
HATIRA ve hayâlden yana
neyim varsa, keçi sürüsünü toplayan bir çoban gibi, hepsini bir araya toplamak
derdindeyim. Vakit tamam! Sütler sağılacak, bin bir renkte çiçeği, otu yedikten
sonra dağların lezzeti damağa dokunacak. Ruhumdaki fırtınalar kalemimin ucundan
estikçe bendeki fırtına onları da saracak.
Mevlâna’nın
ruhundaki cesaretin, cömertliğin, asaletin ve hoşgörünün sindiği bu caddeler
beni bırakmıyor ki başka şehirlerde nefes alayım. Benim ciğerlerim Konya’nın
manevî havasına alışık. Bu yüzden olacak ki, burada bir yerlerde dostlarla
buluşmak, dünyada cenneti yaşamak gibi gelir bana. Yine bir gün Alâeddin tepesinde
bir çay bahçesine oturduk muhabbet ve çay hayâliyle, garson geldi ve iki
kişilik demlik istedik, üç de bardak. Garson şaşırarak dedi ki, “Üçüncü bardağı
getiremem efendim, yasak! İsterseniz beş kişilik demlik alın”. O gün çayımıza hilekârca
bir zehir karıştı şeker yerine, tadıyla içemedik. Hoşgörü şehrinde esnaf
uyanıklığı mıydı bu? Yok, uyanmak böyle bir şey değildi ama!
Pazarlar
hep kendimizi sorgulatmıştır bana. Tezgâh önlerinde iri patatesler, portakallar
gözleri doyururken, her zaman aynı hilenin kurbanı olmuşuzdur. Küçükler arkada
ve altta, iriler önde ve üstte. Bunlar şarap satmıyorlar ama helâlinden
rızıkları tezgâhlarında harama dönüştürüyorlar. “Ölçü ve tartılarında hile
yapanların vay haline!” diyerek ikaz eden Yaratıcı’ya rağmen…
Müslüman
pazarında çürük iman, çürük meyve sattırır işte! Mis gibi kavun karpuz kokusu
beklerken, tezgâhlar hırs kokuyor buruk ve acı. Bir elbiseyi bir yıl bari rengi
atmadan giyebilmek isterken, dikişler bir ay dayanmıyor, neden? Belki sağlam
olmayan, ipler değil de imandır; rengi atan, beyazdan boza dönen kalptir; eksik
malzemeyle çöken, bina değil, ahlâktır...
Bayramları
tatilde su kayağı yaparak geçirirken, kurbandan, şekerden, el öpmeden
vazgeçmişiz. Biz zamanla nelerden vazgeçmişiz böyle? Çocuklar sinir küpü; bütün
ilgiye ve oyuncağa, saatlerce süren eğlenceli bilgisayar oyunlarına rağmen.
Odalarına mahkûm, ana babalarının arabalarıyla aynı değerde birer eşya
çocuklar. Kreş parası ve araç bandrolü aynı kaygıyla çıkıyor cepten. Bütün
bunlara rağmen çocuklarımızın okul arkadaşlarının anneleriyle oturup kalkmak ve
onların köleliğini yapıp yine de mutlu edememek ayrı bir tez konusu. Sonra bu
çocuklar büyüyor, ardından da yolda konuştukları konulara şahit oluyorum.
Birkaç liseli genç, sevgililerini sayıp bir türlü tam rakamı bulamıyorlar.
Sessizce üzülüyorum.
Reklâmlar, mesajlar, dolmuşlar, pazarlar, marketler, caddeler, ekranlar, haberler, velhasıl hangi yöne dönsem mahremiyete saldırı var. Saygısızca, acımasızca insanlığa saldırı var. Güven duygusu içimizde köşeye sıkışmış. Dünya, amacı dışında kullanılıyor, biliyorum. Hayatın bir anlamı var artık, ama dünyanın tadını çıkarmak tek amaç hâline geldi. “Ben de büyüyünce senin gibi bir anne olmak istiyorum” diyen küçücük kızıma bakıyorum, bir de dünyaya… Ve dilim damağım kuruyor. Ruhların kuşatıldığı ve insanlık kalesinin düştüğü böyle bir zamanda doğmanın bedeli çok ağır!
Çocuk sabırsızlığıyla yaklaşınca olaya, ahiret öteleniyor. Sonunda da gözden ve gönülden kaybolup gidiyor. Geriye de ışıltılı dünya nimetlerine kavuşma hırsı kalıyor. “Dünya bir aldanma yeridir” diyor ama Yaratan.
“‘Trafik
ve Bilişim Günahları’ diye bir kitap çıkaracağım!” esprisini her arabaya
binişimde yapmışımdır. O kazalar, o onulmaz yaralar, ölümler içimizde oldu. O
çarpışmalar, o acelecilik, o kayıplar içimizde başladı. İnternete girenler
insanlıktan çıktılar. Sosyal medya sosyal yaralar açıyor. İnternete girilmişse,
etrafta kimsecikler yoksa, her günah mubaha dönüşüveriyor akılda. Beni olayın
şu boyutu ilgilendiriyor: “Bunu başka dinlere mensup biri yapar mı?” Evet,
yapar! Çünkü ahiret kaygısı bizimkine benzemez. Ama Müslüman bir ailede
büyümüş, helâl süt emmiş, besmele ile yemek yemiş biri yapınca insan orada
durup düşünüyor “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” diye.
Bu
cümlelerimin hepsi özeleştiri niteliğinde; çünkü diğerleri ellerinden geleni
artlarına koymayacaklar zaten. Bizim Müslüman olmayanlara karşı duruşumuz çok
önemli. Tebliğimiz ancak örnek tavırla mümkün. Kendi dinimizi özenle hayatımıza
aktarmamızla mümkün. Gelecek olana zaten kucağımız hep açık. Ama kaptırıp
gidersek, onların bilinçsizce açtıkları zevk u sefa kuyularına atlarsak
boğuluruz.
Haberlerde
görmüştüm, Ankara’da balık ekmek dağıtılmıştı ve izdiham olmuştu; kavgalar,
küfürler, ağlayanlar, yaralananlar… Açlık değil bu! Eğer öyleyse, gönül açlığı,
akıl açlığı… Tok gönle bir zeytin tanesi yeter!
Ne
çok saldırıya maruz kaldığımız, maskelerimizin çokluğundan belli. Kapı
aralığına reklâm için sıkıştırılan broşürler, arama motoruna yazdığımız
herhangi bir soruya karşılık çıplak bir görüntü ya da reklâmın yerleşip ekranı
işgal etmesi… Mahremiyet haklarına zulümdür bu. “İmanı kalpte tutmak, avuç
ortasında kor tutmak gibiymiş bu zamanda”, Rahmet Elçisi öyle buyurmuş. Ne
kadar haklı olduğu her gün biraz daha ispatlanıyor.
Çok
kar yağmıştı geçenlerde, yollar daralmıştı ve parkın içinde bir patika
oluşmuştu. Derin bir nefes alarak girdim patikaya. Ne gariptir ki, sonrasında
nefes alamadım. Gelen geçen sigara içip kaygısızca üfledi etrafa. “Atmosferi
haram ettiler!” desem yeridir.
“Elhamdülillah,
Müslümanım” diyenlere bakarım ve bir şeyler ararım nedense. Nurlu bir yüz,
sevgiyle bakan bir çift göz, zarafet, tatlı dil…
Trafikte
kırmızıyı geçip üstüne uzun korna yapan da “Elhamdülillah, Müslümanım” diyor,
yüzüme sigara üfleyen de. Pazarda hormonlu domates satan da, karısını döven,
çocuğuna söven de “Müslümanım” diyor ve şükrediyor. Zina yapan, banka soyan da
Müslümanlıktan vazgeçmiyor. Komşusunun üstünden kirli kovayı boşaltan da
namazını kılıp ondan sonra döküyor. Cennet’i umalım elbette, ama şu ikilik
akıllara zarar!
Hem dünyanın, hem ahiretin bütün rahatlığı aynı kefeye sığmaz, sığarsa denge ve format bozulur. Ahirette ceza ve ödül, dünyada sorular var. İman edenler bunu kabullenmeden teslim olamazlar.
Neden
irtidat?
Canımın en çok yandığı nokta sizce ne oldu? Bir
zamanlar namaz vakti girdiğinde, “Birine söz vermemiş miydin?” diye kibarca
hatırlatan bir dostum vardı. Şimdi o yok. O kalbin içine yabancı duygular
doldu, ayrılığın en çetinini koydu aramıza. Yüce Dinini bıraktı, o artık mümin
değil, Müslüman değil. Aydınlıktan karanlıklara ne zaman daldı, hiç bilmiyorum.
Aylarca sorgulamış her şeyi ve inananları seyretmiş. Müslümanlarda nezaket
aramış, doğruluk aramış, tok gözlülük aramış, şefkat ve güven aramış ama bulamamış.
Öyle diyor kendisi. İslâm’da “dört evlilik” konusu, şahitlikte “iki kadının bir
erkeğe denkliği” konusu, kısas, cariyelik, kölelik gibi konular da işin içine
girince kalbi rota değiştirmiş. O kadar netti ki, hiçbir cümle fayda etmedi,
kanım dondu ve ruhum üşüdü onu dinledikçe.
“Tamam!”
diyorum, kendince aradı gerçeği, ama nasıl oldu da güzel örneklere
rastlayamadı? Mehmet Akif’i illâ yâd ederim -bir yazımda olmasa ötekinde
mutlaka-, “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;/ Kaç hakikî
Müslüman gördümse hep makberdedir./ Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir”
dizeleri sürükledi yine peşinden. Yok muydu etrafında nur yüzlü bir hakikî
Müslüman?
İman
gibi bir lezzetten nasıl vazgeçilir, aydınlıktan karanlığa nasıl dalınır? Kanatlarım
oluverseydi, uçuverseydim, kalplerin içinde neler var, görüverseydim…
Tertemiz
sokaklar aradım hep; elinde tespihiyle, bembeyaz dantelli namaz örtüsüyle
gülümseyen nineler, dedesinin elinden tutup camiye giderken kelebekler gibi
koşturan çocuklar aradım. “Anneciğim!” diyen gül yüzlü gelinler, “Evlâdım!” diyen
kaynanalar… Güven, dünyanın yitik hazinesi şimdi. Onsuz hiçbir şey güzel
olmayacak.
“Mina
Urgan” isimli bir yazardan bahsetmek istiyorum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde profesördü. Ateist bir yazardı kendisi. Eserlerini okudum. Bir
haber programına konuk olmuştu. Sözleri hâlâ aklımdan çıkmaz: “Tanrı adilse,
neden çocuklar savaşlarda ölüyor? Eğer adil davranmıyorsa, o benim tanrım
olamaz!”
Orada bir ayrıntı dikkatimi çekti, “İnanmamak değil bu, isyan!” dedim. Çünkü imtihan mantığı ve ilk sebebi kabullenememişti. “Bu sözler küskünlüğün ve başkaldırının işareti” diye düşündüm. Hani “Her şey tesadüfen oluvermiş” derler ya bazıları, en azından öyle bir şey demedi şükür. Sonuçta bu da insanın denenmesi aşamasındaki sarp geçitlerden biri. Geçen var, geçemeyen var. Denenmeyi kabul etmek demek, zaten dünyaya gerçek anlamını yüklemek demek.
Ahiret
öteleniyor
Şimdi
ne hikmetse bilmem, ama aklıma geldi. “Domuzdan bir kıl koparsam kârdır” derler
ya, işte öyle bir hırsla menfaat sağlıyoruz dünyadan. Allah, dünyayı
isteyenlere dünyayı veriyor zaten, ahireti umanlarsa birazcık bekleyecekler.
Sonu selâmet olan sabır da bu olmalı. “Alamadım muradımı dünyada, onulmaz bu
yüreğimin yarası” türküsü gibi, daha ne türküler yakılmış bunun üzerine. “İnsanoğlu
zaten pek acelecidir” ayetinde tam tarifimiz sunulmuş aslında. Bizler her ne
kadar iman etsek de somut ve şu an yaşadığımız hayat, daha kârlı ve çekici
geliyor. Sıra ahirete ve Cennet’e gelene kadar çok zaman geçecek; her şey o
kadar uzak ki…
Evet,
çocuk sabırsızlığıyla yaklaşınca olaya, ahiret öteleniyor. Sonunda da gözden ve
gönülden kaybolup gidiyor. Geriye de ışıltılı dünya nimetlerine kavuşma hırsı
kalıyor. “Dünya bir aldanma yeridir” diyor ama Yaratan.
“Olsun,
bile bile lades olsun!” diyor, “Gönlüyle gelmeyeni gönülsüz de alırım. Helâlim
olmayanı haramsa da alırım!” mantığına bürünüyor insanoğlu. Aslında sırat-ı
müstakim çizgisi burada kayboluyor.
“Allah’ım,
doğru yola ilet, sapmışların yoluna iletme!” yakarışları ve Fatiha’nın altın
anahtarı burada elimizden düşüyor ve sonsuz bir labirentte, kendi içimizde
kayıplara karışıyoruz. Orada şahsiyet kalmıyor, insanlık tükeniyor. Baba içki
içip eve gelebiliyor, kumar oynayabiliyor, anne bir başkasıyla anlaşıp evi terk
edebiliyor. Çocuklar bunları görüyor anadan atadan. “Bugün dünyada yaşayan
Müslümanlar ne kadar karışık duygular içinde bu kimliği taşıyorlar?” diye
düşününce, “Durulanmaya ne kadar muhtacız!” diyorum.
Müslümanda
olması gereken bir tavrı onda değil de bir gayrimüslimde görünce garip hissediyorum
kendimi. Birkaç yıl oluyor, haberlerde izlemiştim, yabancı ülkelerden birinde,
yirmi beş yaşında bekâr bir genç adam, beş tane kimsesiz çocuğu sahiplenmiş ve
kendi çocukları gibi bakıyordu. Hatta biri zihinsel özürlüydü çocukların. Bir
ve beş yaş arası çocuklara babalığı bırakın, annelik yapıyordu. Sorulduğu zaman
çok mutlu ve huzurlu olduğunu, onları çocukları gibi hissettiğini ve özenle
baktığını belirtmişti.
Yakın
zamanda da yine bir gayrimüslim hikâyesi izledim. Genç kadın kanser oluyor ve
üç çocuğunu en yakın arkadaşına bırakıyordu. Üç de kendisinin varken, altı
çocuğun bakımını üstleniyor arkadaşı ve onları kendi çocuklarıyla bir
tutuyordu. Aslında çok da şaşırmadım; bu, Allah’ın rahmetinin tecellisiydi. Ama
aklımda kalacak kadar değeri vardı. İsterdim ki, nerede bir mümin var, orada
muhteşem bir hayat hikâyesi var olsun. Çok güzel örnekler de yaşandığını
biliyorum ve Allah’tan ümit kesmiyorum.
Dünyanın
formatı “imtihan”
Sadece
“İman ettik” demek yetmiyor. Bakara Suresi 155. ayette, “Biraz mallarınızdan,
biraz canlarınızdan, biraz evlâtlarınızdan denenmedikçe Cennet’e gireceğinizi
mi sandınız?” şeklinde sorulan bu can alıcı ve mantıklı soru kime sorulmuş ola
ki? Müminlere elbette! Kuru kuruya dilde çürüyecek pasif bir duygu değil ki
iman. İyi, hoş; insana bir zarar dokununca isyan etsin, bas bas bağırsın,
rahata erdiği anda da “Bunu kendi çabamla başardım” desin ve şükrü unutsun.
Allah (cc), Yûnus Suresi’nin 22. ayetinde bir güzel örneklendirmiş ki bu
konuyu: “Denizdeyken fırtınada boğulmaktan korkunca iyiliğe karar verirsiniz,
sonra karaya ayak basınca aynı şımarıklığa devam edersiniz; karayı yerle bir etmeyeceğimden
nasıl emin oluyorsunuz? Yahut yeniden sizi denize yönlendirince bir sonraki
seferde başınıza geleceklerden nasıl emin olabiliyorsunuz?”
Ben
bu ayetle göz göze gelince, ilk fırsatta Allah’ı görmezden gelme eğilimimiz
aklıma geldi. Yaratıcı’nın gücünü yok sayıp kendi gücümüzü ön plânda tutarak
kendi sığınaklarımıza sığınıyoruz.
Bir
Mesnevî hikâyesi düştü gönlüme, hadi anlatıvereyim şuracıkta!
Bir
vakitler Kazvinli bir adam varmış, sırtına dövme yaptırmak istermiş. Gitmiş
dövmeciye, “Ben şöyle heybetli bir aslan dövmesi istiyorum sırtıma” demiş. Dövmeci
başlamış dövmeyi yapmaya. Adam can havliyle sıçramış ve bağırarak, “Yandım
Allah! Bu aslanın neresi şimdi?” diye sormuş. Dövmeci, “Kuyruğunu yapıyorum”
demiş. Bizim Kazvinli, “Kalsın kalsın! Kuyruksuz oluversin, sen devam et hele!”
demiş. Dövmeci şaşırarak, “İyi, öyle olsun!” deyip tekrar kızgın iğneyi
batırmış. Adam yine bir çığlık koparmış, “Yahu bu neresi?” diye sormuş.
“Yelesidir efendim!” diye cevap vermiş dövmeci. “Aman aman, yelesiz oluversin
aslan!” demiş Kazvinli. Bu sefer dövmeci kızmış: “Hem aslan istiyorsun, hem
yelesiz ve kuyruksuz olsun istiyorsun. Böyle aslan mı olur? Git efendi, ne
istediğine iyice bir karar ver ve dayanacaksan gel!” deyip Kazvinliyi göndermiş.
Kazvinli misâliyiz, “Müslüman olalım, dünya da bizim olsun, ahiret de! Sorgu olmasın, sual olmasın, şöyle olsun, böyle olmasın” diyoruz. Hâlbuki kaderden razı olmak, razı olunmaya sebeptir.
Müslümanları psikolojik ve sosyolojik olarak değerlendiriyorum kendimce. Bana göre diğer adı “huzur ve mutluluk” olan İslâm’ı terk edenlerin, bunu neden yaptıklarını anlamak çok önemli.
Ata
dininden vazgeçerken…
Yapayalnız
zamanlarımda gönlüme bir çay demlerim, ederiz iki kişi. Sonra ben söylerim o
dinler, o söyler ben dinlerim. Birkaç gün geçmişti aradan; bu, öteki demlikten
geriye kalanlar… Şu andan sonra yazdıklarımda başka bir günün yeniliği ve
farklılığı vardır belki de.
İnsanın
üzerinde aile ve toplumun kurduğu baskı ilk sıralarda yerini alıyor. Bu yüzden
ailesinin ve yaşadığı toplumun inandığı dini bırakıp yeni bir dine inanması çok
daha zorlaşıyor. Bütün peygamberler bozulmuş olan bir dini değiştirmek ve
insanları tekrar fabrika ayarlarına getirmek için gelmişlerdir. Ama kaynak hep
aynıdır, hep tek ve aynı İlâhtır, Allah’tır.
Yeni
dinin önemini teknolojiyle bağdaştırmak istiyorum. Bilgisayarın, ilk icat
edildiği zamanda çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. J. Babac, bir oda
büyüklüğünde yapmış ilk bilgisayarı. Hadi tutun da şimdi onu kullanın! O dönem
için akıl almaz bir yenilikken, şimdi 6 aylık bebeğin elinde telefon var.
Geriye dönüş, ileriyi gördükten sonra zordur, hatta imkânsız. Hıristiyanın
Yahudiliğe direnmesi çok normal, çünkü Hz. Musa daha önce geldi. Ama onun
getirdiği kurallar çiğnendi. Sonra Allah yeni bir peygamber gönderdi. Bu sefer
de Museviler Hz. İsa’yı reddettiler, çünkü yeniyi kabullenmek ve ata dinini
bırakmak zordu. Derken zaman geçti, bu defa Hıristiyanlık bozuldu. Yeni din hep
gelmişti o güne kadar, ama artık Hz. Muhammed sonu temsil ediyordu. Ne var ki,
Hıristiyanlar İslâm’ı benimseyemediler.
Toplumsal
alışkanlıkları terk etmek, tek başına bir alışkanlığı terk etmekten çok daha
zordu. İslâm dinini getiren bu Son Peygamber de nasibini aldı. Taşladılar,
yalanladılar, büyücü, sihirbaz, deli ilan ettiler, en sonunda öldürme plânı yaptılar.
Yine de doğruluk, nezaket ve şefkat temelleri üzerine bina edilen yepyeni bir
din boy gösterdi. “Yepyeni” derken, aynı kaynaktan gelen ve aynı çizgi üzerinde
gelişen yasalardı bunlar. Madem sondu, kıyamete kadar sorulacak her sorunun
cevabı da O’nda olmalıydı. Ve öyle de oldu zaten. Bütün bunlara rağmen
Museviler Musa’ya, İseviler İsa’ya inanmaya devam ettiler. “Hangisine göre
yaşamalı?” diye düşününce, kronolojik sırada İslâm dini, modern olarak ilk
sırada yerini alıyor. Bugün ilk tasarım zamanlarındaki bilgisayarı hiç kimse
kullanmaz, eminim. Öyle ki, çılgınca en yeninin peşinden koşturuyorlar. Mantığıma
göre sonuncunun kabul hakkı doğuyor, tıpkı İslâm gibi.
Bazen
düşünüyorum “Tek tanrı inancı bu kadar mantıklı iken, çok tanrıcılık nasıl
ortaya çıktı?” diye. Her peygamberin kendi ümmeti için en hassas olduğu konu
tek tanrı idi. Neden acaba hep çoğa doğru bir sapma oldu? Bu da benim merak
ettiğim bir soru olarak aklımda hep kalacak!
Şirk, yani ortak tanrıya inanmak en büyük günahtır bizde. Madem en büyük günah kapsamına girdi, öyleyse insana ait bir hata ve sapma. İnsanın elinde olmadan yaptığı hiçbir şeyin günahı da yoktur. Günahsa, bile bile yapmıştır. Ben bu tezimden şu sonuca ulaşıyorum: Akıl, Tek İlâha götürebilecek güçte donatılmış. Bu tezimi Kur’an’da, Hz. İbrahim’in, Nemrut’un zulmünden dolayı dağda doğup büyürken Allah’ı bulma hikâyesiyle destekleyebilirim. Çünkü Kur’an’ı en güçlü delilim olarak kabul ediyorum. “Arayan Mevlâ’sını bulurmuş” ya, Hz. İbrahim aramış, bulmuş. Buradan hareketle, bugünün Yahudi ve Hıristiyanları her türlü bilgiye ulaşabilecekleri bir ortamda iken, artık ne denir? Ya nasip!
Tabiî
bütün bunları söylerken, “İnsan ne kadar tarafsız bakabilir kendi kararlarına?”
diye de soruyorum kendime. “İnsan kendini güzel bulmasa, taştan kayadan atarmış
kendini” derdi annem. Böyle mutludurlar belki de, benim kayboluş olarak
gördüğüm şeyin farkında bile değillerdir.
Müslüman
ana babanın çocuğu olmak başlı başına bir hamd sebebi bana göre. Ya Mecusi, ya
putperest bir ailede yetişseydim? Bu kadar kolay mı olacaktı her şey? Ben
vahyin kemâle erdiği bir zamanda, onun olgun meyvelerini tadıyorum. Bir nehri
tersine akıtmak gibi zor yenilikleri kendine kabullendirmek. Dünya tarihini
koca bir yapboz oyununa benzetiyorum da, “Hangi parçalar kaldı eklenecek, dünya
hangi olaylara sahne olacak?” diye merak ediyorum. Garip başladı ve başladığı
gibi garip kalacak İslâm. Bu, kıyamet öncesi bir gayb haber olarak söylenmiş Peygamber
(sav) tarafından. Yaşadığım bu döneme bakınca, “Bu hadisin neresindeyiz?” diye
soruyorum. Zira o kadar özeleştiri yaptım ki, hiçbiri pek de iç açıcı değildi.
Peygamber
Efendimiz bir gün çarşı pazarı denetlemek üzere çıkmış. Pazar esnafından biri,
tartıda ağır bassın diye buğdayını ıslatmış. Bu durumu fark edince
Peygamberimiz (sav), “Aldatan bizden değildir” buyurmuş. Tabiî orada, “Sen
Müslümanlıktan çıktın” mânâsından çok, iyi niyetle bakınca şunu anlıyorum: “Bu,
Müslüman tavrı ve tarzı dışında kalan bir davranış!”
Aldatma
buğdayla kalmıyor bu arada, her türlü aldatma bu kapsama giriyor. Müslümanları
bu hadîs gereğince mercek altına alıyorum ki sonuç vahim! Buğday ıslatanlar ve
çok daha fazlasını yapanlar…
“Şüphesiz
müminler kardeştir” ayeti bir hüküm. “İman etmedikçe Cennet’e giremez, birbirinizi
sevmedikçe de tam iman etmiş sayılmazsınız!” hadîsi de bu ayeti tamamlayan bir
hüküm. Ayetle hadîsin, el ele tutuşup giderlerken beni de peşlerinden
çağırdıklarını hissediyorum. Bu, “sırat-ı müstakim” denilen yol, gitmem gereken
yol, biliyorum. İmanın ölçütünün insan sevgisi olması da ayrıca hayranlık
sebebi olmaya yeter!
İslâm
ve fıtrat
Aklım
ve kalemim arasındaki o bağlantı sürecinde “İslâm” ve “fıtrat” kelimeleriyle
biraz vakit geçirmek istiyorum. Fıtrat, “yaratılış” demek; İslâm da “teslim
olmak” anlamına geliyor. Yaratılışa teslim olmak, Her Şeyi Yaratma Gücü Olana
teslim olmak... Madem kurgumuz O’na ait, “Her şeyi o biliyor” diyebilmek…
Kurallar koymuşsa, bize göre oluşuna inanabilmek… Kendi egondan feragat ederek
hükümranlığı O’na bırakmak ve varoluş sebebine ayak uydurmak. Önce kendine
yakışan dans figürünü yapıp, sonra da O’ndan gelecek figürü beklemek. Kader
labirentinde çıkmaz bir yola girdiğinde tekmeler, yumruklar, gözyaşları,
kahırlar, küfürler ve küsmeler yerine, “Vardır bir hayır!” deyip yön
değiştirebilmek… En önemlisi de, emirlerin ve yasakların kendi yararına
olduğunu ve yaratılışına uygunluğunu fark edebilmek!
Anlıyorum
ki dinimiz, yaratılışımızdaki doğallığa saygıyı savunuyor. Bütün ilâhî dinler
büyük resmi tamamlayan yapboz parçaları gibiydi. Âdem’e, Davud’a, Süleyman’a,
Yakub’a, Yûsuf’a, Musa’ya, İsa’ya gelenlerle Muhammed’e gelenler hep aynı resmi
tamamlamaya yönelikti. Ve bin 385 yıl önce bu yapboz tamamlandı.
Yûnus Suresi 99. ayette Allah, “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi” buyurmuş ya, bu ayeti insan aklıyla mutlak akıl arasındaki göbek bağının kesildiği yer olarak görüyorum. Erzurumlu İbrahim Hakkı, yüzyılların ötesinden eseriyle sanki bana cevap veriyor: “Deme ‘Şu niçin şöyle?’!/ ‘Yerincedir ol öyle!/ Bak, sonunu seyreyle!/ Mevlâ görelim neyler,/ Neylerse, güzel eyler.”
Müslüman ana babanın çocuğu olmak başlı başına bir hamd sebebi bana göre. Ya Mecusi, ya putperest bir ailede yetişseydim? Bu kadar kolay mı olacaktı her şey?
Bırakıverseler,
“Neden, niçin?” diye sorularım var. “Neden herkes inanmadı madem O sonsuz
rahmet sahibiydi de?” diyor akıl. “Kötülük neden var, cehennem neden var?” Bu
sorular insanı karadelikte yutuverecek kadar tehlikeli olsa da, iman ve
teslimiyet, en kördüğüm noktasında insanı o karadeliğe düşmekten kurtarıyor.
En
büyük resmi görmek O’na mahsus, biz ancak kendimize tahsis edilen aklı
kullanarak fikirler buluruz. Ama ötesi iman yolculuğudur. Akıl her şeyi
çözseydi imana gerek kalmazdı, Cennet’e de gerek kalmazdı, dünyaya da, imtihana
da. Sahip olduğumuz her şeyin kendine özgü gücü var. Görmek bir güç meselâ ya
da duymak, yürümek… Ellerin gücü var, aklın gücü var, duyguların her biri güç, hayâl
bir güç meselâ. Ama nasıl ki gözün bir duvarın ardını görmemesini anlayışla
karşılıyoruz, kulağın sınırı olduğunu biliyoruz, akıl da kendi hâddini
bilecektir. Ve erişemediği yerde hayatın ve gerçekliğin devam ettiğini bilektir
en azından. Bu da aklın bize son görevi ve vefası olsun, değil mi?
İslâm’ın
vitrinindeyiz
Benzetmek,
bir şeyin çok iyi anlaşıldığına da işarettir. Bu sözden destekle bir mağaza
benzetmesi yapmak istiyorum.
Vitrin,
insanı kolay kolay şaşırtmaz; çünkü vitrinde gördüğünüz şeyler, mağazanın
içinde mevcuttur. Renkler ve tasarımlar hakkında âdeta konuşurlar ve mağazanın
içini temsil ederler. Bizler Kur’an’ın ve sünnetin vitriniyiz. Benim bir alaycı
gülüşüm, dinimle hatırlanır. Sarımsak yiyerek camiye gidişim, yere attığım çöp,
fırçalanmamış dişim, küfrüm, dedikodum yahut özenli giyinişim, gülümseyişim,
doğruluğum, sinsiliğim yahut cömertliğim, merhametim ya da kinim, acı sözüm,
tatlı dilim, ne yaptığım ve yapmadığım, yolda yürüyüşüm, evde oturuşum, yemek
yiyişim ve su içişim, her gözün merceği altında büyür, devleşir her şeyim. Ve
dinimle anılırım. Yiğit, namıyla anılırmış ya…
Kendimden
yola çıkmayı çok seviyorum. En azından dönsem bile kendime dönerim.
Müslümanları psikolojik ve sosyolojik olarak değerlendiriyorum kendimce. Bana
göre diğer adı “huzur ve mutluluk” olan İslâm’ı terk edenlerin, bunu neden
yaptıklarını anlamak çok önemli. Bir gönül, fıtrat dinini neden elinin tersiyle
itebilir? Bu gerçekten zumlanarak incelenmesi gereken bir konu. Bir gayrimüslimin
neden İslâm’ı seçtiğini dinlemek de bir o kadar muhteşem bir araştırma konusu.
Alman
bir hanımefendinin İslâm’ı seçme serüvenini izlemiştim televizyonda. Allah’ı
seviyormuş ve her hafta sonu kiliseye gidiyormuş. Ama yıllarca dinmeyen bir
susuzluk gibi haftada bir kiliseye gitmek ona yetmemiş. “Hem bu denli sevgi ve
özlem duygusu yaşıyorum, hem de sık buluşamıyorum. Bu nasıl iştir böyle?” diye
üzülüyormuş. Bir gün gittiği bir kütüphanede, öylesine kitaplara bakarken,
namazı anlatan bir kitaba denk gelmiş. Ve okudukça, “Aman Allah’ım! Demek ki
sen kullarınla günde beş vakit buluşmak isteyen birisin. Peki, bizde niye böyle
bir ibadet yok, niye sadece haftada bir kilise var? Hâlbuki ben Seninle bağımı
bir an bile koparmak istemiyorum” demiş, o gün Müslüman olmuş.
Dünya
starlarından Cat Stevens, yeni adıyla Yusuf İslâm, Müslüman olma serüvenini
anlatırken bir detay o kadar dikkatimi çekti ki derinden sarsıldım: “Eğer
Müslümanlara bakarak karar verecek olsaydım asla Müslüman olmazdım! Ben Yüce Dinimi
kaynağından araştırarak öğrendim!”
Biraz
önce vitrin örneği vermiştim. “Dinimi önüme gelene nasıl anlatayım?” kaygısından
çok, “Kendi kontrolümü nasıl sağlarım, nasıl güzel yaşarım?” kaygısına düşerse
insan, en iyi model ve vitrin olmayı o zaman başarır. Atalarımız bu konuya da
hemen bir gönderme yapmışlar zaten “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!” diyerek.
Atasözlerinin, yerlerini bulunca kuruluverip oturmalarına bayılıyorum!
Zaten
ister Müslüman olsun, ister olmasın, bir insan tek tanrı inancına sahipse O’nu
temsil ettiğini bilmelidir. Mutlak akılda tasarlandığımız, yaratılma kararına
bağlandığımızda Allah meleklere bir meclis kurmuş (basın toplantısı gibi) ve
son dakika haberini vermiş: “Yeryüzünde bir halife yaratacağım, adı ‘insan’.
İşte o Beni temsil edecek. Evet, siz kayıtsız şartsız itaatkârsınız, ama o asi
de olabilecek, itaatkâr da. Onun soruları olacak, isyanları ve dik başlılığı.
Ama onun imanı çok değerli olacak.”
“Eyvah! Benden çok sevilecek biri mi olacak?” deyip kıskanınca Haris, kader gereği adı “Şeytan” olup makamına geçmiş. Ve kıyamete kadar görev süresi de devam edecekmiş. Bu bilgilerimi zihnimde tazelerken yola hangi sebeple çıktığımızı bir kere daha iliklerime kadar hissettim.
Modern
zamanların müminlerine davetiye
Konforlu
evlerimizin ve lüks arabalarımızın kredi taksitleri, koltuklarımız, beyaz
eşyalarımız, halılarımız ve kıyafetlerimiz için uğraştığımız o günler,
televizyon ve bilgisayara vakfettiğimiz o gözler, boş camilerimiz, raftan
inmeyen Kutsal Kitabımız, kariyer telaşlarımız, işte bütün bunlar gözlerimin
önünden geçiverdiler. Bu nedir acaba, yani yaptığımız bu şeyler, tamamen teslim
olamamak mı, tam inanamamak ya da bile bile dünya tercihi mi? Ne bileyim,
Allah’ın rahmetine fazlaca sığınıp gazabını göz ardı ederek şımarmak mı? Hayat
çekici, her zahmete rağmen; nefis daima istemekten vazgeçmiyor, şeytan kandırma
peşinde… Bizde de bu unutkanlık varken, Müslümanlık o kadar da kolay olmuyor.
En çok unuttuğumuz şey de kul oluşumuz ve “Galu: Belâ”da Allah’a verdiğimiz
söz.
Bazı
zamanlar gözümde canlanan bir manzarayı burada da cümlelerle göstermeliyim.
Dünyayı Allah’ın hızla fırlattığı bir bumerang gibi görüyorum. O kadar büyük
bir sevgiyle fırlatmış ki, o fırlatışa uyum sağlayanlar aynı kucağa geri
dönüyorlar. Sanki şunları söylüyor gibi Yaratıcı: “Sizin için yarattığım dünyada
denenip dönün Bana! Her kalp, sevgisi kadar mücadele versin, sonunda dönün
Bana! Ya da uzaklaşın, siz bilirsiniz! Ama ister istemez dönüş ancak Bana’dır.
Sakın küsmeyin Bana, neyle denersem denerim. Daha çok sarılın o zaman Bana!
Sizinle göz göze de tanışma zamanı gelecek, ama sadece Benimle görüşmeyi hak ederek
dönün Bana!”
İnsan,
kendinden nereye kaçabilir ve Allah’tan başka neyle, kimle tamamlanır, nasıl
mutlu olur ki?
Kıyamet
Suresi’nin 36. ayetinde bir soru var. Muhteşem bir soru! “İnsanoğlu başıboş
bırakılacağını mı zannediyor?”
Hani
felsefecilerin Mimar Tanrı modeli var ya, birden onu düşündüm ve gülümsedim.
Yaratıp, iki kolunu bağlayıp, kenarda oturan ve olup biteni seyreden bir tanrı…
Komik gibiydi ilk anda, ama şöyle hayatımıza bir göz gezdirince, “Biz de mi
böyle düşünüyoruz toplum olarak?” diye takıldı aklıma. Her an gördüğünü dikkate
alsaydık, bu kadar hata yapmazdık, değil mi?
Dünyanın
doğası gereği bir özelliği de aldanma yeri olması ile görkemi ve yanıltıcı
güzelliğe sahip olması. Ama ben büyük resmi arıyorum, yapbozdaki yerimi de tabiî.
İnsan çekirdeği etrafında bir kâinat modeli, mantığımı doyuruyor. Bir yiyeceğin
ağızda terfi etmesi ve kana dönüştükten sonra canlanıp insanlaşması, her şeyin
insana göre tasarlandığını zaten gösteriyor. Işığın göz için yaratıldığı belli.
Ama insan kendi sebebini sorduğu zaman net cevabı bulamıyor. Herkes kendi
bulduğu cevap ölçüsünde bir şeyler yaşayıp ölüyor.
İnsan,
kendisine bitki ya da hayvan ismi yakıştırılınca hakaret ve küfür sayar,
haklıdır da. Çünkü o insan. Yemeğin tuzu eksik olunca fark eder, elbisesinin
kolu kasıyorsa fark eder, renkler uymuyorsa fark eder. Öleceğini bilerek
yaşayan tek canlı olan insan, incinir, düşünür, sevinir. Onuru hep onunladır,
çünkü içinde taşır. Bir sabah uyanıp da “Ben insan değil miyim acaba?” diye
sormaz. Tıpkı öylece her uyanışında “Ben Müslümandım, bugün de Müslüman
olacağım ve teslim olmanın gerektirdiği ne varsa yapacağım” diyebilmeli. Ve
aynada gözlerine bakıp “Siz, ikiniz! Bir Müslümana aitsiniz, öyle fütursuzca
her şeye bakamazsınız! Başka birinin bedeni Müslümana ait değildir belki ve
çıplak da olabilir, ama siz Müslüman gözüsünüz” diyebilmeli. Bir çift el ve bir
çift ayak ne yaptığını ve nereye gittiğini bilmeli. Herkesin gittiği yere öyle
başıboş gidemez. Onların varacağı bir hedef var. Dosdoğru gidecekleri bir yol
var. Diline söylemeli insan: “Küfür yok sana, acı söz yok, kırıcı söz yok!
Ümüğünde yoğurmadan konuşmak yok!”
“Pınar
baştan bulanır” derler. O pınar kalp olunca, her iş bulanır. İlginçtir, kalpte
olup biteni görmek yerine tavra bakarız. Allah’ın bakmaya yöneldiği yer ise
kalptir. Sadece tavra yönelik eleştiriler hep eksik ve haksız olurlar. Çünkü
“Ameller niyetlere göredir”. Bu söz de yine Hz. Muhammed sözü olarak buraya çok
yakıştı. Yapılan davranış iyi görünür ama niyet kötüdür, davranışa takılı
kalınca niyetin peşinden kötü bir yere sürüklenebilir insan. Bazen de davranış
kötü görünür, niyet ve amaç güzeldir ama direnir ve tepki gösterir insan.
Kalbin nereye yönelik attığını gözlemlemek daha akıllıca bu durumda.
Türbeler altında yatan evliyaullah sadece bildikleriyle o makamlara gelmediler. Onlar bildiklerini yaşayanlardı; hem de en ince detayına kadar. Onlar, kendileriyle hesapları çok çetin olanlardı. Onlar, imanı sabra bağlayabilenlerdi. Onlar, gönül incitmemek için çırpınan insanlardı. Az yediler, az uyudular, az konuştular. Çok düşündüler, çok inandılar, çok sabrettiler. Ama daha da önemlisi, “çok şükrettiler”! Bilmek yetiverseydi zaten, bütün âlimler evliya olurlardı. Aslında ilim, aynı zamanda zorlu bir imtihan sorusudur da. Bilmek vebâldir, borçlandırır insanı. Borç ise ödemeyi gerekli kılar.
Portalda
ne var?
Birkaç
saat arayla şimdi tekrar kalem elimde. Saate bakmadım, epey geç oldu. Koca bir
gün ardımda kaldı. Güneş kim bilir, nerelerde doğma derdine düştü? Ben klavyenin
tuşlarını hâlâ romantik bulamıyorum. Bu yüzden kalemle yazıyorum önce ve onun,
parmaklarımın arasındaki feryadını, neşesini seyretmek istiyorum. Gönlümde
olanları, aklımdan geçenleri bir keçi sürüsüne benzetmiştim ya, keçiler hep
sağa sola kaçıp dağ taş tırmanmak istediler; onları bir arada tutmanın zafer
kupasını havaya kaldırıyorum. “Fena bir çoban sayılmam” diyerek bir yandan da
gecenin feyzi akar diye kalemime bakıyorum. Son vuruşu nasıl yapacağını da hiç
bilmiyorum. Az önce namaz mı kıldım, cümle mi kurdum, belli değildi. “İslâm’ın
ana portelinde ne var acaba?” diye kafa yordum. Vallahi nezaket, billahi
nezaket! İman etmiş birinin dilinde ilk aradığım “doğru ve tatlı söz”! Yüzünde
aradığım bir sıcak tebessüm, gözünde aradığım sonsuz bir ümit, kalbinde
aradığım ise yalnızca Allah! Çünkü müminin kalbinde başka duyguya yer kalmış
olamaz.
Cam
fenerlerle dolu kocaman bir bahçede, elindeki sopayı sağa sola savuran birini
düşünün. Fenerleri kırdıkça ışıklar birer birer sönüyor. İman neşesi tatmamış
birinin gönülleri kırması da tıpkı öyledir işte! Kırılan her kalbin sahibinin
gözlerindeki parıltı da birer birer sönüp gider. Allah’ı en çok da insan
hatırlatır, zira o bir şaheserdir. Onun kalbinde zerre kadar da olsa Allah’a
ait bir sevgi varsa, o kalp hürmete layıktır. Bakarsın kılıksız bir dilenci,
bakarsın gariban bir yetim, bakarsın çok zengin, bakarsın uçuk kaçık bir
serseri, bakarsın aklını, bakarsın servetini. Belki küçük bir çocuk, belki iki
büklüm ihtiyar, belki zinadan dönüyor biri yahut belki de meyhaneden, belki
camiden. Hepsinde ortak olan dev bir ayrıntı var: Hepsi “insan”! Hepsinin
kalbinde Allah var! Değilse bile, olma ihtimâli var. O mabet yıkılamaz.
Gönül
sırça saraydır, kırıldığı zaman aynısı yapılamaz. İşte tam da bu yüzden “mümin”
denince aklıma önce “nezaket” gelir! Müminin kapısıdır nezaket, gelen o kapıdan
girer. “Kaba olsaydın, katı olsaydın ey Muhammed, etrafında kimse kalmazdı!” diye
buyuruyor Allah. Çekicilik bu noktada başlıyorsa, iticilik de aynı noktada
başlıyor demektir.
Biz
gül olalım da “Dikeni var” desinler. Biz dosdoğru olalım da “Yalanı var”
desinler. Biz güzel olalım da varsınlar, görmesinler. Söz verince tutalım da
varsınlar, bilmesinler. Biz aydınlık olalım, merhamet olalım, tertemiz olalım,
biz sabır ve sadakat olalım, kim yolunu kaybetmişse rehber olalım. Biz iman
sevinci ve ümit olalım. Biz âşık, biz güzele sevdalı ve biz kardeş olalım.
Kimse inanmasa bile, biz inanmış olalım!