Mimarî ve tesir

Bir ağaca tırmanamadan, bir kediyi sevemeden, bir çiçeğin domurunu, goncasını, kokusunu adını, mevsimini tanıyamadan, bir çayırlıkta koşup yuvarlanamadan, taze biçilmiş otu yağmur sonrası toprağı koklayamadan, şimşekleri, yağmuru, kar yağışındaki mucizevî estetiği duyumsayamadan, ulu bir ağaç altında uyuyup şahane rüyaların güzel tesirleriyle uyanarak engin mavi göğe bakarak hayâl kuramadan yaşıtlarıyla dostluğun, arkadaşlığın, yarenliğin kısacası hayatın provasının yapıldığı bir sokak köşesi belleyip orada heyecanlı toplanmalar yaşayamadan, komşu mahallelerle boş arsalarda, çayır çimende maçlar yapamadan, kuşların adını bile doğru dürüst bilemeden büyüyor artık çocuklar..

ÇÜNKÜ… Şehirlerin dilsiz münadileri vardır: Günün her saatinde, yılın her mevsiminde dilsiz dudaksız, sözsüz ağızsız münadiler!

Türk’ün izzetli asırlarının silinmez damgasını taşıyan nice ulu şehirde İstanbul’da, Bursa’da, Antalya’da, Konya’da, Tokat’ta, Erzurum’da, Bolu’da... Yazın bunaltıcı günlerinde ahaliyi serin, sükûnetli, estetik varlığıyla kuşatan ve huzur iklimine çeken cami, bedesten, çarşı ve hanlarıyla -itirafı adeta ayıp sayılan bir hayranlıkla- insanları cezbeden mimarî eserleri...

Onlar ki güneşi, gölgeyi, yağmuru, baharı, hazanı, ümitvâr sabahı, upuzun gölgeli ikindiyi, yorgun akşamı, dinlendirici geceyi,

sanatındaki vüs’atiyle teshir eden münadiler! 

Her vakitte farklı bir lisan ile her mevsimde farklı gölgeleriyle, özgün varlığıyla konuşur hatta sadece konuşmaz, nida eder! 

Kimi vakur, kimi süslü, kimi çalımlı, kimi kutsi fakat hepsi de asil klasik yapılardır bu sözden ari münadiler!

Kimi Selçûklu, kimi devr-i Osmani’den kalma dinî, sivil mimarî temsilcisi ulu yapılar... Onlar ki biz fanilere, hayatın sıkıcı bir tekrardan ibaret olmadığını, dünyaya insan ilâvesi her ögenin çirkin olmadığını anlatır! Onlar ki tarihin yıpratıcı sınavından geçip, yara bere içinde, binbir dert ile bugünlere ulaşabilmişlerdir.

Hele bazısı, sanki öte dünyadan fısıldar...

Hâssaten Osmanlı dinî/ sivil mimarî unsurları olan mehabetli Selatin camileri, küçük munis mahalle mescitleri, türbeler, zaviyeler, tekkeler, medreseler, hanlar, hankâhlar, hamamlar, sebiller, çeşmeler, konaklar, köşkler, yalılar… Hatta mezar taşları!

Onların cesâmeti, ruhâniyeti, geçmişten şimdiki zamana neleri ulaştırır, neleri anlatmaz ki!? 

Mazinin nisyan odalarına kilitlenen nice zarafet, tebessüm ve tecessüm eder varlıklarında! Tabiatla uyumlu, fıtrata uygun, mahlûkata faydalı, ruhu teskin edici, görünümleriyle sakinlerini içeriden, mücavirlerini dışarıdan mesut eden eserler...

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “barınma” en temel ihtiyaç olarak tanımlansa da, klasik mimarimiz, barınma dışında insanın kendini gerçekleştirme ihtiyacına da cevap verecek, buna zemin oluşturacak derinlik ve anlam yoğunluğu içerir!


Girişinden nihayetine, çarşı pazarından merkezi mekânlarına kadar neredeyse bütün kadim şehirlerimizi esareti altında kimliksizleştiren modern mimarî kuşatması ne vakit kırılabilirse, bu milletin tarihi, kültürel, dinî birikim ve mirasının bileşkesi olan millî kimliğimizin hepten silinmeyeceğine dair bir yel esmiştir gönüllerimizi ferahlatan ve hâlâ umut var demektir istikbale dair…


Bir mahalle mescidi minaresiyle, yanı başındaki çınarın, servinin devamı, kubbesiyle göğün yeryüzüne inmiş hâlidir adeta. Tabiattaki her varlık nasıl ki insana hizmet, ona fayda ilkesiyle yaratılmış ise, klasik mimarimizin eserleri de bu gayeyi inşâının ilk hedefi kılmıştır

Bunlar, aynı zamanda, bânilerinin devr-i hayatlarındaki sanat, ustalık birikimleri yanı sıra ustasının gönül ve zihin iklimini de muhtevi kesafette eserlerdir.

Misâl, bir ahşap tavan göbeğine işlenen nakışlardaki girift desenler, ecdadın, hayatı nasıl bir cennet hayâliyle kuşanarak hissettiğini anlatır.

Bir Selatin camii revaklarından mükebbiresine, oradan son cemaat mahfiline, devâsa filayaklarından asumani görkemli kubbesine kadar, müminlere İslâm’ın kâinat ve yaradılış tasavvurlarını tecsim eder.

Duvarlarda her biri külli kaide, İlâhî neşve, çiçekleyen hüsn-i hat şaheserleriyle müdavimlerini beş vakit Cennet’e kılavuzlar, Cehennem’den hazer kıldırır.

Cemaat, o güzeller güzeli mihrap işlemelerini seyre dalmışken minberin merdivenleriyle, deni dünyanın bayağılıklarından kurtulup basamak basamak bir yüceliş mâkâmındadır!

Buhranlı bir günün ortasında, insan kalabalığı, nobran davranışlar ve modern dünyanın hızla yok ettiği klasik mimarî estetiğinin yerine montajlanan seri üretim, pragmatik, çirkin sokakların darladığı yüreğinizi, her nasılsa ayakta kalabilmiş bir eski zaman evi, hâlâ gülümseyen cumbalarıyla ferahlatır!

Bu dilsiz münadi, süslü ahşap kapısına iki yandan devreden zarif mermer basamakları ve harikulâde el işçiliğiyle, zanatinin zirvesinde bir demircinin elinden çıkmış ferforje korkuluklarıyla önce hayrete düşürür sizi, sonra hayran bırakır kendine!

Dış dünyayı içeriden mahremin fısıltılı inceliğiyle ayıran ahşap çerçeveli ve kepenkli pencereleriyle ferahlatır. Siz o ahşap yapıyla sessizce hasbıhal ederken adeta yıllar önce kaybedilmiş bir sevdiğinizi, etkileyici bir rüyada diri hâliyle görmenin şaşkınlığı ve taşkın sevinciyle dolar içiniz.

Bundandır, son asrın kudretli devletlûleri, müstagripleri, dejenere zevat, onlarca yıl saldırdılar klasik mimarinin öksüz, kimsesiz son bakiyelerine!

Tarihten, dinden, milletten, örften ve insanlıktan fukara bu yıkıcı köksüz dikta hücumu öyle bir kıskançlık ve nefret nöbetine dönüşmüştü ki geçmişin hatırasını, büyüklüğünü, asaletini, ulviyetini çağrıştıran İslâm Türkçesinin kelimelerini kültürden, edebiyattan, eğitimden TDK marifetiyle attığı gibi klasik mimarinin irili ufaklı, sağlam yaralı hiçbir ayrım yapmaksızın önüne çıkan birçok yapısını yıktı, yerle bir etti.

Arsaları üzerine geceyi günahlarla mezceden gazinolar, rantı karakterinin vasfına dönüştürmüş tek partili türedi elit ailelerin renkli, zengin, müsrif hayatlarına gelir kapısı olan apartmanlar, iş hanları, sarhoş serkeş için yuvalanma mekânı parklar, meyhaneler yapıldı.

Geçmişe dair ne varsa, özellikle en müşahhas hâliyle klasik yapılar bir masalın, kıskanç kötü kahramanlarının kiniyle, güzelliği üvey kardeşlerinde nefret uyandıran Külkedisi gibi sefalet ve çirkinlikle örtüldü ve hâlâ yaz(a)madı bu kötülüğü hiçbir tarih.




Çünkü mimarî, bir toplumun tüm manevî değer ve hükümlerinin, inanç ve hayat felsefesinin soyuttan somuta taşınmış en nihai hâlidir!


Nevzuhur şehirler, semtler, mahalleler, çarşılar, avm’ler, caddeler, matematiksel dizilimlerle yapılmış parklar ve en fecisi ruhsuz kat istiflemeleriyle yığılmış siteler, apartmanlar; hâlâ kalbi olanın, estetik, sanat, zarafet kaygısı taşıyanın, hâlâ “eski adamlar”dan biri olarak kalabilenin, hâlâ içinde soylu bir yolculuk yaparken o yolculuğu menziline erdirmeden dışarıyı hakikatiyle göremeyeceğini bilenin, insana hâlâ “hazreti insan” nazarı kılabilenin kısacası İslâm’ın inşâ ettiği bir insan olma derdindeki herkesin zindanıdır…

Çünkü mimarî, bir toplumun tüm manevî değer ve hükümlerinin, inanç ve hayat felsefesinin soyuttan somuta taşınmış en nihai hâlidir!

Yani bir şehrin kuşbakışı manzarası, o şehrin sâkinlerinin kalbi ve beyninde ölçülendirdiği fikriyatı ve hissiyatının çıplak gözle görünür hâlidir.

Aslında, daha feci olan akıbet; şehri inşâ etmek yerine üreten yozlaşmış ahalinin yeni nesillerini bu defa o şehrin bir ölçüde ürettiği gerçeğinden gafil hâlleridir.

Şehir, inşâ ve imar edilirken, diğer taraftan şehir de sakinlerini inşâ eder.

İmar ve inşâ yerine imha ve üretim sarmalında bir şehrin kimliğine hayvanî saldırılarla dalan ilkellere dur denilemezse, çocukları kimliksiz ve idealsiz kitlenin bir ferdine dönüştürür şehir.

Bir bakıma tarihî ve geleneksel şahsiyetini lain saldırılarla, kudurgan iştahla yok eden hainlerinin çocuklarından alır intikamını şehir! 

Onların çocuklarının kalbini, duygularını gölgede kalmış çiçek gibi zayıflatarak, ruhlarını çalarak, üst üste abanarak birbirinin göğünü, güneşini gölgeleyen; müteahhidinin kazanma hırsının mamulü ve malulü apartman nam bu çirkin yığıntılarda doğan büyüyen çocuklar…

Bir ağaca tırmanamadan, bir kediyi sevemeden, bir çiçeğin domurunu, goncasını, kokusunu adını, mevsimini tanıyamadan, bir çayırlıkta koşup yuvarlanamadan, taze biçilmiş otu yağmur sonrası toprağı koklayamadan, şimşekleri, yağmuru, kar yağışındaki mucizevî estetiği duyumsayamadan, ulu bir ağaç altında uyuyup şahane rüyaların güzel tesirleriyle uyanarak engin mavi göğe bakarak hayâl kuramadan

yaşıtlarıyla dostluğun, arkadaşlığın, yarenliğin kısacası hayatın provasının yapıldığı bir sokak köşesi belleyip orada heyecanlı toplanmalar yaşayamadan, komşu mahallelerle boş arsalarda, çayır çimende maçlar yapamadan, kuşların adını bile doğru dürüst bilemeden büyüyor artık çocuklar..

Hiçbir güzelliği sadece “güzellik” olarak tanıyamadan büyüyor çocuklar…

Çünkü bu gayritabii, kitch yığın, yani modern mimari, çocukların sanat, estetik, bedii kabiliyet, mahlûkata şefkat ve merhamet melekelerinin gelişimine manidir!

Çünkü, mekânın da insan, hususiyetle çocuklar üzerindeki tesiri reddedilemez bir gerçeklik.

Eskiler “şerefü’l mekin bil mekân” demişler. Yani bir mekânın şerefi, kıymeti, orada bulunanlarladır.

Bu söze şu ilâve, günümüzdeki mimarî-insan ilişkisini daha netleştirecektir sanırım:

Mekânın ruhu, insanı kuşatır!

Bu meyanda, artık neredeyse hepsi de birbirinin kopyası olan binalar, bunlarla örülü sokaklar, soğuk, itici, her daim birbirine mesafeli siteler, rezidanslar “mahalle” namındaki ailevî sıcaklığı, hususî ve özgün mekânı yok etti!

Selamsız karşılaşmalar, merhabasız komşuluklar moda, sohbetsiz meclisler, misafirsiz evler, yeni kent mimarisi(!)nin mütemmim cüzü!

Hatta, komşuluk, geçmiş asırların terkedilen bir rüknü artık!

Yan yana ve üst üste dairelerde bireysellik tohumuyla yalnız, mutsuz, kimliksiz ve umutsuz çocuklar hasat ediliyor!

Özellikle şehir, “kent”e evrilince, ulu şehirler sükût etti, insanlık gibi!

Harcına haram karıştırılmadan inşâsı gayrıkabil, göklere meydan okurcasına yükselen iri, ışıltılı, kibirli yapıların çoğu seküler meskunlarında da “haram-helal” kaygılarının olması zaten beklenmiyor artık!

Yesrib’den Medine’ye, oradan İslâm medeniyetinin menbaı asil şehirlere giden yolculuğumuz, kent adlı kimliksizliğe ve bayağılığa mahkûm yerleşimler tarafından kesintiye uğratıldı! 

Şimdi Modern megakentlerin yığıntıları ardında bırakılan kadim şehrin öksüzü nice klasik yapı, işiten ve hisseden biz mahzun azınlığa bir tatsız hikâye anlatmakta, bir daha gelmeyecek o şehametli fütüvvet ve marifet, fetih ve gaza devirlerine ağıtlar yakmakta! Onların içli enini ve sessiz hıçkırıklarını işitenlere selam olsun!

O münadiler ki mümin mütevekkil, muttaki her daim fıtrat üzere yaşayıp öte âleme göç etmiş ecdada bir selâm ve rahmet duası göndermekte...

Girişinden nihayetine, çarşı pazarından merkezi mekânlarına kadar neredeyse bütün kadim şehirlerimizi esareti altında kimliksizleştiren modern mimarî kuşatması ne vakit kırılabilirse, bu milletin tarihi, kültürel, dinî birikim ve mirasının bileşkesi olan millî kimliğimizin hepten silinmeyeceğine dair bir yel esmiştir gönüllerimizi ferahlatan ve hâlâ umut var demektir istikbale dair…