Misâk-ı Millî kilidini açacak anahtar: İdlib

Bütün dünya şunu katiyetle biliyor ki, Türkiye bir şey hakkında “Yapacağım” dediyse yapar ve zaten yapacağına dair askerî yığınak ve takviyesini de bölgede göstere göstere tahkim ediyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük yığınaklanmasını İdlib’de yapan Türkiye, Rejim çekilmediği takdirde onu süpürmeye başlarsa bu yığınaklamanın gereği olarak Rejimi sadece İdlib’den değil, muhtemelen Hama, Humus ve Halep’ten de süpürür.

İDLİB meselesinin bugün itibarıyla gösterdiği manzara, Astana ve Soçi Mutabakatları ile çözüme kavuşma imkânını yitirdiğidir. Bu mutabakatların rûhu, garantör üç ülkenin (Türkiye-Rusya- İran) İdlib’de bir çatışmasızlık bölgesi oluşturarak anılan bölgeyi saldırılardan emin kılması hakkındaydı.

Ne var ki, bu mutabakata taraf olan ülkelerden ikisi (Rusya ve İran), mutabakatlarla hukukî çerçevesi çizilen bu bölgeye Mayıs 2019’dan beri Rejimi saldırtarak mutabakatın ihlâline bile bile göz yumdular. Bu ikilinin çatışmasızlık sürecinde Rejimi askerî yönden güçlendirerek muhalifler ve dolaylı olarak da Türkiye üzerine sürmesi,  ufukta Türkiye’nin de dâhil olacağı daha büyük bir çatışmayı işaret ediyordu.

Rusya ve İran destekli Rejim unsurlarının İdlib üzerine, Ağustos 2019’dan itibaren Türk gözlem noktalarını da içine alacak şekildeki saldırıları, bu unsurlarla TSK unsurlarını er veya geç karşı karşıya getirecekti.

Ve 3 Şubat 2020 tarihinde bu gerçekleşti!

Bu tarihte Rejim unsurlarının yoğun topçu ateşiyle 7 asker ve bir sivil Türk’ü şehit etmesi, bir süredir anlamını yitirmeye başlayan Astana ve Soçi Mutabakatlarını fiilen olmasa bile şeklen bitirdi. Bu bilinçli ihlâlin, mutabakatın diğer garantörü olan Türkiye’yi hedef alması, İdlib’de iki buçuk yıldır tesis edilmeye çalışılan karşılıklı güveni ve bu güvene dayanan birlikte çözüm üretme iradesini ortadan kaldırdı.

3 Şubat 2020 tarihi, Astana ve Soçi süreçlerinin ölümü anlamına geliyor. Bu tarihte verilen 8 şehit, Türkiye’nin İdlib’de yeni bir yol haritası belirlemesini zaruri kılmıştır. Dünya üzerinde hiç kimse bu mutabakatları Türkiye’nin ihlâl ettiğini söyleyemez. Türkiye, verdiği söz ve yaptığı antlaşmalara sadâkatle uyan ender ülkelerden biridir. Karşı taraf ihlâl etmedikçe yaptığı mutabakatı sorgulamayan tek ülke Türkiye’dir. Ancak mutabakat bozulduktan sonra da tepkisini yüksek perdeden dile getiren, ne yapacağını açık açık söyleyen ve söylediğini lâfta bırakmayıp ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir ülkedir aynı zamanda.

***

Ancak Türkiye’nin söylemlerinin ayağı daima yere basan, hukukî zemini sağlam, ahlâkî ve vicdanî açıdan tutarlı bir yol takip ettiği görülür.

Bu bağlamda, iki buçuk yıldır Rusya ile dikkatli, sabırlı, hassas ve duyarlı bir süreç yürüten Türkiye, 3 Şubat 2020’de maruz kaldığı Rejim görünümlü Rus ve İran saldırısından sonra, pamuk ipliğine bağlı olan bu süreçleri, gözünü kırpmadan kaldırıp bir kenara atmasını da bilmiştir.

Türkiye’nin erdeminden gelen suskunluğunu zaaf olarak gören ve Türkiye’den sadece göstermelik tepki bekleyen Rusya ve İran, hesaplarında ciddî bir yanılgıya uğradı.

Türkiye, kendisine 8 şehide mâl olan bu saldırının, ipleriyle kuyuya inilmez olan diğer garantörlerden geldiğini gayet iyi biliyordu. Bu yüzden 3 Şubat günü Türkiye, örtü altındaki muhataplarına karşı yeni bir pozisyon almıştır. Türkiye’nin yeni pozisyonu, Başkan Erdoğan’ın ağzından dökülen şu cümledir: “3 Şubat saldırısı bizim için bir milâttır.”

Malûmdur ki her milât, bir dönüm noktası ve yeni bir doğumdur. Bu doğum, aynı zamanda eskisini fesheden, eskisiyle hiçbir münasebeti bulunmayan, onu tamamiyle reddeden yeni bir durumun adıdır. Türkiye, 8 şehidin arkasından verdiği beyanatta, sahada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ısrarla vurgulamış ve gereği ne ise  yapacağını karalılıkla açıklamıştır. Bu açıklamayla eş zamanlı olarak, aynı gün içinde 76 rejim unsurunu etkisiz hâle getirmiştir.

Karşı taraf, Türkiye’nin bu beyanatının bir anlık bir esip gürleme mi, yoksa yeni bir iradî sürecin başlangıcı mı olup olmadığını test etmek ve eğer öyle değilse Türkiye’nin azim ve cesaretini kırmak için 10 Şubat’ta Taftanaz’da 5 askerimizi daha şehit etti.

Türkiye bu kez öncekinden daha şiddetli bir tepki göstererek hem 101 Rejim unsurunu etkisiz hâle getirdi, hem de kendisiyle hareket eden muhalif grupları -şüphesiz mühimmat ve uzman desteği de vererek- Rejime karşı taarruza geçirdi. Muhalif unsurların direniş pozisyonundan taarruz pozisyonuna geçişi, Türkiye’nin bu unsurlar üzerinden nasıl bir hareket tarzı izleyeceğini açık ediyordu.

***

Bu öyle bir tutumdu ki, Türkiye, İdlib bölgesinde bazı gözlem noktalarının Rejim unsurlarının ele geçirdiği bölgelerde kalmasına bile aldırmayarak, asla geri adım atmayacağını ve bu müstahkem mevkilere yapılacak en küçük bir saldırının dahi karşı tarafa çok pahalıya patlayacak sonuçlar üreteceğini cesaretle beyan etti.

Rusya ve Rejim ise bu üslerin kuşatıldığını, kıpırdayamaz hâle geldiğini ve âdeta ölüm çemberi içinde kaldığını ortaya koyan bir algı oluşturdu. Sosyal medya aracılığıyla sanki bu mevkilerin ele geçirilmesinin an meselesi olduğuna dair hileli fotoğraf ve görseller servis ederek Türk kamuoyunu, askerlerinin tehlikede olduğuna dair bir algıyla iktidara baskı yaptırmaya çalıştı. Bu arada Türkiye’deki basılı ve görsel medyadaki kalemşör ve yorumşörlerine de psikolojik operasyon talimatı verdi.

Rusya ve Rejimin yanında yer alan bu basın-yayın mensupları, Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında DAEŞ ve PYD/PKK üzerinden ABD ile çatışmasını en ateşli muhafazakâr ve milliyetçi kalemlerden daha hararetli bir şekilde desteklerken, söz konusu çatışma Rejim ve Rusya ile olduğunda birdenbire ağız değiştirdiler. Rusya’yı karşımıza almanın bize çok pahalıya patlayacağına dair bir endişe ve korku pompalamaya başladılar.

Bunlara bakacak olursak, bırakınız gözlem noktalarında durmayı, bir an bile duraksamadan tasımızı tarağımızı toplayarak derhâl hudutlarımıza çekilmeliydik. Rejimi yok saymak tavrından vazgeçmeli, Esed denen kanlı katil ile anlaşıp milyonlarca masumu onun varil bombalarıyla buharlaştırmasını seyretmeliydik.

15 Temmuz’un akabinde TSK’nin en zayıf ve yaralı hâlinde bile yapmayı göze aldığı Fırat Kalkanı Harekâtı’nı, “Türkiye Suriye’ye değil, Amerika’ya girdi” diye alkışlayan, bu kesimdi. Türkiye’nin gücü karşısında emperyalist hiçbir devletin sahada tutunamayacağını ekran ekran savunanlar da bunlardı...

Aynı mantıktan gidecek olursak, İdlib için de, “Türkiye Suriye’ye değil, Rusya’ya girdi” demeleri gerekirdi. Bu konuda tek yaptıkları şey, sadece zihinleri bulandırmak oldu. Kaldı ki, aradan geçen 4 yılda Türkiye bölgesel bir güç olmaktan küresel bir güç olmaya doğru evrilmişti. Bu gerçeğin aksine Avrasya bloku yorumcuları, bizi Fırat Kalkanı döneminden daha aşağı derekede gösteren bir yorum tavrı izliyorlardı.

***

Oysa iki binyıllık bir devlet tecrübesi birikimine sahip Türk Devleti, sahada attığı her adımının ne getirip ne götüreceğine dair 20 ve 40 adım sonrasını hesaplayarak hareket ediyordu. Anlamadıkları buydu. Biz sahaya dönelim…

Sahada câri olan şey, Türkiye’nin Rejime Şubat sonuna kadar verdiği süredir. Türkiye, Rejim unsurlarının bu ayın sonuna kadar tekrar gözlem noktaları gerisine çekilmelerini şart koştu. Bu süre zarfında Rejim girdiği yerlerden çıkmazsa, Rejimi bizzat kendi askerî gücüyle istediği noktaya doğru süpüreceğini ilân etti.

Bütün dünya şunu katiyetle biliyor ki, Türkiye bir şey hakkında “Yapacağım” dediyse yapar ve zaten yapacağına dair askerî yığınak ve takviyesini de bölgede göstere göstere tahkim ediyor.

Cumhuriyet tarihinin en büyük yığınaklanmasını İdlib’de yapan Türkiye, Rejim çekilmediği takdirde onu süpürmeye başlarsa bu yığınaklamanın gereği olarak Rejimi sadece İdlib’den değil, muhtemelen Hama, Humus ve Halep’ten de süpürür.

Özellikle bu bağlamda ABD ve AB’nin -ve elbette buna bağlı olarak NATO’nun- Türkiye’nin yanında yer alacaklarını söylemeleri şeklen de olsa önemlidir. Harekât başladığında bunların hiçbiri sahada bizimle beraber tek kurşun bile atmayacaklardır. Ancak en azından harekâta başladığımızda, yaptırım, ambargo veya sivillerin katli yalanı gibi kara propaganda yapmayacaklar ve muhtemelen el altından da ambargo koydukları mühimmatlara erişimin yollarını açacaklardır.

Bunların samîmiyetine elbette inanmıyoruz. Gölge etmesinler, kâfi!

***

Malûmdur ki, mutabakatların rûhuna uygun olarak Türkiye, şimdiye kadar İdlib üzerinde oyun kurmadı. Sadece sahnelenen oyunları gözlemledi, not etti ve karşı oyunumuzun nasıl olacağını plânladı.

Başkan Erdoğan’ın adlandırdığı bu milât çizgisinden sonra, sahne artık bizim! Sayılı günler içinde siyâsî bir çözüm olmazsa meydana çıkacak ve Rusya, Suriye Rejimini bölgeden çekmezse gereğini yapacağız.

Rusya’nın tam da bu konuda gelgitler içinde ikircikli bir tavır sergilediğini görüyoruz. Rusya’nın Ankara Büyükelçisinin basın mensuplarına verdiği beyanat, bizim zehir zemberek beyanatlarımız konusunda ses ve renk vermeyen Rusya’nın nasıl bir psikoloji içerisinde olduğunu görmemizi sağladı.

Büyükelçi, “Rejimin İdlib’i elde etmeden geri adım atmayacağını” söyleyerek Rusya ve İran’ın neler tezgâhladığını gün gibi açık etti. Elçinin bu beyanı, İdlib’de yaptığımız yığınaklanmanın ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.

Türk devlet aklı, karşı tarafın iki buçuk yıldır bizi sahada oyalayarak neler yaptığını ve neler yapmak istediğini çok sağlam bir şekilde izlemiş ve gerekli harekât plânlarını bu tavrın sahada alacağı pozisyonlara göre belirlemiştir.

Başkan Erdoğan’ın “Rejim çekilmediği takdirde Türk ordusunun karadan ve havadan her türlü imkân ile onu vuracağını ve İdlib’de  masumların imhasına yönelik hava saldırılarına Türkiye’nin müsaade etmeyeceğini” söylemesi de bir hodrimeydan tavrıdır.

Hattâ şu günlerde Rejim helikopterlerinin düşürülmesi, sahadaki unsurların bu imkân ve kabiliyetlere sahip olduğunu gösteren küçük ikazlardır. Karşı taraf bu ikazların sonunun nereye varacağını iyi okumazsa, icra edilecek Rejim süpürme harekâtı, Rejimle savaş mâhiyeti alacak ve Türkiye böyle büyük bir savaşa girdiğinde Rejimi sadece İdlib’den atmakla yetinmeyerek Halep, Hama ve Humus’u da harekât alanının içine alacaktır.

Aynı zamanda Fırat’ın doğu ve batısında yarım kalan operasyonlarını da tamamlayarak Esed rejimini Şam ve Lazkiye arasına sıkıştıracaktır.

***

Harekât başlarsa, adım gibi eminim, Türkiye yüz yıldır uyuyan Mîsak-ı Millî rûhunu uyandırır ve İdlib’den Musul’a kadar uzanan bir hat üzerinden Mîsak-ı Millî hedefini tesis eder.

İdlib, Mîsak-ı Millî’nin paslanmış kilidinin açılacağı bir yer olarak karşımızda duruyor.

Anahtar Türk ordusu, kilitse İdlib…

Ne dersiniz, yüz yılda bir ele geçen böyle bir fırsat tepilir mi?