ANKARA’NIN Libya ve Doğu
Akdeniz hamleleri birçok başkentte -tabiîdir ki- Türkiye’nin milletlerarası
konumu üzerine kafaları karıştırdı.
ABD
kamuoyu Başkan Trump’un seçimlerin ertelenmesi fikriyle meşgul iken, Avrupa
medyası da Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi ile iyice kontrolden çıktı.
Bu süreçte uzun süredir dillendirdikleri ”Sultan Erdoğan’a cevap verilmeyecek mi?” sızlanmasını
büyüterek bir “agresif Yeni Osmanlı yayılmacılığı” suçlamasına geçtiler.
Gündem
oldukça yoğun meselelerle dolu…
İçte
ise CHP, demokratik (!) Genel Kurul toplantısı ve sonrasındaki ihtimâl
hesapları ile çalkalanıyor. Bizim bahsedeceğimiz husus ise Lavrenslerin vazîfesine
soyunan BAE tipi fitne mihraklarının dolarlarla temin ettiği Hafter misâli
paralı askerlerin ve ikmâlin hâl-i pürmelâlini ve tarihî serencâmını yazmak
olacak…
Ankara
sesini yükseltti!
BAE’nin
Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş, sosyal medya hesabından
yaptığı açıklamada, Türkiye’ye Arap ülkelerinin içişlerine karışmama çağrısında
bulundu.
Daha
önceleri de adı geçen nevzuhur ülkenin en üst yetkilisi (Dışişleri Bakanı),
Medîne-i Münevvere’nin Müdafaa Kumandanı (rahmetli) Fahreddin Paşa hakkında (affedersiniz)
küstahça bir ifade kullanmıştı.
Bu ABD ve
Batı kuklası nevzuhurların aslında uyum sağlamakta zorlandıkları şey, 15 Temmuz
2016’daki darbe girişimiyle dizginleyemedikleri Ankara’nın yeni aktörlük
tanımlaması; Türkiye’nin Suriye, Irak, Libya ve Doğu Akdeniz’deki proaktif
adımları ve kararlılığıdır. Eski oyun kurallarını artık Ankara’ya
dayatamamalarıdır…
Donanması
ve sondaj gemileri ile Doğu Akdeniz’de olan Ankara, kenarda, uzakta şikâyet
edip çâresiz mızmızlanan bir başkent değil artık, güç rekabetinin tam merkezinde!
Yine
Libya’daki askerî varlığıyla Ankara, Avrupa ve Kuzey Afrika’nın geleceği ile
ilgili hem sahada, hem de masada etkin bir yerde. Şeytanî planları bozarak bu
koalisyona gerekli askerî ve diplomatik cevabı verdiğinden dolayı Ankara’nın
karşısına son olarak sözünü ettiğimiz nevzuhurlar çıkageldi.
Ankara,
“Bu yeni gerçekliğin anlaşılması ve
Türkiye’nin çıkarlarına uygun yeni güç dağılımının kabul edilmesine ihtiyaç
var. Bu dağılım milletlerarası hukuka dayalı, bölge halklarının rızâsıyla
uyumlu ve hakkaniyetli olmalıdır” diyor.
Akdeniz’e
en uzun kıyısı olan ülkeyi Doğu Akdeniz enerji denkleminden dışarıda bırakmak
boş bir hayâl ve gürültüdür. Bugün köpürtülen Türkiye karşıtı ideolojik
kampanyalarsa Ankara’nın kararlılığını zayıflatamaz. Erdoğan’ın, Türkiye’nin
yeni aktörlüğü için yaptıkları, olası bir iktidar değişikliğinde bile muhalefetin
kaçamayacağı parametreler hâline dönüşmüştür. Şimdi sorumsuzca “Orada ne işimiz var?” diyenler, masanın öbür tarafına geçme durumunda
Türkiye’nin vazgeçilemez millî çıkarları için nelerin yapıldığını istemeseler
de görecekler.
Bölgemizde
Türkiye’nin etkisini sınırlandırmak için var gücüyle çabalayanların başında
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) geliyor.
Abu
Dabi, Kahire’yi Libya’daki iç savaşa sokmak için Türkiye karşıtı bir
kampanyanın yürütücüsü rolüne soyunmuştur. Darbeci Sisi’yi teşvik etmek amacıyla
Türkiye karşıtlığı üzerinden bir “pan-Arabist milliyetçilik” üretmeye çalışıyor. “Türk işgali”, “Bâb-ı Ali ve kolonici
dil” ya
da “Arap içişlerine karışmaktan vazgeçmek” söylemler
bu çabanın ürünü…
Ancak
Vatiyye Üssü’ne yapılan son saldırıdan sonra BAE’nin yıkıcı faaliyetleri Ankara’da
gündemin başköşesine oturdu. Daha önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun BAE’ye
yaptığı uyarı, geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanı Akar’ın ifadeleriyle yeni bir
aşamaya geçti: “Doğru zaman ve doğru yerde hesabını soracağız.”
Bu
açıklama seviyesi, BAE’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki aşırı saldırgan
operasyonlarının artık katlanılamaz yere geldiğini gösteriyor. Abu Dabi’nin
Batı’da lobi için harcadığı paralar, bölgemizde Yemen’den Suriye ve Libya’ya
kadar yıkıcı bir rol üstlendiğini örtemez. Katar ablukası ile Arapları ne kadar
böldüğünü de gizleyemez. Tabiî Fas, Moritanya ve Tunus’taki manipülasyonlarını
saklayamaz.
BAE’nin
yürüttüğü yıkıcı faaliyetlere Batı başkentlerinin suskunluğu ise apayrı bir
ikiyüzlülüktür.
Osmanlı
Cihan Devleti’nin son deminde Arap yarımadası, Şimâl-i Afrika ve Balkanlarda
İngiliz, Fransız, Rus ve diğer Batı başkentlerinin casuslarıyla kaynıyor idi.
Bunlardan biri vardı ki, her ümmet âşıkı ve dâvâ adamının, adını ve fiilerini
bildiği, yaşına göre öğrenmeye çalıştığı casus Lawrence (Lavrens) idi.
Bugünün
casusları iş başında!
Osmanlı’nın
yüzyıl önceki yıkılışı, değişmeyen aktörler ve amaçlar bakımından bugüne ciddî
mesajlar verir. İlginç olanı, o devirdeki bazı kişi ve kavim adlarının yerine
bugün yenilerini koyduğumuzda, değişmeyen bir oyunun yeniden sergilendiğinin
görüleceğidir.
Şüphesiz
bu dönemi soğukkanlılıkla okumak, hainler ve kahramanları dikkatle belirlemek,
hepsinden önemlisi de değişmeyen (bugünün moda deyimi ile) paradigmanın
esaslarını tarihimizin bu sayfasından okumak ve anlamak hayatîdir. Değilse, “yerimiz
kalmayan tarihte” bekâmızın peşinden koşmaya devam ederiz!
Bu
dönemin en meşhur aktörlerinden biri, şüphesiz Lavrens’tir. Kısa adı KAFKASSAM
olan Kafkasya Stratejik Araştırma Merkezi’nin web sayfasından kısa bir pasaj
aldığımız Mister Lavrens ile ilgili yazı, şöyle diyor:
“Adı zihinlerimize
kazılı ama yaptıkları hakkında tefekkür düzeyinde âfakî sloganlar dışında pek
de malûmat sahibi değiliz. Onun ‘Bilgeliğin Yedi Sütunu’ adlı kitabını
soğukkanlı bir zihinle okuduğumuzda kan donduran bazı satırları görür, oyunun
tanıdık içeriği ve dahi süre giden mantığıyla yoruma gerek kalmaksızın karşı
karşıya oluveririz.
Lawrence’nin
yazdıklarını okurken öncelikle onun hain amacını görüyoruz. Arapların nasıl bir
soğukkanlı idealle ayartılıp kandırılarak baştan çıkarıldığını, onun
satırlarından yoruma hacet kalmadan görmek mümkündür. Aldatarak kazanmak,
emperyalizmin değişmez aklı…
‘Herkes rüya görür
ama aynı şekilde değil. Gece vakti zihinlerinin tozlu hücrelerinde rüya
görenler, gündüzleri bunun boş bir şey olduğunu uyanınca anlarlar. Ama
gündüzleri hayâl kuranlar, tehlikeli insanlardır; çünkü hayâlleri
gerçekleştirmek için açıkgözleriyle harekete geçebilirler. Ben bunu yaptım.
Yeni bir ulus yaratmak, kaybolan bir itibarı yeniden canlandırmak, yirmi milyon
Sami’ye millî düşüncelerinde zaten var olan esinlenmiş rüya sarayını inşâ
etmeleri için bir temel vermek istedim.’ (T. E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi
Sütunu, (Çev. Bilal Çölgeçen, Ankara, 2014, s. 31)…”
Batılı
casusların çalışmalarıyla arzulanan vasat oluşmuş, ayrılık için belli bir
kıvama gelen Cihan Devleti’mizin bünyesindeki beyliklerde, özellikle Arap
yarımadasında savaşın başından beri İngilizlerin
Osmanlı yönetimine karşı isyana teşvik ettikleri Mekke Emîri Şerif Hüseyin,
İngiltere’ye askerî işbirliği teklifinde bulunmuştu.
Karşılığında bütün Arabistan yarımadasını içine alacak ve
kendi idaresine bırakılacak müstakil bir Arap devleti kurulmasını ve Halîfeliğin
Türklerden alınmasını istiyordu.
İngiltere, Arap bağımsızlığını desteklemeye hazır olduğunu ve
Halîfeliğe de bir Arap’ın getirilmesine çalışacağını bildirdi. Araplar buna
mukabil, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra İngiltere’nin Basra ve Bağdat
vilâyetlerindeki özel durumunu tanıyacaktı. Ancak İngiltere, Türkçe konuşulan
bölgelerle Fransa’nın istediği Suriye kıyılarını, Şam, Hama, Humus, Halep,
Musul ve Filistin’i antlaşmanın dışında bırakmıştı.
Şerif Hüseyin ise yalnızca Türkçe konuşulan Mersin ve Adana
gibi bölgelerden vazgeçtiğini bildirdi. İngiltere, Şerif Hüseyin’in en büyük
rakibi Necid Emîri İbn Suûd ile de gizli bir antlaşma imzalayarak Şerif Hüseyin’e
vaat ettiği Necid topraklarında ve Basra Körfezi kıyılarında (Kuveyt hâriç) İbn
Suûd’un bağımsızlığını tanımayı taahhüt etti.
İngiltere’nin bu ikiyüzlü politikasından habersiz olarak
Halep ve Beyrut konusundaki iddialarını sürdüren Şerif Hüseyin, İngiliz-Fransız
ittifakını bozmamak için Suriye ve Lübnan üzerindeki isteklerinin çözümünü
savaştan sonraya ertelediğini bildirdi. Türklere karşı savaşa hazırlanabilmeleri
için kendilerine para ve silah yardımında bulunulmasını ve barış sırasında
Arapların yalnız bırakılmaması konusunda güvence verilmesini talep etti.
Şerif Hüseyin’in İngiliz-Fransız ittifakını bozacak
davranışlardan kaçınma yolundaki yazısını senet saydığını ve istenen yardımın
yapılacağını bildiren İngiltere, Arapların yalnız bırakılmayacağı konusunda da
güvence verdi.
İngiltere, Arap ayaklanmasını garantiledikten
sonra Osmanlı Asya’sının paylaşılması konusunu görüşmek için Fransa’dan bir
temsilci göndermesini istedi.
İngiltere’nin Araplarla gizlice anlaşmasından memnun olmayan
Fransa, Beyrut eski konsolosu François Georges Picot’u özel temsilci olarak
yolladı. İngiltere de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Mark Sykes’i
görevlendirdi. Tarihte buna “Sykes-Picot Anlaşması” denir. Bu anlaşma hakkında
Rusya ve İtalya’nın da rızâsı alındı, ancak ana aktör İngiliz ve Fransızlardır.
Bu anlaşma ile kurdurulan ülkelere “cetvel devletçikler”
demek daha doğru olur. Bu peyk devletçiklerin başına ise Şerif Hüseyin’in
ailesi getirtildi ve yıllar yılı bu ailenin petro-dolar milyarderi prensleri vâsıtası
ile Arap-Türk düşmanlığı hep canlı tutuldu.
Türk düşmanlığı üzerine kurulu siyaset sürdürülüyor
Son yıllarda şâhit olduğumuz kimi milletlerarası meselelerde,
Suudi Arabistan kaynaklı ve Osmanlı mirasına/medeniyetine yapılan iftiraların
hâddi hesabı bulunmuyor. Bu düşmanlığın tarihî arka plânını seri hâlde kaleme
alan ve konunun uzmanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, 7 Mayıs 2020 tarihli Yeni
Şafak gazetesindeki yazısında işin vahim boyutunu şöyle aktarıyor:
“Uzun zamandır
Türkiye ile yaşanan bölgesel rekabette kullanılan Osmanlı aleyhtarlığı yeni bir
boyuta taşınmıştır. Öyle ki, dünyamızın geçtiği bu karanlık tünelde, başka
hiçbir konu yokmuş gibi, Salahaddin-i Eyyubî’den sonra Hâdimu’l-Haremeyn (iki
kutsal beldenin hizmetçisi) unvanını kullanan Osmanlı sultanlarının Kâbe’ye
hizmetleri tartışma konusu yapılmaya başlanmıştır.
Oysa Suudilerin
bizzat kendi araştırmaları ile de bu hizmetler defalarca tescil edilmiştir. Bu
konuda son yıllarda resmî tarih kurumları olan Daretü’l-Melik Abdülaziz
tarafından hazırlanmakta olan Hac Ansiklopedisi’nde -zorunlu olarak- en çok bu
hizmetlere yer verilmiştir. Bu konuda Türk araştırmacıların dışında, hem
Arapların ve hem de diğer gayr-i Müslim tarihçilerin ciddî çalışmaları vardır.
Ayrıca
danışmanlığımda yapılmış yüksek lisans ve doktora tezleri de bulunmaktadır.
Başka bir ifadeyle, Osmanlıların Haremeyn’e hizmetlerini tarih tescil etmiştir.
Sosyal medya rüzgârı bu hakikati değiştiremeyecektir.
Ancak zihinlerin
bulandırılması ve tarih üzerinden iki ülke arasına sokulan husûmetin tamiri
uzun yıllar alacaktır. Meselâ birçok dilde bulunan Suraiya Faroqhi’nin (Süreyya
Faruki) ‘Hacılar ve Sultanlar’ adlı eseri, Osmanlı sultanlarının hac ve
Haremeyn hizmetlerini yıllarca önce ortaya koyarak bugünkü hezeyanlara cevapları
hazırlamıştır.
Yine benim birçok
yazım dışında, 2017 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İlmî Araştırmalar
Dergisi’nde yayımladığım ‘Hac ve İktidar: Haremeyn’de Erken Dönem Osmanlı İmar
Faaliyetleri’ başlıklı geniş makalem de bu hizmetleri belgeleriyle ortaya koymaktadır.
Tarafsız tarihçilerin tespit ettiği, Suudi Arabistan’ın iktidardaki Kral Salman’ın
mensubu olduğu hanedanın kolu, Suudîlerin Arap
yarımadasındaki esas yayılmaları ve hâkimiyetlerini genişletmeleri İmam Suûd bin
Abdülazîz zamanında (1803-1814) gerçekleştirilmesi ile ilgilidir…”
Bugün zoraki bir tarih oluşturma gayretleri ile Osmanlı
Devleti’ne duydukları düşmanlığın ismi altında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne de
düşmanlık yapılmakta, ümmet düşmanları ABD, İsrail ile Mısır ve BAE de beraber
hareket etmektedir.
Yukarıda arz ettiğim yazıda belirtildiği üzere, Kraliyet
Ailesinin resmî tarihçisi Dr. Tallal et-Tureyfi isimli Suudî akademisyenin Zekeriya Kurşun’a verdiği cevap, bir
akademisyenden öte, ailenin sözcüsü mesabesindeki birinin Osmanlı Devleti’ne
olan tarihî kinini kusmasıdır. Kısacası, Türk düşmanlığı yaparak, ecdâdımızın
kölelik müessesesi kurduğunu diyecek kadar aşağılık bir seviyeye inilmektedir.
Bu naçiz fakir akademisyen değildir, lâkin “Doktor” unvanlı
Suudî akademisyenin yazdığı, mesnetten azâde, bir kavme duyduğu kinin süslü
cümlelerle kurduğu ifadeyi görmektedir. Konunun meraklıları için Kafkasya
Stratejik Araştırma Merkezi’nin web sayfasına bakılabilir.
Diğer tarafta, ne hazindir ki, Cihan Devleti’nin yerine
kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de “Araplar
bizi arkadan vurdu” paranoyası âdeta resmî ideoloji hâline getirilmiştir.
Tâbirimi (dostlar) mazur görün, sapla saman karıştırılıyor;
bu güruh, ecdâdın hatırasına hürmetsizliği politika hâline getiren SA, BAE,
Mısır ve hempalaların değirmenine su taşımış oluyor. Hâlâ aynı terâneyi
söyleyen akademisyen kisveli kalemşörler, İslâm’a düşman olup Arapların şahsında
İslam’a buğzeden aklı evvellerin işiyle akıl tutulması yaşıyorlar.
İşin aslını çok kısa ve öz şekilde arz etmeye çalışalım…
Bugüne nasıl gelindi?
Konunun uzmanlarının ortak kanaatleri ve tarihî hakikatler şu
istikamettedir:
Mekke
Emîri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevî kabilelerini ayaklandırarak
1916’da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak Birinci Dünya Savaşı
konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun askerî açıdan tayin
edici bir değer taşımadığını bilir.
İngilizlerin
daha sonra yerine getirmediği bağımsızlık vaadi ile işbirliğine çektikleri
Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevî kabileleri, Mekke-Maan
hattında yani asıl cephenin gerisinde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.
Asıl
cephe, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri
çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap
ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini arkadan vuran
herhangi bir olay olmamıştır!
Arapların
ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sâdık kalmıştır. Arabistan yarımadasının
Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan cephe gerisi dışında Arapların Türkleri
arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.
Aynı
gerçek, Orta Doğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da şöyle vurgulanıyor:
“O dönemin
romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere
karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George’nin
belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. (Osmanlı
İmparatorluğu’na isyan eden) Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları bir
istisnaydı.”
Zekeriya
Kurşun’un ifadesiyle, “Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli
cephelerde omuz omuza çarpışan Arapların büyük yarar gösterdikleri bir
hakikattir”. Bu hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin
Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir.
Arap
milliyetçiliği, 1860’larda, Suriyeli Arap entelektüeller arasında doğmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu’na ve yönetimindeki Türklere karşı ciddî bir antipati
besleyen bu entelektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan
oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan
Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise,
çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap
milliyetçiliğini geliştirirken Arapların İslâm öncesi tarihlerine ilgi
duymaları bundan kaynaklanıyordu.
Buna
karşılık, muhafazakâr Müslüman Arapların çoğu Osmanlı’ya sadâkat duyguları
içindeydiler. Hattâ sadece Sünnî Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şiî Araplar
arasında bile Osmanlı’ya ve Hilâfet’e bağlılık duygusu vardı. Bu konuda büyük
bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap
milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hâriç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı
olmadığına” dikkat çekerek şöyle demektedir:
“Görülüyor ki,
Arapların ‘millî’ hareketi, esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların
birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece
Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı
Devleti ve Hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı
oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline
karşı korudukça itaat etmekten geri kalmıyorlardı.
Geçmişte şan ve
şereflerini ilk hatırlayan veya hayâl edenler ve tarihlerinin modern bir
versiyonunu yaratmaya çalışanlar, Müslüman değil, Hıristiyan Araplardı.
Kaynatılan fitne kazanının aksine, Kurtuluş Savaşı’nda da ne kitlesel bir Arap
ihaneti, ne de Kürt ihaneti yaşandı.
Aksine Kürtler,
Kurtuluş Savaşı’nı canla başla desteklediler. Mustafa Kemal Paşa, ‘Müslüman
kardeşliği’ temasına dayalı propagandasıyla onları kazandı…”
Son
söz
Bugün
başını Suudi Arabistan ve BAE’nin çektiği, okyanus ötesi ABD destekli Körfez
hareketinin Orta Doğu’da, Akdeniz’de, Mağrip ülkelerinde ve Afrika’da Türkiye’ye
karşı çıkmalarının arkasında, sömürgeci AB, Rusya ve diğer kolonyal ülkeler
bulunmaktadır.
Bütün
fitnelerine rağmen bir Türk-Arap hoşnutsuzluğunu başaramayacaklardır. Yeter ki,
tarihin bizi davet ettiği gerçekten ayrılmadan, Allah rızâsı için seferde
olduğumuzun idrakinde olalım.
İçimizdekilerin
kime hizmet ettiklerinin farkına varalım.
Vesselâm…