Millî yönetim modeli ve İslâmî adalet sisteminin menzili

Siz hiç Suudi Arabistan’ın demokrasi ile yönetilmesi gerektiğini duydunuz mu İngiltere’den, Fransa’dan, ABD’den? Peki, ya Arap Kraliyet Ailesinin adaletsiz bir yönetim gösterdiğinden endişe etti mi hiç o ülkeler? Ama İran, Türkiye, Çin, Rusya ve kontrol dışı tüm zayıf ülkeler için hep aynı endişeleri duydu Batı’nın demokrasi ve adalet savaşçıları.

“DEMOKRASİ” dediğimiz kavram nedir ki; Batı’nın, kendisinden zayıf ülkelere empoze etmeye çalıştığı ve kâğıt üzerinde doğru olsa da uygulamada menfaat karşılığı değişebilen kuralları olan bir dayatmaca…

“Hukuk” ve “adalet” yaygarası koparanlar da kendi koydukları kuralları kendi lehlerine esnetme, hatta gerektiğinde değiştirme hakkını adalet zannetmemizi istiyorlar.

Yani demokrasi de, adalet de ne bir kurallar bütünü, ne de standardı olan kavramlar. Standart olmayınca hem kötü niyetli kullanıma uygun, hem de ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun yanlış uygulanması mümkün hâle geliyor.

Aslında bir devlet yönetim şekli olarak tarif edilmiş olan demokrasi, toplumsal hayatın her alanına yerleştirilme eğiliminde. Ancak teorik olarak kulağa hoş görünse de pratikte mümkün görünmüyor uğraş. Düşünsenize üç çocuklu bir ailede çocukların birlik olup anne-babaya dilediklerini yaptırma özgürlüğünü... Ya da şirket çalışanlarının çoğunluğu sağlayıp karar mekanizmasında patronu devre dışı bıraktığını…

Devlet yönetiminde bile oy veren tüm vatandaşların temsil hakkını -en demokratik ülkelerde bile- garantiye alamayan sistem, sadece “kanun önünde eşitlik” kavramı ile kendini kurtarmaya çalışıyor.

Adalet ise bütün dünyada hem kanun koyucunun, hem de uygulayıcının insafına kalmış durumda. Hele o adalet, bir ülke tarafından başka bir ülkeye getirilmek isteniyorsa, sonuç her zaman bir facia!

İngilizlerin Hindistan’da bıraktığı, Türkiye’ye dayattığı, Kıbrıs’ta unuttuğu, Fransa’nın Afrika çöllerine gömdüğü, ABD’nin Irak’a, Libya’ya, Mısır’a, Afganistan’a götürdüğünü iddia ettiği demokrasi ile kendi ülkesinde uyguladığı demokrasi arasındaki farkları yazmaya sayfalar yetmez.

Irk, din veya cinsiyet ayrımı yapmaksızın eşitliği savunan Batı’nın kendi ülkesinde Zencileri ikinci sınıf vatandaş sayması, Müslüman kadının örtüsüne sınırlama getirirken Yahudi’nin kippasına karışmaması, camilerden ezan sesi yasaklanırken İslâm ülkelerinde kilise çanı duymak istemesinin yanında neredeyse toplumsal cinsiyet eşitliğine indirgemeye çalıştığı adalet, ne kadar âdil dersiniz?

Doğruyu bilmek, bulmak ve kurmak bugünkü dünya düzeninde zor elbette. Aslında tüm dünya için arzu ettiğimiz, demokrasinin de, adaletin de en doğrusu. Bunun için de kendimizden başlamak zorundayız. Fakat kendi içimizde bile Batı’nın dümen suyuna o kadar girmiş bir kitle var ki bütün bu dayatmaları (hâşâ) Allâh’ın kanunu gibi kabulleniyor. Bunun sonucunda da 29 Ekim kutlamalarında, bayrağa sarılı çocukların Atatürk büstüne karşı secde ettiği, çarşaflı bir kadınla “asrî” zannettikleri kısa etekli, ojeli, makyajlı, şapkalı, çantalı bir kadın arasındaki aşağılayıcı ders görüntülerinden kurtulamıyoruz.

Tek partili sistemi demokrasi gibi yutturmaya çalışanların, halkın yarısının oyunu alarak iktidara gelen Erdoğan’ı diktatörlükle suçlamasına katlanmak zorunda kalıyoruz.

Siz hiç Suudi Arabistan’ın demokrasi ile yönetilmesi gerektiğini duydunuz mu İngiltere’den, Fransa’dan, ABD’den? Peki, ya Arap Kraliyet Ailesinin adaletsiz bir yönetim gösterdiğinden endişe etti mi hiç o ülkeler? Ama İran, Türkiye, Çin, Rusya ve kontrol dışı tüm zayıf ülkeler için hep aynı endişeleri duydu Batı’nın demokrasi ve adalet savaşçıları.

Bizim için daha çok endişe duyacaklar. İçeriden ve dışarıdan bizi hizaya getirmek için ellerinden geleni yapacaklar. Dik duranları indirip, eğilip bükülecek olanları ise iktidara getirebilmek için didinecekler. İki kilo patatese, üç beş dolara ülkesini satmaya hazır olanları besleyecekler. Rızkı verenin Allâh olduğunu bilmediklerinden, Allâh’ın yoluna baş koyanların başını yemeye çalışacaklar.

Ama…

Başkan Erdoğan’ın her zaman dediği gibi, “artık eski Türkiye yok”! Bu da bizim, dayatılmış sistemleri vazgeçilmez zannetmek yerine millî politikalara yönelmemizle mümkün oldu. Bu, her ülke için aynı sonucu doğurmayabilir. Ama Türkiye, binlerce yıllık Türk kültürü ve İslâm öğretisiyle, kendi sistemini oturtabilecek güce sahip bence.

Batı’nın dayattığı demokrasi ve adaletin yerini, millî yönetim modelleri ve İslâmî adalet sistemi aldıkça, gücümüz daima büyüyecek, menzil daha da yaklaşacak. Osmanlı’ya boyun eğenler, biz doğru yolda yürüdükçe Türkiye’nin önünde diz çökecekler.

Türkiye haksızlığa karşı dik durdukça, sömürge zihniyetinin sahipleri geri adım atmak zorunda kalacaklar. Ki bunu, son “büyükelçiler krizinde” de yaşadık.

Allâh ömür versin, Erdoğan ile geçen her gün Türkiye ve İslâm için büyük bir şans olacak. Ve Batı’nın diz çöküşüne daha çok şahit olacağız inşâallâh.