
İSLÂM, câhiliyyenin de, muharref ehl-i kitâbın (değiştirilmiş Tevrat ve İncil) da modern câhiliyyenin de kadına çizdiği hakir ve perişan rolünü reddetti ve kaldırdı. Onu şerefli ve kıymetli mevkiine yükseltti.
Kur’ân-ı Kerîm’de “en-Nisâ: Kadınlar” diye bir sûrenin varlığı, o sûrede ve diğer birçok sûrede kadının nikâh, mehir, mîras, talâk ve nafaka gibi medenî haklarının teminat altına alınmış olması İslâm’ın bu husustaki tavrını göstermeye yeter.
Kur’ân, erkek ve kadın arasındaki ilişkiyi, birbirlerine üstünlük iddiasında bulunma üzerinden temellendirmez. Aksine bu iki cinsi, birbirlerini tamamlayan ve destekleyen paydaşlar olarak tanımlar. Dolayısıyla bu, kadının eksik yaratıldığı anlamına gelmez. Kur’ân’da insanın yaratılışına dair ifadeler, “sizi bir tek nefisten yaratan” ve “ondan da eşini yaratan” şeklinde geçer. Bu ifadeler, her insanın bir babası ve anası olduğuna, her bireyin üreme kanunları çerçevesinde varlık bulduğuna işaret eder. “Nefisten, ondan yaratan” ifadesi, genellikle “onun bir parçasından” (örneğin kaburgasından) şeklinde değil, “onun özünden, ona benzer olan asıldan ve kökten” şeklinde yorumlanmalıdır. Nitekim “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır". (Rûm sûresi, 21)
Avrupalı kadın, İslâm’ın zuhurundan sonra on iki yüzyıl boyunca İslâm’ın kadına verdiği haklara sahip olamadı
Günümüzde, Batı ülkelerinde kadına verildiği sanılan hak ve özgürlükler aslında erkeğin çıkarları ile orantılıdır. Batılı erkeğin kadına karşı olan tavrı, kılık değiştirmiş bir Orta Çağ davranışıdır. Orta Çağ ile şimdiki zihniyet arasındaki farklar, sadece zamanın değişmesi sebebiyle meydana gelen metot farklılıklarıdır. Hakiki anlamıyla kadın haklarını korumak gaye edinilmemiştir. Açıkça görülüyor ki Hıristiyan Batı medeniyetinde kadın bir reklâm metaı hâlini almıştır. Materyalist Batı, eskiden olduğu gibi kadını satamıyorsa da moda adı altında, daha fazla süs ve şatafat uğruna onu istediği mecraya sürükleyebiliyor. Bunun örnekleri sanayileşme sırasında da görülmekteydi. Fabrikalarda çalıştırılan kadınlar, bedenen erkeğe oranla güçsüz olmalarına rağmen erkek gibi çalıştırılıyorlardı. Üstelik aldıkları ücreti erkeklerinkinden azdı. Batı, kadının bedensel güzelliğini kullanma şekilleri geliştirdi ve onu doymak bilmez maddeciliğine alet edindi. Hiçbir ilgisi olmayan mamullerin yanına kadın imgeleri iliştirip adını reklâmcılık koydu, erkeğin kadına olan zaafından faydalanmayı da ihmal etmedi. Böylece zaman içinde hem kadını ve erkeği iffetten uzaklaştırdı hem de bu vesile ile para kazandı. Tüketim maddelerine olan ihtiyaç ile kadına olan zaafı birleştirdi.
Hıristiyan Batı, işte bu yolla doyma bilmeyen madde esiri ruhunu doyurdu. Gözler, artık her maddenin yanında bir kadın resmini arar oldu. Batı’yı kadın haklarının koruyucusu olarak bilen kimseler, şunu bilhassa bilmek zorundadırlar: Batı kadınına verilen hak, Batı erkeğinin bir lütuf ve ihsanı değildir. Gerçekten çağımızda özgür bir hayat yaşadığı sanılan Avrupa kadını, mevcut haklarının kendisine verilmesi için çok çabalamış, ekonomik güç elde edebilmek için de kendinden nice fedakârlıklarda bulunmuştur. Öyle görünüyor ki bu feragat hâli devam etmektedir. Hâlbuki İslâm kadınının böyle bir ter dökmeye ihtiyacı olmamıştır. Medenî(!) Avrupa hukuku, yakın zamana kadar kadına haklarını vermedi. Hak ve özgürlüklerine giden tek yol bir erkek üzerinden geçiyordu. Bu erkek, babası, kocası veya velisi olabilirdi. Başka bir ifade ile Avrupalı kadın, İslâm’ın zuhurundan sonra on iki yüzyıl boyunca İslâm’ın kadına verdiği haklara sahip olamadı. Bu haklara sahip olması da pek kolay olmadı. Aksine ahlâkının, ırz ve haysiyetinin bedeli olarak bu haklara sahip oldu. Böylece Hıristiyan Avrupalı kadın, kendi haklarını almak için en değerli varlıklarını harcama mecburiyetinde bırakıldı. Avrupalı kadın, İslâm’ın kadına doğrudan verdiği hakları elde edebilmek için kan, ter ve gözyaşı akıtmaya, zalim Avrupalı erkeğin elinden zor kullanarak almaya mecbur idi. Modern(!) Batı’nın hâl-i pür melâli olan durumun kısaca özeti budur.
Düşmanlar, öncelikle toplum içindeki birlik ve beraberliği bozmaya çalışırlar
Özetle modernleşme, Batı dünyasının aydınlanma döneminde başlayan hayatı, insanı ve doğayı akıl merkezli yeniden tanımlama sürecidir.
Batı’da Rönesans’la başlayan modernleşme süreci Fransız İhtilali ile birlikte rasyonalizm, sekülerizm ve pozitivizm kavramlarına dayanarak vahye dayalı dünya görüşünü kabul etmeyip aklı ondan bağımsız gören bir ideolojiye dönüşerek Batı’yı sarmış ve Reformasyon hareketlerinin temelini oluşturmuştur.
Bu süreçte bilimsel, teknolojik ve sosyal gücünü elde eden Batı, tüm dünyaya nüfusunu hissettirmeye başlamıştır. Bu arada Batı’nın Batı dışı toplumlara müdahalesi, Müslüman toplumlarının sosyo-kültürel yapılarındaki değişiklikler meydana getirdiği gibi siyasî ve iktisadî yapılarını modernleşmenin icaplarına göre yeniden şekillendirmelerini zorunlu hâle getirdi.
Batı dışındaki toplumların Batı’nın gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için iki yolları vardı: Ya Batı’yı olduğu gibi taklit edip oradan gelen her şeyi sorgulamadan uygulayacaklar ya da kendi yapılarını Batı’nın getirdiği kavramlara uyarlayacaklardı.
Geçmişte Doğu/ İslâm toplumları maddî ve manevî alanda dünyada zirve noktada bulunup, medeniyet buralardan diğer bölgelere yayılırken, ilerleyen süreçte, Cihan Devletimizin şahsında Batılı müsteşriklerin ifadesi ile “Doğu zayıf düşmüş, en temel ihtiyaçları karşılama noktasında kendisine yetemez hâle gelmiştir”.
İslâm dinine mensup bir milletin hangi şartlarda olursa olsun, her şeyden önce ayağa kalkma, kendisine yeterli olma, insanlık ve medeniyet yolunda gelişme konusunda belli bir bilincinin olması beklenir.
Aslında bir toplum kendi içinde birlik ve beraberlik oluşturduğunda o topluma zarar vermek, o toplumu bozmak ve dağıtmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Ancak toplum içinde ikilik oluştuğunda, o toplumun zayıflaması, bozulması daha kolay olacaktır.
Zaten düşmanlar bunu çok iyi bildikleri için öncelikle toplum içindeki birlik ve beraberliği bozmaya çalışırlar. Bu durum İslâm dünyası içinde geçmişte uygulanmış, aslında hâlâ da uygulanmaya çalışılmaktadır. İslam dünyasının geri kalmışlığının ana sebebi paradoksal bir şekilde -Tanzimat denilen şerriye- kendi dinine yabancılaşma, yani İslâmiyet ile arasındaki kapanması zor uçurumlardır. İslâm dünyasını kendisiyle hesaplaşmaya iten şey, modernleşen Batı’nın, kendisini medeniyet olarak resmetmesi ve kendisi dışındakileri egemenliği altına alma çabalarıdır. Osmanlı Cihan Devleti’nin asıl yıkılışı, varlık nedeni olan İslâm’dan uzaklaşması; Batı dışı toplumların gelişememesinin nedeni de kendi kimliklerine sahip olmamaları olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Çünkü bir İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin var olma nedeni dinle (İslâm’la) olan bağlantısı olduğu gibi, yok olmasının nedeni de dinle (İslâm’la) olan bağlantısızlığıdır. Aynı durumu bin yıllık Orta Çağ’a damgasını vuran Hıristiyan devletleri için de söylemek mümkündür. Yıkılma nedenleri ile var olma nedenleri aynı dindir ama ilkinde güçlü bir bağ varken, ikincisinde bağlantısızlık vardır.
“Var olma nedeni olan güçle bağ kopmaya başlarsa, başka güçlerle bağlar kurulabildiği gibi, başka güçlerin de bu boşluktan yararlanabilmesine olanaklar hazırlanmış olur. Hülâsa Müslümanların egemenliklerinin yıkılmasının birinci nedeni dinleriyle olan bağlarını koparması olduğunu tekrarlamak gerekir. İkinci neden ise kopan bu bağ sonrası, Batılı toplumların teknik gelişmelerine hayran olmaları, ardından onları takip etme çabalarıdır. Bu hayranlık durumu hayli önemli ve kritiktir. Çünkü İslâm sadece bir inanç değildir. Sadece inanca bağlı, birtakım itikatlara bağlı birtakım fiillerden ibaret değildir. Ve sadece bir ahlak değildir. Aynı zaman da bir medeniyettir.” (Sezai Karakoç, Çıkış Yolu II: Medeniyetimiz Dirilişi)
“İslâm’ı hakiki mânâda anlamak; tabiat zenginlik, siyaset, ilim, kudret, ilim, bilgi, sevinç gibi mefhumları Batı uygarlığı insanlarının anladıklarından başka türlü kavramak demektir.” (Âliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslâm)
Batıcı seçkinler, Batı evrenselciliğine ulaşmanın tek yolunun, kadının İslâmî gelenekten koparak özgürleşmesi olduğunu savunmuşlardır
Eski Avrupa’da özellikle Hıristiyanlığın merkezi olan, o zamanlar medeniyetin beşiği sayılan Roma’da kadına muamele sıradan bir yük hayvanına yapılan muameleden farksızdı.
Batılı yazarların ifadesiyle, “1494 yılında VI. Aleksandr, 1521 de X Lui, 1522 de VI. Adriyen günahsız kadınları büyü yapmak ve şeytanla bir olmak ithamları ile öldürtmekten geri kalmamıştır. Kızlar babalarının malı idi ve alınıp satılırlardı. Koca, üç yıl görünmezse, kadının babası onu bir başkasıyla evlendirebilirdi. Eski Yunan’da kadın özel yaşama katlanmaya ve sessizliğe hükümlü idi. Bir erkeğe kadın demek en büyük aşağılama sayılırdı. Hiçbir vakit şölenlere, eğlencelere katılmazdı. Eğitim ve öğretim de görmediklerinden, kocası onunla birlikte olmaktan hiç sevinmez, yalnızca çocuk yetiştirmek için kadın alınırdı.
İngiltere’de kadın murdar bir varlık olarak kabul edildiğinden İncil’e el süremezdi. Bu durum Kral VII. Henry (1509-1547) zamanına kadar devam etmiştir. 1805 yılına kadar bir İngiliz erkeği karısını 6 pens karşılığında satardı. Bu zamana kadar İngiliz kanunlarında kadın vatandaş olarak sayılmazdı. Mülkiyet hakları yoktu. Hatta kazandıkları mallar üzerinde bile tasarruf hakları yoktu. Büyücü avı, kraliçe Elizabeth zamanında zirveye ulaşmıştı. Bir hâkim, Kitab-ı Mukaddesi 53 kez okumak ve 20 bin büyücüyü (kadını) ölüme mahkûm etmekle övünebiliyordu. Kraliçe Elizabeth ve I. James devrinde İngiltere’de binlerce kadın “Şeytanlarla el birliği yapmışlardır” diye canlı canlı yakılmışlardır. Long Parlemonto devrinde kadınların çarmıha gerildikleri tarihin yüz kızartıcı vakalarındandır.
18. yüzyıl sonlarına doğru Fransız devrimi gerçekleştiğinde İsa’nın kölelikten kurtuluşu ilan edildi. Ancak bu durum, kadınları kapsamıyordu. Medeni kanunları kadının velisinin izni olmadan anlaşma yapmasına izin vermiyordu. Bu yasada ehliyetsiz görülenler, çocuklar, deliler ve kadınlardı. Fransız medeni kanunu evli bir kadına kendi el emeği üzerinde tasarruf hakkını ancak 13 Temmuz 1907’de çıkarılan bir kanunla verdi. Ancak bu kanunun verdiği hak, ev masraflarına katılma gibi erkeğin lehine bazı kayıtlarla sınırlandırılmıştır. 1938 yılından sonra kadın lehine bazı hükümler getirilmiştir. Sürekli zulüm ve aşağılanmaya maruz bırakılmanın sonucu Feminizm hareketi ilk defa Fransa’da ortaya çıktı. Batılı ülkelerin gerçek anlamda modernleşme aşamasına girmeleri yalnızca demokrasinin ekonomik ve toplumsal yönünün de gündeme gelmesiyle değil gittikçe artan bir oranda kadın haklarının tanınmasıyla da orantılıdır. Batı’da modernleşme atılımlarının başlamasından, geleneksel toplumdan modern topluma geçişte kadın hakları genelde gündemde değildir. Kadın haklarının önemli ölçüde gündeme gelmesi, Batı’nın çağdaşlaşma aşamasını, yani 20. yüzyılı beklemiştir.
İslâmiyet’in koyduğu kurallar, kadın haklarını korumak içindir; ancak bu kurallar zamanla uygulamada amacından saptırılmıştır. Özellikle Batılıların eleştirdikleri çokeşlilik ve kadının örtünmesi gibi konularda amacından saptırılan bu kuralların yanlış anlamalara yol açtığı savunulmuştur. İslâmcı düşünürlerden sayılan Mehmet Akif Ersoy da yazdığı şiirlerde toplumda kadının ezilmesine, hor görülmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun İslâmiyet ile ilgisi olmadığını, tamamen dinin yanlış anlaşılmasından ve toplumsal gelişmelerden kaynaklandığını, cemiyette İslâmiyet yanlış anlaşıldığı için kadının ezildiğini, bu sebeple kadının İslâmî ölçüler içinde eğitilmesi gerektiğini savunmuştur. Zamanın meselelerine İslâmî esasları kaale alan gözle bakan şair, hiçbir zaman ilimden ayrılmamaktan yanadır.
Batıcı seçkinler, Batı evrenselciliğine ulaşmanın tek yolunun, kadının İslâmî gelenekten koparak özgürleşmesi olduğunu savunurken, muhafazakâr akımlar, kadına ilişkin geleneklerin bozulması, liberalleştirilmesi girişimlerine kuşkuyla, yer yer tepki göstererek bakmışlardır.
Türkiye’deki modernleşmenin tarihi, çok basitleştirme pahasına, bu iki kültürel model ya da iki akım (Batıcı akım ve İslâmî akım) arasındaki mücadelenin tarihi olarak yorumlanabilir. Tabiatıyla, zaman içinde değişen problemler karşısında bu düşünce akımlarının da muhtevası değişmiştir. Çünkü Batı uygarlığı, kadını hayranlık veya kullanım objesi yapmış fakat takdir ve saygıya layık tek şey olan şahsiyeti ondan almıştır. Bilhassa çeşitli “Miss”lerin seçimlerinde ve manken veya fotomodel gibi kadınlara mahsus mesleklerde bu keyfiyet apaçık ortaya çıkmaktadır. Burada kadın artık insan denilen şahsiyet değil, olsa olsa “güzel hayvan”dan (affınıza sığınırım) biraz daha fazladır.
Öte yandan günümüzde hemen her ülkeyi etkisi altına alan Batı uygarlığı bilhassa anneliği küçük düşürmüştür. Satış, mankenlik, mürebbiyelik, sekreterlik, temizlik işleri gibi meslekleri annelik vazifesine tercih etmiştir. Ayrıca anneliği kölelik ilan ederek kadına ondan kurtulmayı vaat etmektedir. Bu anlamda modern dünya, kadını, onun bedeni ve kişiliği üzerinden farklı şekillerde istismar edebilmektedir. Onu bir meta olarak kullanabilmektedir. Bu, kadının bedeni üzerinden metalaştırılması ve istismar edilmesi olarak hayata yansımaktadır. Burada sorun, herhangi bir ürünün tanıtımında kadının kadınlığının kullanılmasıdır.
Batı medeniyeti manevî ihtiyaçları karşılayamamış, maddî değerleri yüceltmiştir
Tanzimat’la başlayan Batılaşma serüveni tamamlanmış değildir, günümüzde de devam etmektedir. Modernizm her alanı etkilediği gibi toplumsal ve siyasî hayatı da kadını da etkilemiştir. Batılılaşma ile Türk kültürünün kadına vermiş olduğu annelik vasfı, geleneksel aile modeli yıkılmış, kadın adeta sömürü kaynağı hâline gelmiştir. Modernleşmeyle birlikte kadınlar çalışma hayatına daha fazla katılmış kadın evden dışarı çıkmıştır. Kadının gündelik hayattan sosyal hayata, mutfak kültürüne, zevklerine, eğlence anlayışına, aile hayatına kadar tüm hayatı kısaca hayata bakış açısı değişmiştir.
Bütün bunların sonunda millî kültürümüzle yabancı kültürler karşısında bağımsız ve itibarlı bir şahsiyet kazandırmanın birinci ve en önemli şartı, bu kültürü çağdaş standartlar karşısında değerlendirebilecek insanlar yetiştirmek, bu insanlardan meydana gelen araştırma kurumları ve eğitim müesseselerine her türlü resmî ve özel imkânı sağlamak, bunları yaparken de modern insanın kültürel ihtiyaçlarına cevap vermek durumunda olduğumuzu hiçbir zaman akıldan çıkarmamaktır.
Bu nedenle kadınlara gerektiği değer verilmeli fakat bu, Batı’yı taklit ederek değil, kendi kültürümüzü özümseyerek, geçmişimizi tahlil ederek, kendi düşüncelerimizle anlamlandırarak yapılmalıdır. Öte yandan gelenekle yenileşmenin birbirinden bağımsız olarak değil birbiriyle bağdaştırılarak çözüm yolları bulunmalıdır.
Daha mühim olan ise, kadının toplum ve aile meselesindeki müstesna rolüdür. Kadını, “eşitlik, rekabet, kariyer, hürriyet” sloganlarıyla dış dünyaya sevk eden anlayış, aile müessesesini müthiş derecede zayıflatmıştır. Bugün Batı dünyasında aile, çöküş hâlindedir. Ailenin enkazı üzerinde ortada kalmış, annelik mâkâmını kaybetmiş, acımasız erkeklerin maddî-manevî tasallutuna maruz bırakılmış kadına, “sahipsizliği”, “serbestiyet” (!) adı altında bahşetmek, Batı dünyasına yakışan bir tenakuzdur. Kadını teşhir ve istismar bataklığı, kadını yuvasındaki şerefli mevkiine döndürmedikçe kurutulamaz. Bu bataklık kurutulmadan da sinek mücadelesi yapmak beyhudedir. Nitekim kadına şiddete mâni olma istikametinde alınan Avrupâî tedbirler müspet netice vermemekte, bunların menfi neticesi ise, aile müessesesinin daha fazla tahribi olmaktadır. Çünkü bu tedbirler, evlilikten soğutmak, ayırmak ve uzak tutmakla neticelenmektedir.
Bugün kadına şiddet uygulayan insanlar, İslâm terbiyesiyle, Muhammedî ahlâkla yetiştirilmiş insanlar değildir
Alınması gereken asıl tedbir, erkeği ve kadınıyla fert ve toplumun ahlâkî eğitimidir. Peygamberimiz, cahiliyedeki şiddeti nasıl izale ettiyse, bugünkü cahiliye de ancak öyle giderilebilir. Kur’ân ahlâkıyla… Biz, nübüvvet nurundan uzaklaştıkça cahiliye karanlığına duçar oluyoruz. Âlemlere rahmet olan Muhammedî ahlâktan uzaklaştıkça, şiddet ve kabalık hayatımıza hâkim olmaya başlıyor. Biz İslâm’ın güler yüzünü temsil ederken, kadınlarımız da hanımefendi mevkiindeydi. Erkeklerin onlara muamelesi de en güzel, en zarif ölçülerdeydi. Ailevî bir sıkıntı yaşayan kişinin sakinleşeceği dergâhlar, şiddete uğrayan bir hanımın sığınacağı şefkatli kanatlar vardı. Aile ve akrabalık bağları kuvvetliydi. Muvâzeneyi kaybedeni kaldıran, şaşıranı düzelten vardı. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker hayata hâkimdi. Bencillik değil diğergamlık esastı. Şiddet değil merhamet, acelecilik değil sabır, isyan değil duâ, tahrip değil imar esastı. Nikâh kolay, zina neredeyse imkânsızdı. Sebepsiz yere boşanmanın arşı gazapla titreteceğinden korkulur, çok mahdut şartlarda ona başvurulurdu. Fakat son asırlarda bütün İslâm âleminde, Batılılaşma, Avrupa’yı taklit, dinî hakikatlerden uzaklaşma yahut dinin zahirine bağlı olsa da ruh ve mânâsından bîhaber yetişme hastalıkları zuhur etti. Bunun neticesinde erkeklerin hanımlarına muhabbeti, hanımların beylerine hürmeti azaltıldı. Televizyon, internet ve modalar, evlere girip ümmet-i Muhammed’i başkalaştırdı, yabancılaştırdı, menfi cihette terbiye etti. Teknoloji ve makine, insanı vahşileştirdi. Ruhunu mahvetti. Bunun neticesi olarak, Batı’da da olduğu gibi, Müslüman toplumlarda da kadını tahkir edici, kadına nefret ve şiddet şeklinde cahiliye davranışları görülür oldu. Bugün kadına şiddet uygulayan insanlar, İslâm terbiyesiyle, Muhammedî ahlâkla yetiştirilmiş insanlar değildir. Aksine televizyonlardaki menfi programlar, ahlâksız diziler ve filmler, teşhir, açık-saçıklık ve aile değerlerini tahkir mevzuunda telkin bombardımanına tutulmuş kişilerdir. Bu arada birtakım fırsatçılar da Avrupa misalini tersinden bize uygulamaya kalkarak, devayı hastalık olarak göstermeye çalıştılar. Dermanı derdin kendisi olarak suçlamaya kalktılar. İslâm’ı kadına değer vermemekle ithama kalkıştılar. Kadın narin, zarif ve hassas yaratılmıştır. Bedenen erkek kadar kuvvetli bir fizikî yapısı yoktur. Buna karşılık sevgi, sadâkat, merhamet ve şefkatle dolu hissî yapısı erkekten daha kuvvetlidir. Baba dayanamazken, bir anne ağlayan çocuğu sebebiyle sabaha kadar uyanık kalır. Çocuk sele kapılsa, baba tereddüt ederken, anne kurtarmak için ardından atlar. Kadındaki aslî vasıflar, onun aile yuvasındaki hanımefendilik ve annelik vazifelerine uygundur. O, ailenin eve dair vazifelerini deruhte edecek, evlâtlarını dünyaya getirecek, dualarla besleyecek ve takva ile güzel ahlâk ile yetiştirecektir. Erkek ne kadar fizikî ve ruhî olarak, dış dünya vazifelerine uygun yaratılmışsa, kadın da o kadar iç âleme uygun bir yaratılıştadır. Bu sebeplerle saliha hanımın ve annenin dinimizdeki mevkii çok yüksektir. Kadının büyük vazifelerinin icabı olan hissîliği ve hassaslığı, onun dış dünyanın zorluklarıyla mücadele etmek zorunda bırakılmamasını gerektirir. Bu sebeple kadın, çocukken babaya, yoksa dede, amca, erkek kardeşe, daha sonra da beyine ve oğullarına, torunlarına emanet edilmiştir. Ancak bu emanet ediliş, insafa terk ediş değildir… “Onlarla güzel geçinin.” (en-Nisâ, 19) “Cennet annelerin ayakları altındadır.” (Nesâî, Cihâd, 6) “Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muamelede bulunanınızdır!”
Son söz Kur’ân’ın…
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlıktan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (En-Nisâ 1. Âyet) Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insanlar!” hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette “Allah’a saygısızlıktan sakının” yerine “Rabbinizden sakının” meâlinde bir ifade kullanılmıştır. Bunu, insanların yaratıcı ile kulluk ilişkisine “Allah ve ilâh”, insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise Rab isminin uygun düşmesiyle izah etmek mümkündür. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler içinde var oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir. Hitabın, arkadan gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere –biri geniş, diğeri nispeten dar olan– iki unsuru temel kılmış olmasıdır: A) Bütün insanların asıl maddesi, özü olan “nefis”… B) İlk rahimden (bütün insanların annesi olan Havvâ’nın rahminden) son rahime (her bir insanın annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım hakları ve ödevleri (bu mânâda insan hakları) olacaktır, olmalıdır. Nisâ sûresi de bu hakların ve ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere indirilmiştir: Vesselâm...