Misyoner Ussher’in gözlüğü

İlginçtir, Van’da görev yapan ve bütün bu vahşete şahitlik eden Amerikalı misyoner Dr. Clarence D. Ussher, hazırladığı raporda, Van’da 55 bin Müslüman’ın değil, 55 bin Ermeni’nin katledildiğini yazacaktır. Oysa Ussher’in yazdığı hatıratının birçok yerinde, Van’da yaşayan Ermeni sayısının 33 bin civarında olduğu geçmektedir.

“Yalan içermeyen tarih kitapları son derece sıkıcıdır.” (Anatole France)

***

PEK Muhterem Kari,

Cama ilkbaharın son yağmur damlaları ve sokak lâmbasının loş ışıkları vururken işte yeniden başlıyordum ve işte yeniden Efrasiyab’ın çizimlerinin başına oturmuştum. Beynimde Türk Ocağı’ndaki çaydaşımın kelimeleri uçuşuyor, kafatasımın içerisinde yankı yapa yapa büyüyordu âdeta.

Ben de seni bekliyordum Kahraman Bey. Efrasiyab’ın selâmı var.

Neyi aradığını bilmiyor musun hâlâ?

Efrasiyab, sadece sefinenin yapılmasını murad etseydi çizimleri neden sana versindi!

Sen bana ‘Lagari’ de…

Lagari… Efrasiyab’dan sonra şimdi de Lagari… Harika! Bu labirentten, bu serencamdan bir çıkış olmalıydı muhakkak.

Çizimler arasında çizimlerden başka bir şey göremiyordum. Kasnaklar, mekanik parçalar, dişliler, çarklar, -sonradan modifiye etmiş olsam da- güherçile ile çalışan motor, ateşleme mekanizması, pusulalar, kenarda baş aşağı duran bir harita, usturlaplar, trigonometrik hesaplar, nişangâh tarifleri, zebercet halkalar… Hepsi bunlardan ibaret elimdeki çizimin.

Elimdeki çizimi dört tarafından ayrı ayrı inceledim, evirdim, çevirdim, hatta ışığa tutup görünmez yazılar aradım, çizimin arkasını kontrol ettim… Filmlerden gördüğüm numaralara başvurdum; pamuğa süt ve limon suyu döküp çizimin boş noktalarına dokundum, gizlenmiş mesajları aradım… Hayır, hiçbir şey yok. Çizimde başka ne görmem gerektiğine dair bir fikrim de yok üstelik. Ve hatta gizli bir mesaj bulsam ne yapacağıma dair bir fikrim de yok.

Ne aradığımı dahi bilmeyerek kaç gecem böyle geçti bilmiyorum.

Yine bir gece çizimin başında uyuyakalmak üzereyken, başımı masaya koyduğum kollarıma dayamışken ve dahi gözlerim yorgunluktan ve ümitsizlikten kapanma arefesinde iken çizimin kenarını boydan boya dönen çizginin bir bütün olarak ilerlemediğini fark ettim.

Çizimi çevreleyen bordür çizgisi kimi noktalarda belli belirsiz kesiliyordu. Yani bordür çizgisi aslında farklı boylarda uzunlu kısalı çizgilerden oluşmuştu. Bu bir mesaj olabilir miydi ki?

Birdenbire uykum kaçtı, yine de yüzümü yıkayıp tekrar çizimin başına oturdum. Büyüteçle kenar bordürü boydan boya takip ettim. Yanılmıyordum! Uzun süre bu kesikli çizgilerle ne yapabileceğimi düşündüm.

Şayet şifre çizgilerde gizli ise nasıl çözecektim? Belki de yanlış noktada idim ama denemeye değerdi.

Bir köşeden başlayarak sırasıyla çizgilerin boyunu ölçmeye ve ölçtüğüm boyları not etmeye başladım. Üç milim, on iki milim, dört milim, sekiz milim… Bordürü boydan boya döndüğümde sayılardan oluşan uzunca bir liste vardı önümde.

Ya şimdi? Bu bir Mors alfabesi olamazdı, zaten çizim kuvvetle muhtemel Mors’tan öncesine aitti. Her bir harfin uzunluğunun alfabedeki sırasına denk gelebileceğini düşündüm. Tam A’dan Z’ye harfleri sıralamaya başlamıştım ki bir gülme geldi affedersiniz. Çizimin tepesinde Osmanlıca “Sefine-i Tayy-i Zaman” yazarken, ben Lâtin harflerinden medet ummuştum gayr-i ihtiyarî.

Lâtince harfleri sıralamaya başladığım kâğıdı çöpe atıp Osmanlıca harfleri sıralamaya koyuldum. En kısa çizgi elif olabilirdi; sonraki boylar da be, te, se olarak ilerliyordur sanırım. Yahut belki de… Denemeye değerdi.

Ah Efrasiyab ah! Nelerle uğraştırıyorsun günlerdir, aylardır beni. Ve “Neden ben?

***

Bu ayki yolculuğumuzda göreceklerimiz son derece rahatsızlık verici olacak; keyifli bir yolculuk vaat etmiyorum sizlere, ancak bunu yapmak durumunda hissediyorum kendimi. Ellerim titreye titreye sefinemizin zaman nişangâhını 15 Mayıs 1915’e, mekân nişangâhını da Van’a kuruyorum. Kahredici bir yolculuğa hazır mısınız? Deveran başlasın bakalım…

1915 Van’ındayız. Her yerden dumanlar, ah-ü figanlar, feryatlar, silah sesleri, hunharca kahkahalar yükseliyor gökyüzüne.

Şehrin üzerini kaplayan yoğun dumanlarla birlikte rahatsız edici yanık et kokuları sinmiş sağlam kalabilen duvarların üzerine. Yanmış insan eti kokusu…

Bu hengâmeden, insanlık dışı katliamdan sadece Vanlı Müslümanlar değil, evler, dükkânlar, câmiler, hatta kiliseler de nasibini almış durumda.

Aylardır gizli gizli silahlanan Ermeniler, Nisan’ın ikinci yarısında Müslüman halka saldırmaya başlamışlardı. Organize ilk Ermeni ateşi Peter Pavles Kilisesi’nin kubbesinden gelmişti. Yıllarca Osmanlı Devleti tarafından korunmuş olan bu tarihî kilise, saldırının karargâhı olduğundan mütevellit bir gecede harabeye dönecektir.

Bu kiliseden kaçan saldırganlar, bu kez de şehrin en büyük câmisine karargâh kuracaklardır. Dokuzuncu yüzyıldan kalma bu iki tarihî mekân, bir gün içerisinde tarumar olacaktır maatteessüf.

Ermeniler bu kez de Yedi Kilise Manastırı’nda toplanmışlardı. Ermenilerin dağıtılması için Erzurum Jandarma Taburundan destek istenmişti. Ermeniler Erzurum’dan gelecek desteği beklemiyorlardı. Bu tarihî binayı terk ederlerken, Türklerin eline geçmemesi için yüzlerce yıllık kütüphanesi ile birlikte yakarak binayı terk etmişlerdi.

Tarihî binalara yapılan bu saldırılar neticesinde Van’daki Osmanlı Bankası, Duyun-u Umumiye binası, Postane binası ve birçok yüzlerce yıllık tarihî konağın viraneden farkı kalmamıştı. Ama bunlar sonun başlangıcı idi henüz. Van, daha büyük acılara hazırlanıyordu.


Bugün 15 Mayıs…

Rus ordusuyla birlikte şehre giren Ermeniler, katliamlara ve zulümlere başlıyorlar. Bu acı manzarayı anlatmaya kelimeler kifayetsiz…

Şehrin her sokağında saçları sakalları birbirine karışmış, gözlerini kan bürümüş, omuzlarında çapraz mermiler asılı Ermeni haydutlar iştahla ve aceleyle koşuşturuyorlar.

Genç yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek demeden şehirde Müslüman avı başlıyor.

Sokaklarda sürüklenen yarı çıplak genç kızlar… İçindeki hane halkı ile birlikte ateşe verilen Müslüman evleri… Ulu orta uzuvları parça parça kesilerek, gözleri oyularak katledilen insanlar… Erkeklerinin önünde namuslarına tasallut edilen kadınlar, kız çocukları… Karnındaki çocuğun cinsiyeti üzerine iki Mecidiyeye iddiaya girilip karınları kama ile yarılarak çocukları ile birlikte hunharca katledilen hamile kadınlar… Sakallarından sürüklenen, her tarafı kanlar içerisindeki ihtiyarlar… Bu insanlık dışı işkence, katliam ve tecavüzleri ne anlatmaya, ne görmeye yürek dayanır. Bu acıyı anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor!

İşgalin daha ilk gününde binbir türlü işkence ve tecavüzle katledilen Müslüman sayısı 20 binin üzerinde olacaktır.

Van’da yaşayan Türk ve Kürt Müslümanların tamamı, namusları ve şerefleri ayaklar altına alınarak, burada arz edemeyeceğim en iğrenç işkencelerle öldürülmeye devam edecektir. Birkaç gün içerisinde Ermeniler tarafından katledilen Müslüman sayısı, sadece Van vilâyetinde 55 bini geçecektir.


İlginçtir, Van’da görev yapan ve bütün bu vahşete şahitlik eden Amerikalı misyoner Dr. Clarence D. Ussher, hazırladığı raporda, Van’da 55 bin Müslüman’ın değil, 55 bin Ermeni’nin katledildiğini yazacaktır. Oysa Ussher’in yazdığı hatıratının birçok yerinde, Van’da yaşayan Ermeni sayısının 33 bin civarında olduğu geçmektedir. Bu rakamı, 1914 tarihli Dâhiliye Nezareti’nin yaptırdığı Memâlik-i Osmaniyye’nin 1330 Senesi İstatistiği (nüfus sayımı), Van’daki Ermeni nüfusunu 33 bin 789 şeklinde vererek teyit etmektedir.

33 bin Ermeni nüfustan 55 bin ölü çıkarmak -hele de bu ölü sayısı Müslümanlara aitken- tam da “beyaz adama” yakışan bir yalandır, aymazlıktır.

Sefinemizi bugünler için Van’a değil de Bitlis’e, Muş’a, Erzincan’a, Kars’a, Iğdır’a, Ardahan’a, Erzurum’a, Erzincan’a, Bayburt’a, Trabzon’a, hatta Sivas ve çevresinde herhangi bir yere kurmuş olsaydık, göreceğimiz manzara bunlardan farklı olmayacaktı.

Osmanlı Ordusu Yemen’den Trablus’a, Şam ve Filistin’den Balkanlara kadar birçok cepheye dağılmış, tüm bölge Ruslar ve Ermeniler için bir katliam alanına dönüşmüştü maalesef.

Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusunun bölgeyi işgalden kurtarmak üzere harekete geçtiği 12 Şubat 1918 tarihine kadar bu işkence ve katliamlar tüm bölgede fasılasız devam edecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da katledilen Türk ve Kürt Müslümanların sayısı 100 binler ile ancak ifade edilebilecektir.

Van’ı dumanlar, tozlar, acılar, işkenceler, tecavüzler, katliamlar ile bırakıp dönüş yoluna revan olduğumda asumana yükselen feryatlar hâlâ kulaklarımda çınlamaktaydı. Gözlerimden oluk oluk akan yaşları silmeye mecâlim bile yoktu. Bu sahneleri unutmadan bir daha nasıl uyuyabilecektim, bilmiyorum.


Sevgili Dostlar,

106 yıl önce 33 bin Ermeni nüfustan -hele de katledilenler Müslümanlar iken- 55 bin ölü Ermeni çıkaran beyaz adam, o gün ne ise bugün de aynı. Hâlâ zalim, hâlâ yalancı ve hâlâ sesi gür çıkıyor.

Yaşanan bunca drama, trajediye ve tarihî husumete rağmen ülkemizde binlerce Ermeni vatandaşımızın yaşadığı bir gerçektir. Hatta ibadethaneleri, okulları, hastaneleri, yayın organları ile tüm dinî, ticarî ve içtimaî faaliyetlerini devam ettirmektedirler. Zaten böyle de olmalıdır. Onlar bizim vatandaşlarımız.

İşim gereği sıklıkla Azerbaycan’a gidip gelmekteyim. Hâlen Azerbaycan’da birçok Ermeni’nin yaşadığını müşahede ediyorum, kiliselerini görüyorum. Azeri kardeşlerime, “Ermenistan’da yaşayan hiç Azeri (ya da Türk) vatandaş var mı?” diye sorduğumda aldığım cevabı sanırım tahmin edebiliyorsunuz. Sizce Ermenistan’da bir câmi var mıdır peki? Bu sorunun cevabını da biliyorsunuz…

Hatta Ermenistan işgalinden kurtarılan Karabağ bölgesindeki tarihî câmilerin durumu da malûmunuzdur. Ayakta kalanlarının domuz ahırı olarak kullanıldığını gördük, gördünüz.

1914’teki nüfus sayımı, bölgede yaşayan Ermeni nüfusunun 300 bin civarında olduğunu söylüyor. 300 bin Ermeni’den “Bir buçuk milyon Ermeni katledildi” yalanını üretebilmek, beyaz adamın uzmanlık alanıdır.

Bölgenin ve tarihin şartları gereği tehcire zorlanan Ermenileri devletin emaneti ve zimmeti olarak gören ve onları korumak, gözetmek için askerini seferber eden, yol boyunca yeme, içme, barınma, sağlık gibi insanî ihtiyaçlarını zamanın şartları elverdiği nispette karşılayan bir devlet için beyaz adamdan teşekkür beklemek safdillik olur.

Zaten bu gerçekleri -on binlerce sayfalık arşiv kayıtlarına rağmen- anlatamadığımız, olayları misyoner Ussher’in gözlüğü ile gören, okuyan içimizdeki vekiller, il başkanları, siyâsiler, yazarlar, sanatçılar(!), aydınlar(!), kanaat önderleri(!), gazeteciler varken, Evropa’daki, Amerika’daki beyaz adama dert anlatmaya çalışmak da yani… Ne bileyim…

Öyle işte…

Kalınız sağlıcakla efendim.