Modern dünyanın Venüslü kadınları

Var Edenin kendisini muhteşem vasıflarla yarattığını, inanç sistemiyle kendisine haklar tanındığını ve bu tüm yasa ve hakların fıtratıyla uygunluk arz ettiğini bilen kadınlar ise bu şekilde eşyalaştırılmaktan imtina ederler.

İKİ aktörü var insanlık tarihinin: Biri kadın, diğeri erkek. Varoluşlarından bu yana birlikteliklerinden milyarlarca çokluğa erişebilen insan, tarihler boyu hayatın her evresinde birbiri için bir izah olmakla birlikte bir imtihan boyutu da taşımaktadır.

Gerek en ilkel çağlarda, gerek mitolojik inanışlarda ve gerekse inançlı toplumlarda şartlar, anlayışlar ve varlık prensipleri açısından kabuller değişse de, değişmeyen yegâne dinamik, insanın kadın ve erkek hâlinde iki cins olarak varlığını sürdüregelmesidir.

Tabiî bir de ezber boyut var ki, tarih içinde değişkenlik arz eden otoriter yaklaşımlar kadına ve erkeğe farklı roller biçmiş olsa da bundan öncesinde, her ferdin cinsiyeti gereği düşünce ve duygularına karşılık bulma isteği doğrultusunda yönermeler, yönelmeler ve yöntemler denenegelmiştir. Ve her tecrübe edilenin yegâne sahası hayattır.

Böyle olunca, varoluş ile gerçekleşen en temel dinamik, hakkıyla yaşamak isteği olacaktır ama her iki cinsin birbiri nezdinde var olma ve yaşamdan kam alma tercihleriyle “hayat” ya saadetler ülkesi ya da cehennemin dibi olma ihtimâlini taşır.

Her iki cinsin barındırdığı kabiliyetler toplumsal dengeleri değiştirecek niteliktedir. Orta Çağ’da kadının günahkâr ve kirli kabul edilmesinden hareketle cadı kazanları kurulurken, Cahiliye Dönemi’nde ise kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi ezası ile yüzleşilmiştir. Kimi etnik kültürlerde kadın tutkuları ve hırslarıyla iktidar kurarken, kimi fundamentalist toplumlarda kadının bahtına kölelik yazılmıştır.

Öte yandan, çağlar atlansa ve modernizm ile donansa da pek çok coğrafyada insanın, hele kadının ticarî meta olarak kullanımı, hâlâ rantını koruyan bir mekanizma olarak devam edegelmektedir. İş ki, vitrinsel yapısı itibariyle, “özgür irade devreye sokulmuş” gibi görünse bile kadının ruhu ile çakışan ve iç çatışmalarla derin yaralanmalara sebebiyet veren modern dünya prensipleri bugün bile kadının gerçek varoluş kıymetini ağırlayabilmiş değildir.

Özellikle dünyaperest eğilimler içinde kadın bir gösteriş aracı hâline gelirken, erkek, fıtratında var olan değer yargıları ile yaşadığı dünyanın prensipleri arasında boğuştuğu bir arenaya “hayat” demek zorunda bırakılmıştır. 

Günümüz dünyasında zahiren şıklık yarışına giren her iki cins için bir eşya güzelliği tesis edilmeye çalışılırken, eşyanın alınır satılır olma, el değiştirme, eskime, onarılma gibi getirileri görmezden gelinmeye çalışıldıkça derin ve sessiz bir yok oluş serüveni akıp gitmektedir.

Ruhen var olamayan her iki cinsin yaratılış kodlarına uygunsuz yaşamak şekli bitimsiz bir savaş içinde beyhude bir bağımsızlık hayâlidir. Her cins, kendi varlık ülkesinde göndere kendi bayrağını çekeceği günün hasretinden bitap düşene dek bu savaşın bitmeyeceği de malûm. Öyleyse bu eksik bir yaşamak değil midir? Kimine göre değildir. Öyle empoze edilmiş, öyle kabullendirilmişse, olması gerektiğinin bu olduğu gerçekliğine tutunur ve izah kaygısı taşımaksızın sınırlı yaşamak sürecini tamamlayıp gider.

Öte yandan, bir parça idrakî çırpınış varsa kişilerin zihninde ve kalbinde, çözüm arayışı doğrultusunda özgürleşme ihtimâli yükselecektir.

***

Dünyalık kaygılar maddeye hâkimiyeti, güç gösterisini, hükmetmeyi, sömürmeyi esas alırken, duygulardan yoksun bir akletme biçimi ile zulmü normalleştirebilir. Çünkü menfaat çıkarımları çerçevesinde ve faydacı bir yaklaşımın matematiği hissizleşmiş insana “ben” dedirtir ki bu “ben”, biricik hak sahibidir.

Öte yandan, “neden ve nasıl” var olduğunu sorgulayarak ölümlü olduğunun bilincine varan ve bu “Bir varmış, bir yokmuş” şeklinde tezahür eden “yaşamak” eylemine anlam yüklemek isteyen bireyler bir sonsuzluk tahayyülü ile tanış olurlar. Bu yok olmaktan, anlamsızca yaşayıp ölmekten daha cazip bir idraki beraberinde getirir ki tekil varlığı sonsuzluğa giden yolculuğunda sair varlıklardan ve olaylardan mesuliyet biçer kendine: Çoğalır!

Etkiler ve tepkiler bir gerekçeye tâbidir çünkü. Onun hikâyesinde etkin bir rol oynayan her bir şey, canlı ve cansız onun hikâyesinde rol alır ve o da onlarla yol alır. Böyle olunca, “ben” tekil olarak anlamsızlaşır. Çünkü artık sadece düşünce merkezli bir varoluş değil, duygu merkezli bir inanış harekete geçmiştir. Bu ise insanoğlunda var olan iki muhteşem enerji kaynağı olarak akıl ve kalbin birlikte hareketinden tezahür edecek gayet “insanî” bir “yaşamak” hikâyesinin kahramanı kılar insanı.

Buraya kadar yapılan izahta bir din, bir ilâh, bir amel beklentisi olmaksızın insanın kendilikli arayışından mülhem bir süreç cereyan eder. Bu arayışın niteliği nispetince tüm insanlar ve “biz” çokluğuna erişim sağlanır.

Dünyaya hâkim olma hırsı, insanın insanı satın alabilme, güçlünün güçsüzü metalaştırma, haksızın haklıyı yetkileriyle sömürmeyi “hak-hukuk- eşitlik-demokrasi- insanlık” gibi teranelerle yasalaştırırken, Müslümanlar Vahy-i İlâhî yasalarıyla ilkin kendi nefislerini, sonra bağ kurdukları her bir kişiyi maddeden ve bağımlılıktan azat ederek ilişki kurarlar.

İşte bu iki ayrı yol ve yordamdan sebep, insanlık var olduğundan beridir kadın ve erkek, tercih ettikleri kulvarlarda hak ile bâtıl arasındaki bitimsiz çekişmenin neferleri olurlar.

Bu bitimsiz savaşta diller ayrıdır, dinler ayrı.

Yöntemler ayrıdır, uygulamalar ayrı.

Varoluş gayeleri ayrıdır, yok oluşlar farklı.

İşte bundandır ki, Batı/l otoriteler için var edilmiş her bir şey, her bir insan teki, alınıp satılabilir bir nesne kimliğinde kabul görür. Durum böyle olunca insanın insanı anlaması gerekmeyecektir. Sahiplenmesi, benimsemesi, mahremiyet ile aidiyet kesbetmesi, sakınması, kollaması gibi insanî değerlere ise hiç mi hiç ihtiyaç duyulmayacaktır. Bilakis bu duyguların varlığı ticaret sahasında zaaftan sayılacaktır.

Zaaf, evet, ıslah edilebilir bir yatkınlıkken, ıslah etmeye gerek duyulmayan bu zaafların devamlılığı ise kazancı arttıracağından, bir klişe altına yerleştirim yapılması gerekir ve modern dünya bunu mazisinden yani Antik Yunan mitinden ediniverir.

Kadın ve erkek bu mite göre iki zıt gruptur ve birbirlerini hem çeker, hem iterler. Bundan daha normal ne vardır ki? Bu iki vasfın bir de kaynağı vardır; “Venüs ve Mars” gezegenlerinin atmosferik özellikleri astroloji aracılığı ile adlandırılarak modern kadın ve erkeğe uyarlanabilecek bir biçilmiş kaftana dönüştürülür.

Evet, artık kadınlar Venüslü, erkekler Marslıdır. Ve birbirlerini anlamaları gerekmeden, kabullenmeleri doğrultusunda yönlendirilirler. Anlaşmazlık gibi bir sorun kendiliğinden ortadan kalkar böylece. İç dünyalarında ne olup bitiyormuş, ne tür izahsızlık boy atıyormuş, bu kimsenin sorunu değildir. Ha, çok sorunlu bir hâl alırsa, yine modern dünyanın modern bilimi psikoloji tüm açmazlara cevap verecek bilimsel çarelere sahiptir. Olmadı, adına “anti-depresan” denilen o haplardan içirilir, uyuşturulur.

Modern kadın izahsızlığı böylece kabullenmiştir. Modern erkek ise, olası bir kontrolsüzlük hâlinde fıtrî özelliklerine yenik düşüp de tepki verirse “modern maganda” unvanı ile ödüllendirilecektir.

Sadece bu sınıflandırma da değil söz konusu; dünyaya hükmetme hırsına, Tanrı’ya meydan okuma küstahlığına sahip Batı/l otorite, yeryüzü kaynaklarını ve insanlığı sömürmeyi kendini ayrıştırdığı ve üstün kıldığı “ari ırk” markası üzerinden gerçekleştirirken, yine kendini haklı ve imtiyazlı addeder.

Böylece ruhsat sahibi olur her bir meta ve her bir insanı sömürmekte. İnsanın zekâsı, emeği, bedeni bir nevi enerji modülü hükmündedir onlar için. Kullanılır, tüketilir, bitirilir ve elle tutulur, gözle görülür bir değer bırakmaksızın kendi hizmetlerine sunulur. İşte kadının varlığı da bu mantalitenin mağdurudur aslında!

Batıl otoritelerce kadının özgürleştirilmesi ve seçme-seçilme hakkının tahsis edilmesi imtiyazının tanınmasının bedeli, kadın görünürde ve gizli her ne barındırıyorsa kendisinden tamamının tahsil edilmek istenmesi içindir.

Batı/l için kadının güzelliği vitrinel, naifliği ve saflığı görevlendirilmeye, narinliği kullanılmaya uygun, kırılganlığı tahrifata ve güç denemelerine müsait, zaafları estetik, moda, aksesuar sektörlerinden rant devşirmek için bulunmaz fırsat olarak kabul gördüğünden, tüm dünya kadınları sömürülmeye en müsait pazardırlar.

Bunun ayırdına varamayan kadın, özgürleşme pahasına tüm varlığının ipotekleneceğinden habersiz, değişip dönüşmeye, Doğululuğu kompleks hâline getirerek sahip olduğu muhteşem değerlere sırt dönmeye gönüllü olur. Böyle başlar anlaşılmayışı. Artık onlar, modern dünyanın tanımladığı “Venüslü” kadınlardır!

Var Edenin kendisini muhteşem vasıflarla yarattığını, inanç sistemiyle kendisine haklar tanındığını ve bu tüm yasa ve hakların fıtratıyla uygunluk arz ettiğini bilen kadınlar ise bu şekilde eşyalaştırılmaktan imtina ederler.

Böyle bir kadının yakını erkek ise modern dünyanın Mars gezegenine teveccüh etmeyeceğinden, letafet ve zarafet timsali kadını/nı kocaman kanatları altında mahremiyet esaslarıyla sakınır ve saklar.

Bu gerçekliğin farkına varan kadın, yaratılış kodlarındaki cevherden haberdar olan kadındır. O cevher ki, bulunduğu alanda “zarafet mektebi” olma yetkisini ihdas eder kendisine.

Ve kadın her neredeyse, bu farkındalıkla kendi kıymetini anladığında, kendisine bahşedilmiş melekeler ve vasıflarla hayatı dizayn edebilir. Anne iken evlatlarının, eş olunca erkeğinin, iş sahibi olunca çalışanının, komşu olunca muhataplarının zihnine, kalbine ve ruhuna zarafetini nakşedebilir.

Ve dünya, şu an seyrettiğimiz kadar hoyrat ve tedirgin edici olmaktan çıkıp insanı kadını ve erkeği ile imkânlardan istifade edilmiş kocaman bir okul hâline gelebilir.

İş ki, kadın binalarla sınırlandırılmayacak, sınıflara bölünmeyecek, koridorlarla dolaştırılmayacak kadar özgün, özel ve neticesi ibadet olacak, toplum için “zarafet mektebi” banisi olduğunu fark etsin ve anlasın! Tüm bunları yaparken, ardında hissettiği, kendisine sarılmayı bekleyen, hep kocaman kanatlı bir adam vardır yanında…