer fırsatlarını yeterince değerlendirememesi veya yöneticilerce kadınlara yeterince fırsat sunulmaması sonucunu doğuruyor. Uzmanlarca “Annelik Cezası” olarak adlandırılan bu durum, kadınların profesyonel ve kişisel yaşamlarında sürekli bir mücadele içinde olmalarına neden oluyor. Bu da kadınları hem ruhsal hem psikolojik hem de fiziksel olarak yıpratıyor. Bunun sonucunda “modern kadın”, evlenme, aile kurma ve çocuk sahibi olma noktasında hevesli davranmıyor. Ayrıca, üzerinde hissettiği bu baskıdan kurtulmak için anne babadan da ayrılarak yalnız yaşamayı seçiyor.
Gelenekten kopuş yalnızlığı, yalnızlık mutsuzluğu doğuruyor
Modern tasavvurlar geleneksel değerlerden kopmayı da öngördüğü için yaşama ve yaşamın anlamı üzerine inşâ edilen paradigmadan da kopmayı beraberinde getiriyor. Modern yaşam içerisinde sözünü ettiğim nedenlerle bireyselleşen ve yalnızlaşan kadınlar, yaşamı anlama, yaşama anlam yükleme noktasında da açmazlar yaşayabiliyor. Bu noktada yapılan araştırmalar, geleneksel değerlerle yaşam süren kadınların mutluluk düzeylerinin daha yüksek olduğunu gösteriyor. Örneğin mutluluk üzerine araştırmalar yapan ve mutluluk olgusunu çeşitli yönleriyle ele alan Journal of Happiness Studies dergisinde 2016 yılında yayımlanan bir araştırma, dinî inançlar ya da geleneksel değerlerle yaşam sürdüren kadınların mutluluk düzeylerinin, seküler yaşam tarzını benimseyenlere kıyasla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Araştırma, bu durumun sebebi olarak, muhafazakâr değerlere bağlı kalan bireylerin hayatta daha güçlü bir anlam ve aidiyet duygusu bulmalarını ortaya koyuyor.
Geleneksel toplumlarda kadın, aile içinde merkezî bir rol oynuyor ve bu rol, bir aidiyet duygusunu destekliyor. Ancak birey odaklı modern yaşam, aileyi ve toplumu ikinci plana iterek bireysel başarıyı öncelik hâline getiriyor. Bu değişim, özellikle modern toplumlar olarak adlandırılan Batı toplumlarında aile kurumunun zayıflamasına neden oluyor. Boşanma oranlarındaki artış, evlilik yaşının yükselmesi ve yalnız yaşamayı tercih eden bireylerin çoğalması, modern toplumlarda kadınların yalnızlık ve izolasyon hissiyle daha fazla karşı karşıya kalmasına yol açıyor. The Atlantic dergisinde 2018 yılında yayımlanan bir makalede, yalnız yaşayan kadınların depresyon oranlarının, evli ve ailesiyle yaşayan kadınlara kıyasla daha yüksek olduğu belirtiliyor. Yani araştırmalar, yalnızlık olgusunu beraberinde getiren modern yaşamın özellikle kadınları mutlu etmediğini gösteriyor.
Tüm bu tespitlerin ışığında, kadının nesneleştirilmesi ve kadınların bu nesneleştirmeye bir şekilde rıza göstermesi, toplumsal yaşam, aile yaşamı ve profesyonel yaşamda kadınlardan oluşan beklentilerin kadınlar üzerinde ciddi bir baskı oluşturması, modern yaşamla birlikte gelen geleneksel değerlerden kopuşun getirdiği hayatı anlama ve anlamlandırmanın kısırlaşması sonucu ortaya çıkan ontolojik sancı, “modern kadını” mutlu etmeyen ana nedenler olarak sıralanabilir.
Neler yapılabilir?
Söz konusu etmenlerin ortadan kaldırılması, hiç şüphesiz kolay bir iş değildir. “Söz konusu nedenlerin ortadan kaldırılması için neler yapılabilir?” sorusu başlı başına bir yazı konusudur. Fakat burada yeri gelmişken değinmekte fayda var.
Bu mesele, bireylerden topluma, kamudan sivil topluma kadar çok geniş kesimlerce ele alınmalıdır. Her şeyden önce aile olma bilincinin aşılanması gerekiyor. Bu noktada aile birliğini destekleyen politikalar geliştirilerek kadınların aile içindeki rollerini güçlendirmek ve kendilerini daha değerli hissetmelerini sağlamak mümkündür. Kadınların ruhsal ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olacak, onların manevî yönlerini güçlendirecek paradigmalar desteklenmeli, bu paradigmayı yıkmaya yönelik çalışmaların etkilerini en az indirmek için çalışmalar yapılmalıdır.
Kadınların değerini yalnızca cinsellik merkezli ve kariyer odaklı ölçen toplumsal algı, aileye ve topluma katkıyı da önemseyen bir anlayışla entegre edilmelidir. Kadınların sosyal medya kullanımını daha bilinçli hâle getirmek için de farkındalık çalışmaları düzenlenmelidir. Gerçek hayattan kopmayı önleyecek, sosyal medyada özendirilen filtreli yaşamları ve bunların çarpan etkileriyle ortaya çıkan yanılsamaları ortadan kaldıracak eğitici programlar hayata geçirilmelidir. Bunun için kadınlar başta olmak üzere toplumun medya okuryazarlığını besleyecek mekanizmalar oluşturulmalıdır.