Minimalizm ya da öz İslâm

Artık dişimizi tırnağımıza takarak çalışmak istemiyoruz. Emek, eskisi kadar kutsal değil; yalnızca katlanmak zorunda olduğumuz bir şey... Oysa rızık için hakkıyla çalışan ve verildiği an bunun kimden geldiğini bilen, onun bereketini kaçırmamak için uğraşan, israf etmeyen, sadakasını veren ve şükreden yani her bir aşamada anlamı yakalayabilen bir toplum olsaydık, bugün minimalizmin yerinde yeller esmeyecek miydi?

TIPKI yüzyıllar öncesinin insanları gibi bizler de sonumuzun geldiğine inanıyor, dünyanın daha fazla böyle devam edemeyeceğini düşünüyoruz. Çünkü bugün hepimiz farkındayız ki, hangi meseleye el atsak, elimizde kalıyor. Sağlıktan tutun da eğitime, mimariye, siyasete, insan ilişkilerine, tarihe, doğaya kadar her mesele, insanlığın önünde çözülmeyi bekleyen kargaşa zinciri hâlinde uzayıp gidiyor. Her biri diğerini etkiliyor. Hattâ birindeki ânî kıpırtı, kelebek etkisiyle bir diğerinde fırtınaya dönüşüyor.  

Öte yandan lâf cambazları, ideolojilerle yeni dünya düzeni vaat edip bizleri sözde çözümlerine ikna ediyorlar. Onlarca karşıt düşünce, onlarca farklı akım, bunların taraftarı olmaktan gurur duyan pek çok insanın mücadelesi...

Şahsen çok sıkıldım. Şevk dolu aksiyonlarımızın olması gerektiği yerde, yalnızca günleri tüketmekten çok sıkıldım. İşte ana meseleye dokunduk sanıyorum: Tüketmek… Duraksamaksızın, düşünmeksizin, hiptonize bir uyuşukluk içinde, her açıdan tüketmek...

Artık dünyamız “tüketim-kazanç-başarı” üçlüsünden ibaret bir kısır döngü içinde değil mi? Tüketim çılgınlığı sayesinde para kazanıyor ve kazancımızı pek çok şey satın alarak tekrar döngüye yatırıyor, en nihayetinde de sahip olduklarımız ölçüsünde başarılı addediliyoruz. Sürdürülebilir olmayan, kısa süreli hazlarla bezenmiş bu sistemle nereye kadar gidebiliriz?

En başından başlayacak olursak, ihtiyacımız olmayan onlarca şeyin sahibi bizler, ilginç bir şekilde ihtiyaç duyduğumuz şeylere ise yeterince sahip olmadığımızı düşünüyoruz. Burada bir miktar soluklanıp meseleyi enine boyuna düşünsek iyi olur: İhtiyacımız olup olmadığını biz mi belirliyoruz gerçekten? Bugüne dek eksikliğini hissetmediğimiz bir eşya, nasıl oluyor da birden mecburiyet hissini doğuruveriyor?

Cevabımızı, ne denli çılgın bir reklâm piyasasının içinde yaşadığımızın farkına vararak düşünelim. Çokça başkalarının hayatlarını seyrediyor, tabiatımız gereği onların sahip olduklarıyla kendimizinkileri kıyaslıyoruz. Görkemli düğünler, doğum günü kutlamaları, babyshowerler, hattâ cenaze merasimleri... Bugün hayatlarımız, “gereklilik” ile “dayatma” arasındaki farkı sezmeksizin bir mekanizma hâlinde işliyor. Yeni nişan ritüeli, ışıl ışıl parıldayan masalar hazırlamak oluyor ve bir anda tüm nişan “törenleri” birbirine benzemeye başlıyor. Bu spesifik devrimcikleri kimlerin başlattığıysa hâlâ birer muamma!

Devam edelim...

Modaya uygun yeni kıyafetler, mevcut teknolojik aletlerin yeni versiyonları, sırf dekor olsun diye alınan gereksiz ev eşyaları... Kabul edelim, bunlara muhtaç değiliz. Öyleyse her birine tekrar tekrar yenilerini eklemenin sonu ne zaman gelecek?

Batı’da gün geçtikçe büyüyen bir güruh, bu sorunu tespit edip vah etmenin ötesinde harekete geçmeye başladı bile. Kendilerine “minimalistler” diyorlar. Minimal olanla, azla yetinmeyi hayat felsefesi kabul ediyorlar. Blog yazıyor, kitap çıkartıyor, konferanslara gidiyor, prestijli radyo ve televizyon kanallarına davet ediliyorlar. Yetmezmiş gibi, bir de tüm bu maceralarını belgesel filminde bir araya getirip Netflix gibi çılgın bir mecrada yayınlıyorlar. Daha ne olsun?!

Evet, pek çok kez nefretle söz ettiğimiz reklâm piyasasının hemen her türlüsüne dâhil oluyorlar. Fakat bu çarkı döndürmek yerine ket vurmak için... Evet, popülerleşiyor ve kitleyi yönlendirme gücüne erişebiliyorlar. Fakat bu, o kadar da rahatsız edici bir popülerlik gibi görünmüyor.

Doğru, etkilendik. “Adamlar yapmış be!” deyip durmanın ötesinde, artık sıra, özeleştirimizi yapmaya gelsin o hâlde!

“The (Real) Minimalists”

Bugünün etkin gücünü görmezden gelerek dönüşüm sağlanamayacağında hemfikir olduğumuzu varsayıyorum. Öyleyse neden kitle iletişim araçlarımızı, âdeta kitle imha aracı gibi kullanmaya devam ediyoruz? Neden uzmanlarımız siyâsî kavgalarıyla tartışma programlarımızın çoğunu işgal ediyor da daha yaşanabilir bir hayat kurabileceğimiz noktasında cesaretlendirileceğimiz âkil kimseler tanıyamıyoruz?

Gelin, bir bakalım şu minimalistler dertlerini nasıl anlatmışlar…

Öncelikle Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus (The Minimalists), internet sayfalarında 20 milyonu aşkın kimseye “daha az” ile “daha anlamlı” bir hayat yaşamaları noktasında yardımcı olduklarını ilân ederek başlamışlar hikâyeye.[i] Minimalizmi özgürlüğü bulmada ve hayatlarımıza inşâ ettiğimiz tüketim kültürünün tuzaklarından kurtulmada yardımcı bir araç olarak ifade etmişler. Materyal ürünlere sahip olmanın kötü bir şey olmadığını, minimalizmin yalnızca daha bilinçli kararlar almayı ve amaç odaklı hayat sürmeyi sağladığını, hayattaki fazlalıklardan kurtulmak ve önemli olana odaklanmakla mutluluğun, memnuniyetin ve özgürlüğün bulunabileceğini iddia etmişler.

Leo Babatua, biraz daha pratik yönüne eğilmiş ve basit araçlara, eşyalara sahip olmanın az şey taşımak ve hafif yaşamak anlamına geldiğini, ayrıca daha az stres, pahalılık ve borca neden olduğunu yazmış. Az eşyaya sahip olan minimalist, daha az vakit israf eder; zira onları temizlemek, bulmak veya düzenlemekle zaman harcamaz. Ayrıca bir şeyler alınmalıysa, burada ucuzluğundan ziyade kaliteli olması önem arz eder ki böylece daha uzun süre kullanılabilsin. Zira minimalizm, nicelikten ziyade niteliği önceler.[ii]

Joshua Becker ise, ekonomik özgürlüğün sırrının, daha çok para kazanmanın aksine daha az harcamak olduğunu söylemiş ve şöyle eklemiş: “Kültürümüz daha fazla şeye sahip olmayı dayatıyor. Reklâmlar ise en son modeli ve en iyisini satın almayı… Doğal eğilimlerimiz, hayatlarımızı etrafımızdakilerle kıyaslamaya itiyor. Başkalarını etkilemek için sahip olmayı arzuladığımız şeyleri de eklersek, bir felâket tarifiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla en değerli enerjimizi, başkalarının sahip olduklarıyla kendimizinkileri karşılaştırarak tüketiyoruz. Böylece daha fazlasını isteyerek bitiyoruz. Fakat bu anlık hayâller, istekler, başkalarının sahip olduklarına imrenmeler, bugün bizden keyif almayı ve memnun olmayı alıp götürüyor. Sahip olamadıklarımızı düşünerek çok fazla zihnî enerjimizi tüketiyoruz. Sahip olduklarımızdan memnun olmadaysa başarısızlığa düşüyoruz. Bu bizde, bir şeyleri kaçırıyormuşuz hissine sebep oluyor. Önümüzde, tam da şu an keyif alabileceğimiz onca şey dururken hem de…”[iii]

Yalnızca birkaç minimalistin haklı gördüğüm görüşlerine yer vermekle yetineceğim. Fakat belgeseli de izleyecek olursanız, bizlerin “kutu kadar ev” diye tabir edeceği evlerde ne kadar sade, duru ve dingin hayatlar yaşadıklarını göreceksiniz. Bu insanlar mevcut düzene müthiş bir bilinçle karşı koyuyorlar. Fakat hepsinde gördüğüm ortak bir payda var: Bu hayat tarzını seçmelerinin asıl nedeni, mutluluğu, anlamı ve huzuru yakalamak...

Bugünün problemi, sahip olduğumuz “şeylere” hâddinden fazla değer yüklememizdir. Sağlığımızdan, ilişkilerimizden, kişisel gelişimimizden, tutkularımızdan, birbirimize katmayı arzu ettiğimiz şeylerden daha fazla… Minimalizm, mutluluğu şeylerde değil, bizzat hayatın içinde arar.

Şimdi gelelim bu yazının asıl amacına!

Pek çok yönden Sünnet’e uygun bu hayat tarzının, tamamen dünyevî amaçlara bağlı olarak açıklandığını gördük. Dünyevî mutluluk, dünyevî anlam, dünyevî keyif, huzur vesaire... Fakat ben minimalizmden ziyade, sırf Batı’dan gelmekle bizde de yavaş yavaş önem verilmeye başlayan bu akımın, aslen Allah’ın emri ile Resûl’ün hayatında kâmil hâlini almış bir cevher olarak zaten bulunduğunu hatırlatmak isterim. Bunları bize “kendince” anlatarak dünya görüşlerini parlatıp önümüze koymada başarı gösterense, yine Batı olmuştur.

Resûl’ün kurduğu medeniyetin özünde, hâkimiyeti mutlak olan Allah vardır. Dolayısıyla dünyevî olarak yapıp ettiklerimiz dahi burasıyla sınırlı kalmaz. Eylediklerimizin her birinin somut gerçeklikler dışında anlamları vardır. Yani bizler zaten anlamlı bir hayat yaşadığımızın farkında olarak ömür tüketiriz. “Anlam” derken neden söz ediyoruz? En başından başlarsak, tüm sahip olduklarımızın bizlere geçici nimetler olarak “verildiği” bilinci... Bu bilinç ne kadar sağlam olursa, insanın daha fazlasına tamah etmesi, başkasının sahip olduklarını kıskanarak mutsuz olması söz konusu olmayacaktır. Sorgulanması ve test edilmesi gereken ilk mesele, işte bu bilince ne kadar sahip olunduğudur!

Resûl, “Eğer siz Allah’a hakkıyla güvenip tevekkül edebilseydiniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabah karınları açlıktan çökmüş olarak yuvalarından çıkarlar, akşam karınları doyup şişmiş olarak evlerine dönerler”[iv] buyurmuştur. Yani rızıktan olabildiğince faydalanmak için Allah’ın helâl kıldığı yollarda çalışıp tevekkül eden kimseye rızkın yeteceğinin ilânıdır bu. Bu açık beyanda hırs yok, endişe yok ve yokluk yok! Kısacası ekonomik bir buhran mümkün değil…

Gelelim fazlasına tamah etme meselesine... Resûl, kulların sahip olduğu nimetlerden hesaba çekileceklerini bildirirken, dünya nimetlerinin talebinde orta yollu olmayı tavsiye etmiş, daima yetecek kadar nimet verilmesini istemiş ve öyle duâ etmiştir.[v] Zira böylece hesap gününün ağırlığı hafifletilmek istenmiştir. Burada en hassas nokta, nimetin bereketine tâlip olmaktır. Zira bereket, gözün gördüğü fazlalık değildir. Öyle olsaydı, dünya tarihinin gördüğü en bereketli çağı yaşıyor olurduk. Fakat buna inanacak kadar ahmak değiliz.

Bereket ancak Allah ile kaimdir ve Kerem Sahibine bağlanmayan her niyetin semeresi kısırlığa mahkûmdur.[vi] İşte biz, bugün merkezine Mutlak Hakîm’i koymadığımız her alanda kısır ve anlamsızız! “Yiyoruz ama doymuyoruz” diyen ashabına “Yemeği topluca yiyin ve başlarken Allah’ın adını anın ki bereketli olsun”[vii] öğüdünü yaşayamadığımızdan mıdır toparlanamayışımız? Ne bir aradayız, ne Allah’ı anıyoruz!

Dünyevileştik. Ne acıdır ki, bir putperest kadar dünyevileştik! Makineleşmenin getirdiği hız ve kolaylık başımızı döndürdü. Artık dişimizi tırnağımıza takarak çalışmak istemiyoruz. Emek, eskisi kadar kutsal değil; yalnızca katlanmak zorunda olduğumuz bir şey... Oysa rızık için hakkıyla çalışan ve verildiği an bunun kimden geldiğini bilen, onun bereketini kaçırmamak için uğraşan, israf etmeyen, sadakasını veren ve şükreden yani her bir aşamada anlamı yakalayabilen bir toplum olsaydık, bugün minimalizmin yerinde yeller esmeyecek miydi? Her bir uğraşımız ibadet hükmünde olmayacak mıydı? Allah sevgisinden başkasını katmadan, şirkten arınmış, pak bir kalple Cennet’e tâlip olmayacak mıydık?

İnsan, yükselmek üzere kurgulanmış fıtratını maddî bir yükselişle tatmin etmeye çalıştığı ve mutluluğun nicelikle mümkün olduğuna inandığı sürece, tüm bu kargaşamız da devam edecek. Peki, bu denli pas tuttuktan sonra o eski güzel günlere dönmek mümkün mü? Nûh Tufanı’nın ardından yaşadığımız dünya düşünüldüğünde, Allah’ın kudretinden sual olunamayacağı aşikârdır sanırım. Öyleyse bugün beylik lâflar etmeden başlayalım, İslâm medeniyetini yeniden kurmadan evvel İslâm oluverelim. Îman edelim, tatbik edelim.

Merkezimiz dairesinde yaşamakla zaten pek çok meseleyi ardımızda bırakacağımızdan söz ettik. Bugün pratik olarak ilk yapmamız gereken şey, daha azıyla yetinmenin mümkün olduğuna inanmaktır. Nicelikten ziyade niteliği ön plânda tuttuğumuz, belli bir amaca hizmet eden şeylere sahip olmalıyız. Elde ettiğimiz maddiyat ölçüsünde değer göreceğimiz anlayışını rafa kaldırıp şahsiyetimize yönelmeliyiz. Daha sonraki adım ise, “fazlalıklardan kurtulabilmek”... Neyin sahiden gerekli, neyin gereksiz olduğuna karar vermeliyiz. Bize yük olan tüm fazlalıkları ihtiyacı olanlara dağıtabilir veya ikinci el olarak satabiliriz. Zira böylece israftan kaçınmış olur, sadaka ile de şükrümüzü edâ etmiş oluruz.

Kıyamet kopuyor olsa dahi ağaç dikmekle mükellef olan bizler, bu kargaşadan da, bu çarkın dişlisi olmaktan da erdemli bir duruşla, îmanımızı ihlâsla koruyarak sağ salim çıkacağız Evvel Allah!

 


[ii] http://mnmlist.com/minimalist-faqs/

[iv] Hadislerle İslâm, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1.Cilt

[v] Hadislerle İslâm, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1.Cilt

[vi] Hadislerle İslâm, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1.Cilt

[vii] Hadislerle İslâm, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1.Cilt