Mister Lavrens’ten Abu Dabi Lordu El-İhanet Han’a kadar

Ne hazindir ki, Cihan Devleti’nin yerine kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de “Araplar bizi arkadan vurdu” paranoyası âdeta resmî ideoloji hâline getirilmiştir. Tâbirimi (dostlar) mazur görün, sapla saman karıştırılıyor; bu güruh, ecdâdın hatırasına hürmetsizliği politika hâline getiren SA, BAE, Mısır ve hempalaların değirmenine su taşımış oluyor. Hâlâ aynı terâneyi söyleyen akademisyen kisveli kalemşörler, İslâm’a düşman olup Arapların şahsında İslam’a buğzeden aklı evvellerin işiyle akıl tutulması yaşıyorlar.

ANKARA’NIN Libya ve Doğu Akdeniz hamleleri birçok başkentte -tabiîdir ki- Türkiye’nin milletlerarası konumu üzerine kafaları karıştırdı.

ABD kamuoyu Başkan Trump’un seçimlerin ertelenmesi fikriyle meşgul iken, Avrupa medyası da Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi ile iyice kontrolden çıktı. Bu süreçte uzun süredir dillendirdikleri ”Sultan Erdoğan’a cevap verilmeyecek mi?” sızlanmasını büyüterek bir agresif Yeni Osmanlı yayılmacılığı” suçlamasına geçtiler.

Gündem oldukça yoğun meselelerle dolu…

İçte ise CHP, demokratik (!) Genel Kurul toplantısı ve sonrasındaki ihtimâl hesapları ile çalkalanıyor. Bizim bahsedeceğimiz husus ise Lavrenslerin vazîfesine soyunan BAE tipi fitne mihraklarının dolarlarla temin ettiği Hafter misâli paralı askerlerin ve ikmâlin hâl-i pürmelâlini ve tarihî serencâmını yazmak olacak…

Ankara sesini yükseltti!

BAE’nin Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Türkiye’ye Arap ülkelerinin içişlerine karışmama çağrısında bulundu.

Daha önceleri de adı geçen nevzuhur ülkenin en üst yetkilisi (Dışişleri Bakanı), Medîne-i Münevvere’nin Müdafaa Kumandanı (rahmetli) Fahreddin Paşa hakkında (affedersiniz) küstahça bir ifade kullanmıştı.

Bu ABD ve Batı kuklası nevzuhurların aslında uyum sağlamakta zorlandıkları şey, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle dizginleyemedikleri Ankara’nın yeni aktörlük tanımlaması; Türkiye’nin Suriye, Irak, Libya ve Doğu Akdeniz’deki proaktif adımları ve kararlılığıdır. Eski oyun kurallarını artık Ankara’ya dayatamamalarıdır…

Donanması ve sondaj gemileri ile Doğu Akdeniz’de olan Ankara, kenarda, uzakta şikâyet edip çâresiz mızmızlanan bir başkent değil artık, güç rekabetinin tam merkezinde!

Yine Libya’daki askerî varlığıyla Ankara, Avrupa ve Kuzey Afrika’nın geleceği ile ilgili hem sahada, hem de masada etkin bir yerde. Şeytanî planları bozarak bu koalisyona gerekli askerî ve diplomatik cevabı verdiğinden dolayı Ankara’nın karşısına son olarak sözünü ettiğimiz nevzuhurlar çıkageldi.

Ankara, “Bu yeni gerçekliğin anlaşılması ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun yeni güç dağılımının kabul edilmesine ihtiyaç var. Bu dağılım milletlerarası hukuka dayalı, bölge halklarının rızâsıyla uyumlu ve hakkaniyetli olmalıdır” diyor.

Akdeniz’e en uzun kıyısı olan ülkeyi Doğu Akdeniz enerji denkleminden dışarıda bırakmak boş bir hayâl ve gürültüdür. Bugün köpürtülen Türkiye karşıtı ideolojik kampanyalarsa Ankara’nın kararlılığını zayıflatamaz. Erdoğan’ın, Türkiye’nin yeni aktörlüğü için yaptıkları, olası bir iktidar değişikliğinde bile muhalefetin kaçamayacağı parametreler hâline dönüşmüştür. Şimdi sorumsuzca Orada ne işimiz var?” diyenler, masanın öbür tarafına geçme durumunda Türkiye’nin vazgeçilemez millî çıkarları için nelerin yapıldığını istemeseler de görecekler.

Bölgemizde Türkiye’nin etkisini sınırlandırmak için var gücüyle çabalayanların başında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) geliyor.

Abu Dabi, Kahire’yi Libya’daki iç savaşa sokmak için Türkiye karşıtı bir kampanyanın yürütücüsü rolüne soyunmuştur. Darbeci Sisi’yi teşvik etmek amacıyla Türkiye karşıtlığı üzerinden bir “pan-Arabist milliyetçilik” üretmeye çalışıyor. “Türk işgali”, “Bâb-ı Ali ve kolonici dil” ya da “Arap içişlerine karışmaktan vazgeçmek” söylemler bu çabanın ürünü…

Ancak Vatiyye Üssü’ne yapılan son saldırıdan sonra BAE’nin yıkıcı faaliyetleri Ankara’da gündemin başköşesine oturdu. Daha önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun BAE’ye yaptığı uyarı, geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanı Akar’ın ifadeleriyle yeni bir aşamaya geçti: “Doğru zaman ve doğru yerde hesabını soracağız.”

Bu açıklama seviyesi, BAE’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki aşırı saldırgan operasyonlarının artık katlanılamaz yere geldiğini gösteriyor. Abu Dabi’nin Batı’da lobi için harcadığı paralar, bölgemizde Yemen’den Suriye ve Libya’ya kadar yıkıcı bir rol üstlendiğini örtemez. Katar ablukası ile Arapları ne kadar böldüğünü de gizleyemez. Tabiî Fas, Moritanya ve Tunus’taki manipülasyonlarını saklayamaz.

BAE’nin yürüttüğü yıkıcı faaliyetlere Batı başkentlerinin suskunluğu ise apayrı bir ikiyüzlülüktür.

Osmanlı Cihan Devleti’nin son deminde Arap yarımadası, Şimâl-i Afrika ve Balkanlarda İngiliz, Fransız, Rus ve diğer Batı başkentlerinin casuslarıyla kaynıyor idi. Bunlardan biri vardı ki, her ümmet âşıkı ve dâvâ adamının, adını ve fiilerini bildiği, yaşına göre öğrenmeye çalıştığı casus Lawrence (Lavrens) idi.

Bugünün casusları iş başında!

Osmanlı’nın yüzyıl önceki yıkılışı, değişmeyen aktörler ve amaçlar bakımından bugüne ciddî mesajlar verir. İlginç olanı, o devirdeki bazı kişi ve kavim adlarının yerine bugün yenilerini koyduğumuzda, değişmeyen bir oyunun yeniden sergilendiğinin görüleceğidir.

Şüphesiz bu dönemi soğukkanlılıkla okumak, hainler ve kahramanları dikkatle belirlemek, hepsinden önemlisi de değişmeyen (bugünün moda deyimi ile) paradigmanın esaslarını tarihimizin bu sayfasından okumak ve anlamak hayatîdir. Değilse, “yerimiz kalmayan tarihte” bekâmızın peşinden koşmaya devam ederiz!

Bu dönemin en meşhur aktörlerinden biri, şüphesiz Lavrens’tir. Kısa adı KAFKASSAM olan Kafkasya Stratejik Araştırma Merkezi’nin web sayfasından kısa bir pasaj aldığımız Mister Lavrens ile ilgili yazı, şöyle diyor:

“Adı zihinlerimize kazılı ama yaptıkları hakkında tefekkür düzeyinde âfakî sloganlar dışında pek de malûmat sahibi değiliz. Onun ‘Bilgeliğin Yedi Sütunu’ adlı kitabını soğukkanlı bir zihinle okuduğumuzda kan donduran bazı satırları görür, oyunun tanıdık içeriği ve dahi süre giden mantığıyla yoruma gerek kalmaksızın karşı karşıya oluveririz.

Lawrence’nin yazdıklarını okurken öncelikle onun hain amacını görüyoruz. Arapların nasıl bir soğukkanlı idealle ayartılıp kandırılarak baştan çıkarıldığını, onun satırlarından yoruma hacet kalmadan görmek mümkündür. Aldatarak kazanmak, emperyalizmin değişmez aklı…

‘Herkes rüya görür ama aynı şekilde değil. Gece vakti zihinlerinin tozlu hücrelerinde rüya görenler, gündüzleri bunun boş bir şey olduğunu uyanınca anlarlar. Ama gündüzleri hayâl kuranlar, tehlikeli insanlardır; çünkü hayâlleri gerçekleştirmek için açıkgözleriyle harekete geçebilirler. Ben bunu yaptım. Yeni bir ulus yaratmak, kaybolan bir itibarı yeniden canlandırmak, yirmi milyon Sami’ye millî düşüncelerinde zaten var olan esinlenmiş rüya sarayını inşâ etmeleri için bir temel vermek istedim.’ (T. E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi Sütunu, (Çev. Bilal Çölgeçen, Ankara, 2014, s. 31)…”

Batılı casusların çalışmalarıyla arzulanan vasat oluşmuş, ayrılık için belli bir kıvama gelen Cihan Devleti’mizin bünyesindeki beyliklerde, özellikle Arap yarımadasında savaşın başından beri İngilizlerin Osmanlı yönetimine karşı isyana teşvik ettikleri Mekke Emîri Şerif Hüseyin, İngiltere’ye askerî işbirliği teklifinde bulunmuştu.

Karşılığında bütün Arabistan yarımadasını içine alacak ve kendi idaresine bırakılacak müstakil bir Arap devleti kurulmasını ve Halîfeliğin Türklerden alınmasını istiyordu.

İngiltere, Arap bağımsızlığını desteklemeye hazır olduğunu ve Halîfeliğe de bir Arap’ın getirilmesine çalışacağını bildirdi. Araplar buna mukabil, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra İngiltere’nin Basra ve Bağdat vilâyetlerindeki özel durumunu tanıyacaktı. Ancak İngiltere, Türkçe konuşulan bölgelerle Fransa’nın istediği Suriye kıyılarını, Şam, Hama, Humus, Halep, Musul ve Filistin’i antlaşmanın dışında bırakmıştı.

Şerif Hüseyin ise yalnızca Türkçe konuşulan Mersin ve Adana gibi bölgelerden vazgeçtiğini bildirdi. İngiltere, Şerif Hüseyin’in en büyük rakibi Necid Emîri İbn Suûd ile de gizli bir antlaşma imzalayarak Şerif Hüseyin’e vaat ettiği Necid topraklarında ve Basra Körfezi kıyılarında (Kuveyt hâriç) İbn Suûd’un bağımsızlığını tanımayı taahhüt etti.

İngiltere’nin bu ikiyüzlü politikasından habersiz olarak Halep ve Beyrut konusundaki iddialarını sürdüren Şerif Hüseyin, İngiliz-Fransız ittifakını bozmamak için Suriye ve Lübnan üzerindeki isteklerinin çözümünü savaştan sonraya ertelediğini bildirdi. Türklere karşı savaşa hazırlanabilmeleri için kendilerine para ve silah yardımında bulunulmasını ve barış sırasında Arapların yalnız bırakılmaması konusunda güvence verilmesini talep etti.

Şerif Hüseyin’in İngiliz-Fransız ittifakını bozacak davranışlardan kaçınma yolundaki yazısını senet saydığını ve istenen yardımın yapılacağını bildiren İngiltere, Arapların yalnız bırakılmayacağı konusunda da güvence verdi. İngiltere, Arap ayaklanmasını garantiledikten sonra Osmanlı Asya’sının paylaşılması konusunu görüşmek için Fransa’dan bir temsilci göndermesini istedi.

İngiltere’nin Araplarla gizlice anlaşmasından memnun olmayan Fransa, Beyrut eski konsolosu François Georges Picot’u özel temsilci olarak yolladı. İngiltere de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Mark Sykes’i görevlendirdi. Tarihte buna “Sykes-Picot Anlaşması” denir. Bu anlaşma hakkında Rusya ve İtalya’nın da rızâsı alındı, ancak ana aktör İngiliz ve Fransızlardır.

Bu anlaşma ile kurdurulan ülkelere “cetvel devletçikler” demek daha doğru olur. Bu peyk devletçiklerin başına ise Şerif Hüseyin’in ailesi getirtildi ve yıllar yılı bu ailenin petro-dolar milyarderi prensleri vâsıtası ile Arap-Türk düşmanlığı hep canlı tutuldu.

Türk düşmanlığı üzerine kurulu siyaset sürdürülüyor

Son yıllarda şâhit olduğumuz kimi milletlerarası meselelerde, Suudi Arabistan kaynaklı ve Osmanlı mirasına/medeniyetine yapılan iftiraların hâddi hesabı bulunmuyor. Bu düşmanlığın tarihî arka plânını seri hâlde kaleme alan ve konunun uzmanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, 7 Mayıs 2020 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki yazısında işin vahim boyutunu şöyle aktarıyor:

“Uzun zamandır Türkiye ile yaşanan bölgesel rekabette kullanılan Osmanlı aleyhtarlığı yeni bir boyuta taşınmıştır. Öyle ki, dünyamızın geçtiği bu karanlık tünelde, başka hiçbir konu yokmuş gibi, Salahaddin-i Eyyubî’den sonra Hâdimu’l-Haremeyn (iki kutsal beldenin hizmetçisi) unvanını kullanan Osmanlı sultanlarının Kâbe’ye hizmetleri tartışma konusu yapılmaya başlanmıştır.

Oysa Suudilerin bizzat kendi araştırmaları ile de bu hizmetler defalarca tescil edilmiştir. Bu konuda son yıllarda resmî tarih kurumları olan Daretü’l-Melik Abdülaziz tarafından hazırlanmakta olan Hac Ansiklopedisi’nde -zorunlu olarak- en çok bu hizmetlere yer verilmiştir. Bu konuda Türk araştırmacıların dışında, hem Arapların ve hem de diğer gayr-i Müslim tarihçilerin ciddî çalışmaları vardır.

Ayrıca danışmanlığımda yapılmış yüksek lisans ve doktora tezleri de bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, Osmanlıların Haremeyn’e hizmetlerini tarih tescil etmiştir. Sosyal medya rüzgârı bu hakikati değiştiremeyecektir.

Ancak zihinlerin bulandırılması ve tarih üzerinden iki ülke arasına sokulan husûmetin tamiri uzun yıllar alacaktır. Meselâ birçok dilde bulunan Suraiya Faroqhi’nin (Süreyya Faruki) ‘Hacılar ve Sultanlar’ adlı eseri, Osmanlı sultanlarının hac ve Haremeyn hizmetlerini yıllarca önce ortaya koyarak bugünkü hezeyanlara cevapları hazırlamıştır.

Yine benim birçok yazım dışında, 2017 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İlmî Araştırmalar Dergisi’nde yayımladığım ‘Hac ve İktidar: Haremeyn’de Erken Dönem Osmanlı İmar Faaliyetleri’ başlıklı geniş makalem de bu hizmetleri belgeleriyle ortaya koymaktadır. Tarafsız tarihçilerin tespit ettiği, Suudi Arabistan’ın iktidardaki Kral Salman’ın mensubu olduğu hanedanın kolu, Suudîlerin Arap yarımadasındaki esas yayılmaları ve hâkimiyetlerini genişletmeleri İmam Suûd bin Abdülazîz zamanında (1803-1814) gerçekleştirilmesi ile ilgilidir…”

Bugün zoraki bir tarih oluşturma gayretleri ile Osmanlı Devleti’ne duydukları düşmanlığın ismi altında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne de düşmanlık yapılmakta, ümmet düşmanları ABD, İsrail ile Mısır ve BAE de beraber hareket etmektedir.

Yukarıda arz ettiğim yazıda belirtildiği üzere, Kraliyet Ailesinin resmî tarihçisi Dr. Tallal et-Tureyfi isimli Suudî akademisyenin Zekeriya Kurşun’a verdiği cevap, bir akademisyenden öte, ailenin sözcüsü mesabesindeki birinin Osmanlı Devleti’ne olan tarihî kinini kusmasıdır. Kısacası, Türk düşmanlığı yaparak, ecdâdımızın kölelik müessesesi kurduğunu diyecek kadar aşağılık bir seviyeye inilmektedir.

Bu naçiz fakir akademisyen değildir, lâkin “Doktor” unvanlı Suudî akademisyenin yazdığı, mesnetten azâde, bir kavme duyduğu kinin süslü cümlelerle kurduğu ifadeyi görmektedir. Konunun meraklıları için Kafkasya Stratejik Araştırma Merkezi’nin web sayfasına bakılabilir.

Diğer tarafta, ne hazindir ki, Cihan Devleti’nin yerine kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de “Araplar bizi arkadan vurdu” paranoyası âdeta resmî ideoloji hâline getirilmiştir.

Tâbirimi (dostlar) mazur görün, sapla saman karıştırılıyor; bu güruh, ecdâdın hatırasına hürmetsizliği politika hâline getiren SA, BAE, Mısır ve hempalaların değirmenine su taşımış oluyor. Hâlâ aynı terâneyi söyleyen akademisyen kisveli kalemşörler, İslâm’a düşman olup Arapların şahsında İslam’a buğzeden aklı evvellerin işiyle akıl tutulması yaşıyorlar.

İşin aslını çok kısa ve öz şekilde arz etmeye çalışalım…

Bugüne nasıl gelindi?

Konunun uzmanlarının ortak kanaatleri ve tarihî hakikatler şu istikamettedir:

Mekke Emîri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevî kabilelerini ayaklandırarak 1916’da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun askerî açıdan tayin edici bir değer taşımadığını bilir.

İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği bağımsızlık vaadi ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevî kabileleri, Mekke-Maan hattında yani asıl cephenin gerisinde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.

Asıl cephe, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini arkadan vuran herhangi bir olay olmamıştır!

Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sâdık kalmıştır. Arabistan yarımadasının Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan cephe gerisi dışında Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.

Aynı gerçek, Orta Doğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da şöyle vurgulanıyor:

“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George’nin belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. (Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden) Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları bir istisnaydı.”

Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde omuz omuza çarpışan Arapların büyük yarar gösterdikleri bir hakikattir”. Bu hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir.

Arap milliyetçiliği, 1860’larda, Suriyeli Arap entelektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’na ve yönetimindeki Türklere karşı ciddî bir antipati besleyen bu entelektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken Arapların İslâm öncesi tarihlerine ilgi duymaları bundan kaynaklanıyordu.

Buna karşılık, muhafazakâr Müslüman Arapların çoğu Osmanlı’ya sadâkat duyguları içindeydiler. Hattâ sadece Sünnî Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şiî Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilâfet’e bağlılık duygusu vardı. Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hâriç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı olmadığına” dikkat çekerek şöyle demektedir:

“Görülüyor ki, Arapların ‘millî’ hareketi, esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve Hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça itaat etmekten geri kalmıyorlardı.

Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayâl edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar, Müslüman değil, Hıristiyan Araplardı. Kaynatılan fitne kazanının aksine, Kurtuluş Savaşı’nda da ne kitlesel bir Arap ihaneti, ne de Kürt ihaneti yaşandı.

Aksine Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nı canla başla desteklediler. Mustafa Kemal Paşa, ‘Müslüman kardeşliği’ temasına dayalı propagandasıyla onları kazandı…”

Son söz

Bugün başını Suudi Arabistan ve BAE’nin çektiği, okyanus ötesi ABD destekli Körfez hareketinin Orta Doğu’da, Akdeniz’de, Mağrip ülkelerinde ve Afrika’da Türkiye’ye karşı çıkmalarının arkasında, sömürgeci AB, Rusya ve diğer kolonyal ülkeler bulunmaktadır.

Bütün fitnelerine rağmen bir Türk-Arap hoşnutsuzluğunu başaramayacaklardır. Yeter ki, tarihin bizi davet ettiği gerçekten ayrılmadan, Allah rızâsı için seferde olduğumuzun idrakinde olalım.

İçimizdekilerin kime hizmet ettiklerinin farkına varalım.

Vesselâm…