
SİSLİ İstanbul… Sabah
olmak üzere… Adımlarım koşarcasına; tek başımayım. Hislerim alabildiğine derin,
gözlerimde çocuksu heyecan, ellerim titriyor. Ben geldim İstanbul, çarşaf
çekingenliğin ile el salla!
Üsküdar
sabahının ayazı yüzüme vuruyor. Tuhaf bir tebessüm var dudaklarımda, Kız Kulesi
bana bakıyor. Hoş buldum. İçimden daha da yakınlaşmak geçiyor. Tarihine
dokunmak, o destansı güzelliği ile şuurlanmak…
Vapura
biniyorum. Tost ve çay elimde, soğuk havaya aldırmadan güverteye çıkıyorum. Aylardan
Şubat… Öyle hasretim ki bu şehre; okumak, izlemek ve dinlemek, duyduğum merak
ve özlemi dindirmiyordu. Bir şeyler beni bu şehre çekiyordu. Eyüp Sultan
bağırıyordu: “Çekme üç beş günlük dünyaya esef/ Dayan kalbim üç beş nefes
kadarcık…”
Ayaklarım
beni Eyüp Sultan Mezarlığı’na giden yolda durdurdu. Bedenim dizelerin ağırlığında
kayboldu. Hoş buldum Necip Fazıl, hoş buldum Şah Sultan…
Dört
duvarda sıkışan yüreğimin sesidir Sultanahmet. En eski imparatorlukların
merkezi, birbirine benzemeyen yaşam şekilleri, farklı kültür ve medeniyetlerin evi, Ayasofya’nın
komşusu… Ermenilere, Yahudilere, Musevîlere ve birçok din ile dilden, birçok
insana dost olan semt Balat, Kırmızı Mektep’in evi, Fener Mahallesi’nin
başkenti, hoş buldum.
Ayasofya-i
Kebir Camiî-i Şerifi, ben geldim. Bir Cuma selâmlığında şenlendin. Kilitli
kapılarının ardından göğe erdin. Yüzyıllara aşkın hasretliği dindirdin. Hoş
geldin!
Sanırım
şimdi, biraz dinlence vakti. Satırlarımı süslemek için geri dönüp Çamlıca’ya
çıkmalıyım. İstanbul’u gözlerimin önüne sermeli, kalbimde fotoğraflamalı,
kalemimde saklamalıyım. Sonra bir de Kanlıca yoğurdu… Tabiî pudra şekeri ile
süsleyip yemeliyim…
Tutkuyla
istediğim ve en sona bıraktığım Mısır Çarşısı turuna geçiyorum. Çünkü aradığım
en nadide sahafları burada bulacağımı biliyorum. Ellerin eskittiği sayfalara
dokunmak, yıllar, hattâ yüzyıllar öncesine gidip o mahremiyete sahip çıkmak, ne
büyük…
En
kalbî duygularım burada cirit atıyor. “Keşke”siz yorgunluğum kahve yudumluyor.
İradesi nefsizleşen bedenlerden uzak, ruhumun evveliyata teslimiyeti ne mübârek!
Rüzgâr
arsızlığı
İnsan,
kirlettiği dünyasını bir çırpıda temizleyemez. Mahvolmuş düşlerini bir yudumda
unutamaz. Bir meltemli rüzgâr alıp götüremez ağlatan anılarını. Bir Pierre Loti
Tepesi, bir Beyazıt Kulesi, bir Yaros Kalesi yetmez de insana, hapseder kendini
Yedikule zindanlarına. Ah! Nerede o eski İstanbul?
Maneviyatımın
içime üflediği, zerre “keder” duymadığım tek bir an varsa eğer, bu şehre
tutkum, bu şehirde yok oluşumdur. Kendimden ziyade düşlerimin pervasızlığını, her
adımımda hissettiğim, gölgemden dahi bedenimi sakındığım, sır perdemle İstanbul
âşıklarının son gemisindeyim.
Kelimelerimin
densizleştiğini hissettiğim, avare ruhumun salınıp da ömrünü seyre daldığı
limanda sessizleşmem, bir gerekliliktir. İstanbul, kültürünü, farklı medeniyetlere ev sahipliğini
ve her kesimden insanı özünde barındırışı hem güzellik, hem gafleti bir arada
tutan ruhu ile hiç şüphesiz tektir, özeldir.
Benim
İstanbul’a olan tutkum bundandır. Osmanlı’nın, Bizans’ın, Cumhuriyet’in yegâne
taşları bu toprağın derinliklerindedir. İnsanımın insana olan hürmeti bu şehrin
dilindedir. İsyanım, tutkum ve nutkum, bir hançerli cümlenin sonundadır.
Vicdanım Sahaflar Çarşısı’nın kararmış şakağında, merhametim Çamlıca’nın
eteklerinde saklıdır. Boğaz’ın gürültüsü, “Sessiz Gemi” mısraından doğmadır.
Şimdi gidiyorum. Kalbimi Boğaz’ın eşsiz güzelliğine teslim ediyorum. Seni sana emanet ediyorum güzel şehir! Kendine Yahya Kemal gibi, Orhan Veli gibi, Asım’ın nesli gibi güzel bak. Hoşça kal!