HAÇLI
Seferleri düşüncesinin ve doğuş hareketinin sebebi, bu konu üzerinde çalışan
ilim adamlarını meşgul eden en önemli konudur. Bu hareketi doğuran sebeplerin
çeşitliliği üzerinde durulmasına rağmen, Batı dünyası Haçlı Seferlerinin asıl
etkeninin dinî unsurlar olduğu kanaatindedir.
Hâlbuki Orta Çağ Avrupa toplumunu bu seferlere zorlayan
unsurlar, aslında siyâsî, sosyal ve ekonomik sebeplerdir. Batılılarca ileri
sürülen dinî motif ise sadece itici bir güçtür. Kilise’nin bundaki rolü inkâr
edilemez. Meselenin diğer can alıcı sebebi ise, Doğu’nun zenginliğidir. Çünkü
Haçlı Seferleri düşüncesinin ortaya atıldığı sırada, Avrupa’da yıllardan beri
süregelen açlık, yoksulluk ve toprak azlığının yanında Derebeylerin zulmü
yadsınamaz bir gerçektir.
Bu gibi sıkıntıların doğurduğu kargaşanın yanında ücretli
askerlik anlayışı ve kolonizatör bir taşma hareketi de başlamış bulunuyordu.
Avrupa toplumu üzerinde en büyük etkiye sahip bulunan Kilise, hem düzenin bozukluğuna
çâre arıyor, hem de gittikçe artan gücünü Doğu’ya hâkim olmak için kullanmak
istiyordu. Bu hareketin başlamasına öncülük eden Kilise’nin, Doğu’ya yapılacak
bir seferin sağlayacağı faydaları topluma yayarken dinî motifi ön plâna
çıkarması normaldi.
Haçlı Seferlerine katılanlara günahlarının affını ve uhrevî
mükâfat vaat eden Kilise, siyâsî amacını gerçekleştirmek için dinî motiften
faydalanmıştır. “Kutsal toprakları kurtarma” sloganı, Haçlı Seferlerinin
hedefini açıklamaktan ziyâde gizlemek maksadıyla kullanılmıştır. Zira bu
seferlerin hedefi olarak gösterilen Kudüs, Hazreti Ömer tarafından fethedildiği
638 yılından beri Müslüman hâkimiyetindeydi. Batı Hıristiyanları bu duruma en
küçük bir reaksiyon göstermemiş, Bizans ise durumu kabullenmişti.
Ancak 11’inci yüzyılın sonuna doğru Batı toplumunda meydana
gelen uygun ortam sayesinde Avrupa harekete geçme fırsatını yakaladığına,
yüzyıllardan beri bütün Akdeniz çevresine hâkim bulunan Müslümanların gücünü
kırabileceğine ve özellikle yarım asırdan beri Anadolu’ya yerleşmekte olan Türkleri
söküp atarak bu topraklara sahip olabileceğine inanıyordu.
Özetle, 1096-1272 yılları arasında sekiz kere yapılan kanlı
“Haçlı Seferlerinin” hedefleri, Müslüman coğrafyadaki zenginlikleri pây-mâl
etmek idi. O güruha verilen muharrik mânevî güç ise (!) Kilise’nin itici
gücüdür.
Yukarıda hülâsasını verdiğimiz hâliyle tarih kitaplarındaki “Haçlı
Seferlerinin” asıl sebeplerinin sosyolojik izahtan anlaşılacağı gibi, hedefledikleri
kirli gâyeye varmak için her yolu mubah gören dünün sömürgeci krallıklarının günümüzdeki
“Makyavelist” uzantıları, modernizmin pagan “Haçlıları”, aynı tornadan
çıkmışlardır.
Bugün bu hakikatle karşı karşıyayız.
Zira karşılarındaki en büyük engel, yine Müslüman milletimizdir.
Bu bir tecelli-i İlâhîdir.
Sanayi İnkılâbı sonrasında güncellenen emperyalist iştah
Karanlık bir dönemin Batılı müstevlilerine inat aydınlık bir
çağ yaşayan İslâm dünyasının Fatih Kumandanı İkinci Sultan Muhammed Han’ın
İstanbul’u fethinden sonra, Haçlı Batı, önceleri Amerika kıtasındaki kavimleri
katlederek oradaki zenginlikleri pây-mâl ettiler. Bunun yanında Batı’nın diğer Haçlı
emperyalistleri ise, başta Hindistan, Uzak Doğu ve Siyahî Afrika’yı sömürmeye, insanlarını
köleleştirmeye başladılar. Ve yine emperyalist devletlerin iştahını kabartan
meseleye gelince…
18’inci yüzyıl
ortalarında İngiltere’de başlayan ve 1850’den sonra hız kazanarak diğer Batı
Avrupa ülkeleriyle Kuzey Amerika ve Rusya’ya, daha sonra da Japonya’ya yayılan
Sanayi İnkılâbı, insanlık tarihinin kuşkusuz en önemli aşamaları arasında yer
almaktadır. Bu süreç, sonunda hızlı teknolojik gelişme ve artan dünya
ticaretinin de etkisiyle büyük üretimi arttırdı. Sanayileşen ülkelerle diğer
ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyi makası giderek açıldı.
Sanayileşen Haçlı
Batı’nın endüstri çarklarını döndürmesini sağlamak için Osmanlı Cihan
Devleti’nin mülkündeki coğrafyalarda bulunan “neft” (petrol ve türevleri) adlı
madene ya zorla ya da hileyle el koymaları gerekiyordu(!). Avrupa’daki
emperyalistler, hedeflerine ulaşmak için iki yüz sene evvel içimizden
mankurtlar devşirmeye başladılar; “Tanzimat” denilen süslü demokrasi serüveni
ile Cihan Devleti’nin bünyesindeki farklı anâsırı (unsurları) diniyye ve milliyye
anlamında böldüler.
Haçlı tasallutuna bent olan Osmanlı Cihan Devleti’ni Sevr’e
zorladılar, Sykes-Picot Anlaşması ile arzuladıkları kirli emellere o tarihî
şartlar muvacehesinde ulaşmış oldular. Ancak Millî Mücadele ruhu ile Müslüman milletimizin
şanlı direnişi, Batılı müstevlilerin milletimize zorla dayattığı Sevr’i
paramparça etti. Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin mîrasçısı olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, yüz yıl evvel o paçavrayı yırtıp attı.
Lâkin kurulan Cumhuriyet, Batı’nın dayattığı vesâyetten,
Haçlı Seferlerinin plânlı ve kirli şekillerle bezenmiş değişik taarruzlarından
kurtulamadı. Bugün bize dayatılmaya çalışılan zilletin esbâb-ı mûcibesi ne ola?
11 Eylül 2001’de ABD’nin İkiz Kulelerine
yapılan terör saldırılarının tozu dumanı arasında, 12
Eylül gününden itibaren Bush’un yaptığı konuşmalardan akılda kalan cümleler,
ABD’nin yeni dönemdeki eğilimlerini özetler nitelikteydi. “Teröre karşı savaş”,
“Haçlı Seferi”, “önleyici savaş”, “Ya bizden yanasınız, ya düşmandan yana” gibi
ifadeler, ABD yönetiminin işgal politikasının işaret fişekleriydi. Sonrası malûm…
Afganistan, sonra Irak ve Suriye…
Dün sırtlarına “haç” zırhı giyen şövalyeler gibi, bugün de ölüm
kusan silahlarla, uçaklarla dehşet saçtılar. Dün hedef Kudüs’tü, bugün Bağdat, Kâbil,
Halep…
Sadece ABD değil! Avrupa’nın Haçlı katillerinin hedefleri de dün
Kudüs iken, daha sonra Mostar, Srebrenitsa, Saraybosna ve nice Evlâd-ı Fatihan
yurdu oldu.
İçimizden devşirdikleri mankurtlar vâsıtasıyla kırk senedir “PKK”
denilen katil çetesine her türlü silah tahkimatı ve siyâsî destek sağlıyorlar.
İnancımızın sâfiyetinden istifade ederek “Evanjelist” karakterli FETÖ’yü
besleyip büyüttüler. Sonra da yakın tarihimizin en zalim kalkışmasına omuz
verip desteklediler.
Bugün başta ABD olmak üzere Batı’nın sömürgeci devletleri,
Fransa, Almanya, İngiltere, Hollanda ve dahi Rusya’nın Irak ve Suriye’deki
varlıklarının başka nasıl bir izahı olabilir? Bugün “Modern Haçlı Seferlerine” girişmiyorlar
mı?
Orta Doğu’da, Akdeniz’de, Libya’nın bulunduğu Şimâl-i
Afrika’daki Mağrip ülkelerinde, Kara Kıta Afrika coğrafyasında sömürgeci
emellerine engel olan milletimize karşı, bazı Körfez ülkelerinin despot
krallarını, Helenist kültürün vârisi ve ”Megalo İdea”nın ütopik şımarığı Yunanistan’ın Akdeniz’deki tutumu,
“İkinci Sevr” hayâli değil midir?
Ya kölelik ve sömürgeciliğin mimarı Fransa’nın başta Cezayir,
Moritanya ve Çad’daki katliamlarının yanında Ruanda’daki
(1994 yılında 100 gün süren) soykırımda yarım milyondan fazla Tutsi ile ılımlı
Hut’u katletmesi? Bu katliamların sorumlusu Fransa, Avrupa Birliği’nin
şımarık çocuğu Yunanistan’ı -âmiyane tâbirle- tezgâhlıyor. Silah tüccarı
sömürgeci Fransa’nın Yunanistan’a biçtiği rol, kiralık katilliktir.
Almanya ile Fransa arasındaki bilek güreşinin
(it dalaşı, affedersiniz) Akdeniz’deki kavgada kime yarayacağını zaman
gösterecek. Almanya’nın sömürge hayâlinden vazgeçmediği de ayrıca
değerlendirilmelidir.
Bir parantezi de Rusya için açmak gerekecektir.
Doğu Akdeniz ve Libya’da oyuna dâhil olmak için paralı asker kullanmak ve yamağı
Ermenistan’ı şımartmak, meşhur Rus politikasının alâmet-i fârikasıdır.
Buna dair dün yaşadıklarımızın serencâmını, Cennet mekân
Seyyid Ahmet Arvasî (ks) gibi, meseleyi tarihin süzgecinden ve imbiğinden geçirip Kur’ân ahkâmı ile
değerlendirmeliyiz.
“Kırk yıllık Yanni, olur mu Kani?” özdeyişinde ifade
bulduğu gibi, ABD’den, Moskova’dan, İngiliz hayranı Şerif Hüseyin’in
torunlarından bize dost olmaz.
Baş tâcı nasihat ise şöyle: “Sen dinlerine uymadıkça, ne
Yahudiler, ne de Hıristiyanlar asla Senden râzı olmazlar. De ki, ‘Allah’ın yolu,
asıl doğru yoldur’. Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine
uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan Sana ne bir dost, ne bir yardımcı
vardır.” (Bakara, 120
Bundan gayrı kelâm etmekten Allah’a sığınırım. Vesselâm…