“Yalan içermeyen tarih
kitapları son derece sıkıcıdır.” (Anatole
France)
***
PEK Muhterem Kari,
Cama ilkbaharın son yağmur damlaları ve sokak lâmbasının loş ışıkları
vururken işte yeniden başlıyordum ve işte yeniden Efrasiyab’ın çizimlerinin
başına oturmuştum. Beynimde Türk Ocağı’ndaki çaydaşımın kelimeleri uçuşuyor,
kafatasımın içerisinde yankı yapa yapa büyüyordu âdeta.
“Ben de seni bekliyordum Kahraman Bey. Efrasiyab’ın selâmı var.”
“Neyi aradığını bilmiyor musun hâlâ?”
“Efrasiyab, sadece sefinenin yapılmasını murad etseydi çizimleri neden
sana versindi!”
“Sen bana ‘Lagari’ de…”
Lagari… Efrasiyab’dan sonra şimdi de Lagari… Harika! Bu labirentten, bu
serencamdan bir çıkış olmalıydı muhakkak.
Çizimler arasında çizimlerden başka bir şey göremiyordum. Kasnaklar,
mekanik parçalar, dişliler, çarklar, -sonradan modifiye etmiş olsam da- güherçile
ile çalışan motor, ateşleme mekanizması, pusulalar, kenarda baş aşağı duran bir
harita, usturlaplar, trigonometrik hesaplar, nişangâh tarifleri, zebercet halkalar…
Hepsi bunlardan ibaret elimdeki çizimin.
Elimdeki çizimi dört tarafından ayrı ayrı inceledim, evirdim, çevirdim,
hatta ışığa tutup görünmez yazılar aradım, çizimin arkasını kontrol ettim… Filmlerden
gördüğüm numaralara başvurdum; pamuğa süt ve limon suyu döküp çizimin boş
noktalarına dokundum, gizlenmiş mesajları aradım… Hayır, hiçbir şey yok.
Çizimde başka ne görmem gerektiğine dair bir fikrim de yok üstelik. Ve hatta
gizli bir mesaj bulsam ne yapacağıma dair bir fikrim de yok.
Ne aradığımı dahi bilmeyerek kaç gecem böyle geçti bilmiyorum.
Yine bir gece çizimin başında uyuyakalmak üzereyken, başımı masaya koyduğum
kollarıma dayamışken ve dahi gözlerim yorgunluktan ve ümitsizlikten kapanma arefesinde
iken çizimin kenarını boydan boya dönen çizginin bir bütün olarak
ilerlemediğini fark ettim.
Çizimi çevreleyen bordür çizgisi kimi noktalarda belli belirsiz kesiliyordu.
Yani bordür çizgisi aslında farklı boylarda uzunlu kısalı çizgilerden
oluşmuştu. Bu bir mesaj olabilir miydi ki?
Birdenbire uykum kaçtı, yine de yüzümü yıkayıp tekrar çizimin başına
oturdum. Büyüteçle kenar bordürü boydan boya takip ettim. Yanılmıyordum! Uzun
süre bu kesikli çizgilerle ne yapabileceğimi düşündüm.
Şayet şifre çizgilerde gizli ise nasıl çözecektim? Belki de yanlış noktada
idim ama denemeye değerdi.
Bir köşeden başlayarak sırasıyla çizgilerin boyunu ölçmeye ve ölçtüğüm
boyları not etmeye başladım. Üç milim, on iki milim, dört milim, sekiz milim…
Bordürü boydan boya döndüğümde sayılardan oluşan uzunca bir liste vardı önümde.
Ya şimdi? Bu bir Mors alfabesi olamazdı, zaten çizim kuvvetle muhtemel
Mors’tan öncesine aitti. Her bir harfin uzunluğunun alfabedeki sırasına denk
gelebileceğini düşündüm. Tam A’dan Z’ye harfleri sıralamaya başlamıştım ki bir
gülme geldi affedersiniz. Çizimin tepesinde Osmanlıca “Sefine-i Tayy-i Zaman” yazarken,
ben Lâtin harflerinden medet ummuştum gayr-i ihtiyarî.
Lâtince harfleri sıralamaya başladığım kâğıdı çöpe atıp Osmanlıca harfleri
sıralamaya koyuldum. En kısa çizgi elif olabilirdi; sonraki boylar da be, te, se
olarak ilerliyordur sanırım. Yahut belki de… Denemeye değerdi.
Ah Efrasiyab ah! Nelerle uğraştırıyorsun günlerdir, aylardır beni. Ve “Neden
ben?”
***
Bu ayki yolculuğumuzda göreceklerimiz son derece rahatsızlık verici olacak;
keyifli bir yolculuk vaat etmiyorum sizlere, ancak bunu yapmak durumunda
hissediyorum kendimi. Ellerim titreye titreye sefinemizin zaman nişangâhını 15
Mayıs 1915’e, mekân nişangâhını da Van’a kuruyorum. Kahredici bir yolculuğa
hazır mısınız? Deveran başlasın bakalım…
1915 Van’ındayız. Her yerden dumanlar, ah-ü figanlar, feryatlar, silah
sesleri, hunharca kahkahalar yükseliyor gökyüzüne.
Şehrin üzerini kaplayan yoğun dumanlarla birlikte rahatsız edici yanık et
kokuları sinmiş sağlam kalabilen duvarların üzerine. Yanmış insan eti kokusu…
Bu hengâmeden, insanlık dışı katliamdan sadece Vanlı Müslümanlar değil,
evler, dükkânlar, câmiler, hatta kiliseler de nasibini almış durumda.
Aylardır gizli gizli silahlanan Ermeniler, Nisan’ın ikinci yarısında
Müslüman halka saldırmaya başlamışlardı. Organize ilk Ermeni ateşi Peter Pavles
Kilisesi’nin kubbesinden gelmişti. Yıllarca Osmanlı Devleti tarafından korunmuş
olan bu tarihî kilise, saldırının karargâhı olduğundan mütevellit bir gecede
harabeye dönecektir.
Bu kiliseden kaçan saldırganlar, bu kez de şehrin en büyük câmisine
karargâh kuracaklardır. Dokuzuncu yüzyıldan kalma bu iki tarihî mekân, bir gün
içerisinde tarumar olacaktır maatteessüf.
Ermeniler bu kez de Yedi Kilise Manastırı’nda toplanmışlardı. Ermenilerin
dağıtılması için Erzurum Jandarma Taburundan destek istenmişti. Ermeniler
Erzurum’dan gelecek desteği beklemiyorlardı. Bu tarihî binayı terk ederlerken,
Türklerin eline geçmemesi için yüzlerce yıllık kütüphanesi ile birlikte yakarak
binayı terk etmişlerdi.
Tarihî binalara yapılan bu saldırılar neticesinde Van’daki Osmanlı Bankası, Duyun-u Umumiye binası, Postane binası ve birçok yüzlerce yıllık tarihî konağın viraneden farkı kalmamıştı. Ama bunlar sonun başlangıcı idi henüz. Van, daha büyük acılara hazırlanıyordu.
Bugün 15 Mayıs…
Rus ordusuyla birlikte şehre giren Ermeniler, katliamlara ve zulümlere
başlıyorlar. Bu acı manzarayı anlatmaya kelimeler kifayetsiz…
Şehrin her sokağında saçları sakalları birbirine karışmış, gözlerini kan
bürümüş, omuzlarında çapraz mermiler asılı Ermeni haydutlar iştahla ve aceleyle
koşuşturuyorlar.
Genç yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek demeden şehirde Müslüman avı başlıyor.
Sokaklarda sürüklenen yarı çıplak genç kızlar… İçindeki hane halkı ile
birlikte ateşe verilen Müslüman evleri… Ulu orta uzuvları parça parça kesilerek,
gözleri oyularak katledilen insanlar… Erkeklerinin önünde namuslarına tasallut
edilen kadınlar, kız çocukları… Karnındaki çocuğun cinsiyeti üzerine iki
Mecidiyeye iddiaya girilip karınları kama ile yarılarak çocukları ile birlikte
hunharca katledilen hamile kadınlar… Sakallarından sürüklenen, her tarafı
kanlar içerisindeki ihtiyarlar… Bu insanlık dışı işkence, katliam ve
tecavüzleri ne anlatmaya, ne görmeye yürek dayanır. Bu acıyı anlatmaya
kelimeler kifayetsiz kalıyor!
İşgalin daha ilk gününde binbir türlü işkence ve tecavüzle katledilen
Müslüman sayısı 20 binin üzerinde olacaktır.
Van’da yaşayan Türk ve Kürt Müslümanların tamamı, namusları ve şerefleri ayaklar altına alınarak, burada arz edemeyeceğim en iğrenç işkencelerle öldürülmeye devam edecektir. Birkaç gün içerisinde Ermeniler tarafından katledilen Müslüman sayısı, sadece Van vilâyetinde 55 bini geçecektir.
İlginçtir, Van’da görev yapan ve bütün bu vahşete şahitlik eden Amerikalı
misyoner Dr. Clarence D. Ussher, hazırladığı raporda, Van’da 55 bin Müslüman’ın
değil, 55 bin Ermeni’nin katledildiğini yazacaktır. Oysa Ussher’in yazdığı
hatıratının birçok yerinde, Van’da yaşayan Ermeni sayısının 33 bin civarında
olduğu geçmektedir. Bu rakamı, 1914 tarihli Dâhiliye Nezareti’nin yaptırdığı
Memâlik-i Osmaniyye’nin 1330 Senesi İstatistiği (nüfus sayımı), Van’daki Ermeni
nüfusunu 33 bin 789 şeklinde vererek teyit etmektedir.
33 bin Ermeni nüfustan 55 bin ölü çıkarmak -hele de bu ölü sayısı
Müslümanlara aitken- tam da “beyaz adama” yakışan bir yalandır, aymazlıktır.
Sefinemizi bugünler için Van’a değil de Bitlis’e, Muş’a, Erzincan’a,
Kars’a, Iğdır’a, Ardahan’a, Erzurum’a, Erzincan’a, Bayburt’a, Trabzon’a, hatta
Sivas ve çevresinde herhangi bir yere kurmuş olsaydık, göreceğimiz manzara
bunlardan farklı olmayacaktı.
Osmanlı Ordusu Yemen’den Trablus’a, Şam ve Filistin’den Balkanlara kadar
birçok cepheye dağılmış, tüm bölge Ruslar ve Ermeniler için bir katliam alanına
dönüşmüştü maalesef.
Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusunun bölgeyi işgalden
kurtarmak üzere harekete geçtiği 12 Şubat 1918 tarihine kadar bu işkence ve
katliamlar tüm bölgede fasılasız devam edecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
katledilen Türk ve Kürt Müslümanların sayısı 100 binler ile ancak ifade
edilebilecektir.
Van’ı dumanlar, tozlar, acılar, işkenceler, tecavüzler, katliamlar ile
bırakıp dönüş yoluna revan olduğumda asumana yükselen feryatlar hâlâ kulaklarımda
çınlamaktaydı. Gözlerimden oluk oluk akan yaşları silmeye mecâlim bile yoktu.
Bu sahneleri unutmadan bir daha nasıl uyuyabilecektim, bilmiyorum.
Sevgili Dostlar,
106 yıl önce 33 bin Ermeni nüfustan -hele de katledilenler
Müslümanlar iken- 55 bin ölü Ermeni çıkaran beyaz adam, o gün ne ise bugün de aynı.
Hâlâ zalim, hâlâ yalancı ve hâlâ sesi gür çıkıyor.
Yaşanan bunca drama, trajediye ve tarihî husumete rağmen ülkemizde
binlerce Ermeni vatandaşımızın yaşadığı bir gerçektir. Hatta ibadethaneleri,
okulları, hastaneleri, yayın organları ile tüm dinî, ticarî ve içtimaî
faaliyetlerini devam ettirmektedirler. Zaten böyle de olmalıdır. Onlar bizim
vatandaşlarımız.
İşim gereği sıklıkla Azerbaycan’a gidip gelmekteyim. Hâlen
Azerbaycan’da birçok Ermeni’nin yaşadığını müşahede ediyorum, kiliselerini
görüyorum. Azeri kardeşlerime, “Ermenistan’da yaşayan hiç Azeri (ya da Türk)
vatandaş var mı?” diye sorduğumda aldığım cevabı sanırım tahmin
edebiliyorsunuz. Sizce Ermenistan’da bir câmi var mıdır peki? Bu sorunun
cevabını da biliyorsunuz…
Hatta Ermenistan işgalinden kurtarılan Karabağ bölgesindeki tarihî
câmilerin durumu da malûmunuzdur. Ayakta kalanlarının domuz ahırı olarak
kullanıldığını gördük, gördünüz.
1914’teki nüfus sayımı, bölgede yaşayan Ermeni nüfusunun 300 bin
civarında olduğunu söylüyor. 300 bin Ermeni’den “Bir buçuk milyon Ermeni
katledildi” yalanını üretebilmek, beyaz adamın uzmanlık alanıdır.
Bölgenin ve tarihin şartları gereği tehcire zorlanan Ermenileri
devletin emaneti ve zimmeti olarak gören ve onları korumak, gözetmek için
askerini seferber eden, yol boyunca yeme, içme, barınma, sağlık gibi insanî
ihtiyaçlarını zamanın şartları elverdiği nispette karşılayan bir devlet için
beyaz adamdan teşekkür beklemek safdillik olur.
Zaten bu gerçekleri -on binlerce sayfalık arşiv kayıtlarına
rağmen- anlatamadığımız, olayları misyoner Ussher’in gözlüğü ile gören, okuyan
içimizdeki vekiller, il başkanları, siyâsiler, yazarlar, sanatçılar(!),
aydınlar(!), kanaat önderleri(!), gazeteciler varken, Evropa’daki, Amerika’daki
beyaz adama dert anlatmaya çalışmak da yani… Ne bileyim…
Öyle işte…
Kalınız sağlıcakla efendim.