Tam bağımsızlık yolunda yarından tezi yok: Millî seferberlik hareketi

Türkiye muazzam bir başarı elde etmiş hâlde, süper güçlerin yüz senede ulaştıkları seviyeye 20-25 yılda ulaşmak üzeredir. Özellikle SİHA teknolojisi başta olmak üzere, millî muharip uçağı Kaan’dan Altay tankımıza, füzelerimizden SİHA’larımıza, uçak gemimizden denizaltılarımıza kadar beş yıl sonra süper güç seviyesine ulaşmış olacağız. İşte tüm bu başarı hikâyesinin başkahramanı Sayın Erdoğan’dır.

ARTIK zamanıdır. Yarını yoktur. Bu dâvâ, Cumhurbaşkanımız

Recep Tayyip Erdoğan’ın omuzlarında yükselmişse, omuzlardan düşmemelidir. 22 yıllık kazanımlar kaybedilmemelidir. “Keşke” demek lüksümüz de yoktur. Kişisel ihtiraslara, kişisel kavgalara ve kişisel hesaplara, bu dâvânın gelinen bu noktadan sonra harcayacak ne vakti vardır, ne de takati.

Hayat öyle bir süreçtir ki, insanla arasındaki mücadele, yeri geldiğinde bir boks maçına benzer. Hayat mücadelesinde bir yumrukta yere düşebilirsiniz ama ayağa kalkmasını da bilmelisiniz. Kalkmazsanız, işte o zaman kaybedersiniz. Bunun gibi, bugün ayağa kalkmazsak, bu hâl, 22 yılın bütün kazanımlarının yok oluşu olur. Ve yarın “Keşke” demenin hiçbir anlamı kalmaz.

Tarihimiz nice dersle dolu. Sultan Abdülhamid’in ihanetlerle tahttan indirilişinin ardından, o ihanet edenlerin daha sonraki keşkeleri ne yazık ki hiçbir işe yaramamıştır.

10 Şubat 1918 günü Büyük Sultan ahirete irtihal ederken, savaşın ağır yaralarının halkın vicdanında açtığı gedikler giderek büyüyor ve her geçen gün cephelerden gelen kayıp haberleri, açlık, sefalet ve yokluk dalgaları kabardıkça kabarıyordu. İşte tam da böyle bir ortamda vefat haberi gelmişti Sultan’ın. Ve o gün bir şairin ciğerinden kopup satırına düşen şu mısralar, bir devrin ibret aynası gibi gözümüzü kamaştırmaktadır: Sen değil, na’şın hükümdar olsa elyâkdır bize/ Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus.”

Yani şunu diyordu bağrı yanık şair:Sen fazla gelirsin, şu tabutunu hükümdar yapıp tahta çıkaralım. Senin tabutun bile şu İttihatçılardan daha iyi yönetir devleti…”

“Mıh gibi söz” derler ya, tam da öyle. Zira o, dağılan tesbihin imamesiydi. Sultan İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilme alçaklığından sonra memleket uçurumlardan uçurumlara fırlatılırken, vaktiyle Sultan’a etmediği küfür kalmayan Süleyman Nazif gibiler, birbiri ardınca pişmanlık şiirleri döktüreceklerdir amma ne çare!

Meselâ: “Padişahım gelmemişken yâda biz/ İşte geldik senden istimdada biz/ Öldürürler başlasak feryada biz/ Hasret olduk eski istibdada biz// Dem be dem coşmakta fakr u ihtiyaç/ Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç/ Memleket matemde, öksüz taht u taç/ Hasret olduk devr-i istibdada biz.”

(Padişahım seni anmaya dahi gelmemişken, şimdi senden yardım istemeye geldik. Bunlar feryat edeni dahi öldürüyor, hasret kaldık senin istibdadına. Her an coşmakta fakirlik ve ihtiyaç; ocaklar sönüp susmuş, milletse aç. Ülke matemde, öksüz taht ve taç. Hasret kaldık istibdat devrine.”

Dünden bugüne ders gibi değil mi? Bugünün bazı zevatının yarın bunları seslendirmeyeceği ne malûm? O nedenle tarihî ders önümüzdeyken, yarın için “Keşke” yok. Keşke demek, ihanet demek, biline!

Doğrudan değil, yanlıştan vazgeçilmeli

Diyeceğim şu ki, kazanımlar kaybedilmesin, tarih tekerrür etmesin. O nedenle bugün “millî seferberlik” diyoruz. Bu bir çağrıdır!

Sessiz çoğunluk diyor ki, “Bu ülkenin tertemiz milliyetçi muhafazakâr çocuklarının mevcuttaki devşirmeleri kenara alıp vazife başına geçme zamanı geldi!”.

Evet, bu kutlu dâvâyı tekrar muzaffer etmek için mücadele vakti! Tekrar dirilmek için yenilenme vakti geldi. Muhtaç olduğumuz kadrolar için seferberlik vakti geldi. Bu kutlu dâvâya ömrünü adamış nice yiğit dâvâ eri, yeni dönemde seferberlik için hazır kıta. Sadece güç toplamayı bekliyor. Nice vatan evladı ilk günkü aşkla çalışmaya adanmış hâlde, yorulan kardeşlerimizden bayrağı alarak daha yukarı taşımak için bekliyor.

Her kardeşimiz değerli. Ama hizmet yarışında güce güç katacak heyecana ihtiyaç var. Ve bu heyecanın ilk ateşi 1 Nisan sabahı yandı. O nedenle diyoruz ki, “Sultan Abdülhamid’e içeriden ve dışarıdan yapılan ihanetlerin sonucunda kaybedişleri unutmayalım”.

Milletin iradesinin üzerinde irade olmadığı gerçeği karşısında boynumuz kıldan incedir. Milleti kucaklayan teşkilat adamları lâzım. Toplumun değerleriyle çatışan değil, hizmet için yarışan vekiller lâzım. Yanlışa yanlış, doğruya doğru diyecek, milletin adamları lâzım. Toplumda ve teşkilatlarda kaybolan adalet duygusunu tekrar tesis edecek serdengeçtiler lâzım. O nedenle, tarihe nizam veren bu milletin bir evladı olarak, “Ben de millîyim, ben de vatanımı ve bayrağımı seviyorum” diyorsan, durduğun yerden, yaptığın tercihlerden, aldığın kararlardan emin olmak boynunun borcudur.

Sevgili dost, adalet, devletin bekâsının temel şartıdır. Adalet sadece adliyede değil, devletin her kurumunda şarttır. Adalet sadece bir hâkimin, bir savcının iki dudağı arasından çıkan sözde saklı değil, bu milletin gönül verdiği liderlerin ve yöneticilerin dâvâ adamlarına karşı göstereceği hakkaniyette de saklıdır. Siyasetname yazarları, “Mülk küfür ile payidar olur, ancak zulüm ile asla” diyorlar. Önemli olan, halkta adalet duygusunun tesis edilmesidir. Yapılan işlerin adaletli olmadığı duygusu, devlet ve toplum düzenini zedeler. Ki bugün en tartışılır konu bu olmuştur maalesef.

İktidarın itikatlaştırılması ve devletin kutsanmasından vazgeçilmelidir. Devlet, millet için vardır. Her güç millete hizmet için görevdekilere bahşedilmiştir. Devlet, milletin taleplerine göre şeklini değiştirir, kırmızı çizgiler hep vardır, ama millete rağmen karar almak ve uygulamak asla mümkün değildir. Değişim güçlü olduğunuzda değil, adil olduğunuzda millet tarafında karşılık ve destek bulur. Değişim, milletin devlete yansımasıdır. Değişim milletin çizdiği yol haritası olmalı ki devlet-millet bütünleşmesinin önünde hiçbir engel kalmasın.

Yeni bir siyaset diline ve kutuplaştırıcı değil, kucaklayıcı bir siyasete ihtiyaç olduğu kesindir. Muhalefet (CHP) bunu yapmak için çalışıyor. Aynı zamanda hem DEM Partili Kürtlerden, hem İyi Partili milliyetçilerden, hem de Millî Görüşçülerden oy alabildiler. Samimi mi, değil mi, ayrı bir tartışma konusu; geçmişte bunu AK Parti yapıyordu. Hem de samimî bir şekilde… Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Kimsesizlerin kimsesi” denmesinin nedeni bundan ileri geliyordu. Ortada bir parti adı yoktu. Şimdi AK Parti’nin yine bunu yapması gerekiyor.

Bugün muhalefette olan ve muhalefete oy veren vatandaşlarımız şer cephesi olarak görülmemeli, kalpleri fethedilecek devletin ve milletin menfaatine yönelik konularda desteği alınabilecek vatandaşlar olarak iletişime geçilmeli. İnsanları sınıflandırırkenki kriterimiz artık mümin-kâfir-münafık üçgeni içinde olmalı. Yegâne kriterimiz adalet ile zulüm/adil ile zalim olabilir.

AK Parti, özgürlükleri genişletecek, adalet duygusunu tamir edecek, refahı artıracak fabrika ayarlarına sahip. AK Parti tekrar bu fabrika ayarlarına dönmeli. Bunlar zaten AK Parti’nin daha önce başarıyla uygulayıp yüzde 59’lara tırmandığı politikalar. Yani AK Parti’nin “kayıp hazinesi”. Millî seferberliğe giden yol, bu kayıp hazinenin keşfidir.

 

Devlet, milletin taleplerine göre şeklini değiştirir, kırmızı çizgiler hep vardır, ama millete rağmen karar almak ve uygulamak asla mümkün değildir. Değişim güçlü olduğunuzda değil, adil olduğunuzda millet tarafında karşılık ve destek bulur.

 

Ehliyet, liyakat, meşveret, adalet

Liyakat, meritokrasi yani her bireyin kabiliyet ve hizmetine göre dâvâ kadrolarında yükselmesi, sistemin esasını oluşturmalı. Günümüzde kendi yerini ve haddini bilmemek, tamahkârlık, helâl-haram bilmemenin yaygınlaştığını, fazilet ve kanaat gibi özelliklere sahip kişilere itibar edilmediğini görüyoruz. Görevlere liyakatli kimselerin yerine liyakatsizlerin, dürüst ve insaflı kişilerin yerine insanları küçümseyen, cahil, merhametsiz kişilerin seçilmelerine sebep olmanın ve müsamaha etmenin insanlara zulmetmekten farkı yoktur.

Zaman zaman emanetin ehline teslim edilmemesi, bu kutlu dâvâda birçok sıkıntıya yol açmış ve dâvâyı uçurumun kenarına kadar götürmüştür. Bu noktada istişare önemlidir. Nizamülmülk, “Tek başına bir kişinin devlet işleri için izlediği siyaset bir insan kuvvetinde, iki kişininki ise iki insan kudretindedir. Devlet işlerinde takip edilecek siyaset, cihan görmüş kişiler ve âlimlerle istişare edilmesidir. Peygamber Efendimiz (sav) dahi istişareye ihtiyaç duymuşken, diğer insanların istişare etmemesi söz konusu bile olamaz” der. Meşveret İlâhî bir emir olarak sunulduğundan dolayı, bu usul yöneticiler için bir tercih değil, zorunluluk olarak ortaya çıkar. İstişare herkes için gereklidir. “Meşveret eden pişman olmaz”.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan, “Güneşi gören buz gibi erimemek için, eleştirdiğimiz partilere benzememek için, daha ağır bedeller ödememek için hatalarımızı görüp kendimizi toparlamalı ve milletle aramızdaki gönül köprülerimizi yeniden güçlendirmeliyiz” demiyor mu? Sorun sadece birkaç genel başkan yardımcısı ya da kabinede yapılacak bir değişiklik değildir. Sorunun kaynağı daha derinde görünüyor. Aynı zamanda milliyetçi, aynı zamanda Millî Görüşçü, aynı zamanda Kemalist olunmuyor. Toplumun tüm kesimlerini kucaklamak hedeflenirken ne yazık ki bizi var eden muhafazakâr demokrat kimliğimizi unutmuş gibi görünüyoruz.

AK Parti’nin güçlü bir şekilde eski reformcu, özgürlükçü ve refahı önceleyen yeni bir siyaset dilini üretmeye ihtiyacı var. Değişen toplumsal taleplere cevap verecek bir siyaset üretmek gerekiyor artık.


 

Yeni bir dil, yeniden hareket

Siyaset dilimiz inanç, gelenekler ve hamaset üzerinden olmamalı. Tüm söylemlerimiz akıl, bilgi ve toplumsal zorunluluklar üzerinden hayata geçirilmeli. Kabilecilik, kavmiyetçilik, grupçuluk, hemşericilik üzerinden sınıflandırmadan uzak olunmalı ve toplumu ortak noktada birleştirecek hedefler olmalı.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan, yapacağı yenilemede bugüne kadar sadakatle yanında, dâvânın içinde yer almış ama bugüne kadar hiç görev alamamış güvenilir isimleri tercih etmeli. Çünkü o cevher var. Denenmişlerle yenilenme olmaz. Halkın gözünden düşenlerle yenilenme olmaz. Bilinmeli ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, hiç kimsenin vefasına, sadakatine veya bağlılığına ihtiyacı yok. 22 yıldır koca partiyi tek başına sırtında taşıdı. Gölge etmesinler, nereye giderseler gitsinler.

Gidenlerin hazin sonlarını görmedik mi? Recep Tayyip Erdoğan’ın artık çıkarcı, hesapçı, nankör, vefasız, ikiyüzlü, adı unvanı ne olursa olsun kimseye ihtiyacı yok. Gördük ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın sahibi, aziz Türk milleti. 22 yıldır AK Parti seçmeninin oylarını verdiği kişi, Recep Tayyip Erdoğan.

Dikkat ediniz, son yıllarda AK Parti seçmeni bütün söylemlerinde Recep Tayyip Erdoğan ile AK Parti’yi ayrı ayrı değerlendiriyor. Hatta bu öyle bir noktaya geldi ki, “Erdoğan yeni bir parti kursa da bu yapıdan kurtulsa” denmeye başlandı. Peki, neden? İşte o neden, AK Parti’nin kendini sorgulama nedenidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir dönem daha Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ihtiyacı vardır. Erdoğan, 22 yılda Türkiye’de büyük bir devrim yapmıştır. Önce Türk Devleti’ni vesayet ve esaretten kurtarmıştır. Başbakanı pijama ile karşılanan düzene son verilmiş, Devlet’in itibar ve otoritesi yeniden tesis edilmiştir. Askerinin mermisinin bile dışarıdan geldiği günlerden çıkılarak, savunma ihtiyaçları konusunda yüzde 80’lere varan yerlilik oranını yakalayan savunma sanayii hamlesi ile adeta zincirlerimiz kırılmıştır. Türkiye’nin tüm alt ve üst yapısı büyük oranda yenilenmiş, yolları, köprüleri, havaalanları ile dünyanın en modern ve iddialı tesisleri kurulmuştur. Bunu inkâr etmek mümkün mü?

Dünyaya hükmeden süper güçlerin en önemli özelliği, savaş gücü ve savunma sanayiindeki üst seviyeleridir. Üzerinde bulunduğumuz bu topraklarda bugüne kadar ve bundan sonra var olabilmemizin en temel ölçütü, savaş gücümüz ve savunma sanayiimizdir. Türkiye’nin bu yaşamsal mücadelesi karşısında rakipleri hep süper güçler olmuştur ve bugün de öyledir. Onun için Türkiye’nin süper güç seviyesinde savunma sanayii kurması şarttır. Bunun da konvansiyonel anlamda ölçütü beş konuda özetlenebilir: Kendi uçağınızı, tankınızı, füzenizi, radarlarınızı ve deniz harp araçlarınızı en üst teknolojide yapmak.

Tüm bu konularda Türkiye muazzam bir başarı elde etmiş hâlde, süper güçlerin yüz senede ulaştıkları seviyeye 20-25 yılda ulaşmak üzeredir. Özellikle SİHA teknolojisi başta olmak üzere, millî muharip uçağı Kaan’dan Altay tankımıza, füzelerimizden SİHA’larımıza, uçak gemimizden denizaltılarımıza kadar beş yıl sonra süper güç seviyesine ulaşmış olacağız. İşte tüm bu başarı hikâyesinin başkahramanı Sayın Erdoğan’dır.

Bugün emperyalizmin korkulu rüyası da budur. Tüm emperyalist güç ve odaklar bunun farkında ve Erdoğan kaybetsin diye var güçleri ile çalışmaktadırlar. Uluslararası büyük bir haber ajansı, eleman aradığı ilânında “Erdoğan karşıtlığını” kriter olarak belirtecek kadar ileri gitmiştir. Aslında onların düşmanlıktaki bu şiddeti, bizim uyanmamız için yeter de artar bile. O nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında Milli Seferberlik Hareketi artık  kaçınılmaz  bir gerçektir. Bunu, Erdoğan’ın liderliğinde bağımsız ve güçlü Türk Devleti’nin inşâsının sürmesinin önüne takoz konulmaması için söylüyoruz. Söz konusu Devlet’tir. Bu devletin, özellikle de AK Parti’nin içerisinde kümelenmeye çalışan ihanet çemberlerinin kırılması millî bir görevdir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan kendisini seven, kendisine umut bağlayan milyonlar bir yenilenme istemektedir. Çünkü millet, AK Parti’nin fotoğrafını çekmiş ve Erdoğan’ın önüne koymuştur.

İşte bu noktada denetim de bir olmazsa olmazdır. İtimat, kontrole mani değildir. O nedenle denetim, sistemin en önemli sigortalarından biridir. Milletin içinde olanlardan haberdar olunması ve görevlilerin işlerinde gevşeklik göstermemesi için “murakabe” yani denetim, kurumsallaştırılması gereken bir kurumdur. Murakabe, yönetimde adaletin sağlanmasının temel esaslarındandır. Murakabeyle devlet görevlilerinin ve halkın ne durumda olduğu yönetim tarafından sağlıklı bir şekilde öğrenilir. Yöneticiler halkın durumunu yakından ve aracısız görmek için “tebdil-i kıyafet” yani kılık değiştirip, görevlerini gizleyip halkın içine geziler yapmalı ve gerçekleri görmelidir. Bakınız tarihimize, bunları görürsünüz. Ayrıca olup bitenleri birkaç kaynaktan araştırmak da hâdiseleri tam olarak anlamak için gereklidir.

Güç dengesi ve denetime dayanmayan, tekçi kültüre dayanmaksızın hesap veren, sorgulanan ve sorgulayan bir sistemin inşâsı gerçekleşmeli. Yeniden güçlü Türkiye için bu yüzden topyekûn seferberlik vaktidir!

Millî kadrolar bayrağının gölgesinde, Anadolu’nun kadim topraklarında yeniden güneşli günlerde birlikte hedefe yürümek tarihî bir sorumluluktur. Türkiye artık geriye dönemez. Türkiye artık 22 yılda elde ettiği kazanımları yok edecek siyâsî bloklara bu ülkeyi yönetme gücünü veremez. Küresel emperyalizmin içerideki satılmış aparatları ile birlikte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığının altında yatan gerçeği bilmemek, bu ülkeye ihanettir. Mesele, Sayın Erdoğan’ı yok edip Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne istekler ve beklentiler karşısında diz çöktürme oyunudur. 22 yıldır ne yapmışlarsa başaramadılar. Ancak 31 Mart’ta bir cesaret aşısı vuruldular. O nedenle AK Parti, Cumhur İttifakı ekseni etrafında yıkılıp yeniden yapılanma anlayışını ortaya koymalıdır. Ki başka çıkar yol yoktur.

Artık yenilenmek, bir olmazsa olmazdır. Yenilenecek güçlü bir insan profili, Sayın Erdoğan’a karşılıksız gönül vermiş muhafazakâr demokrat kitle içerisinde vardır. Her biri nöbetçi asker gibi görev beklemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, artık AK Parti’yi belirli insanlar arasında, belirli bir çember içinde yönetimin paylaşıldığı hissi veren yapıdan çıkarmalıdır. Milletin söylediği bu anlamda nettir. Sayın Erdoğan dışında hiç kimse vazgeçilmez değildir. AK Parti’de sözde siyaset yapıp belediyelerde, bakanlıklarda, genel müdürlüklerde bulunup da sinsice başka adaylara çalışan, sonuçlar karşısında adeta “İyi oldu” dercesine tavır takınan kim varsa onunla yollar ayrılmalıdır. Ki bu tiplerle hâlâ birlikte yol arkadaşlığı yapanlar da millete ihanet hâlindedirler.

İkiyüzlülerle, adamına göre çalışan, adaylarını satanlarla değil, gerçek dâvâ adamları ile bu yolları yürümeli. Başarısızlıklardan başarı üretmeye kalkmak, artık sadece yeni başarısızlıkların kapısını aralamaz, o kapıyı bir daha açılmamak üzere kapatır.

 

AK Parti, özgürlükleri genişletecek, adalet duygusunu tamir edecek, refahı artıracak fabrika ayarlarına sahip. Yani AK Parti’nin “kayıp hazinesi”. Millî seferberliğe giden yol, bu kayıp hazinenin keşfidir.

 

“Ben sizi erkek sanmıştım”

İhsan Sabri Çağlayangil’in bir hatırasını bu minvalde hiç yorum yapmadan aktarmak istiyorum. Çağlayangil şöyle anlatıyor:

“Bursa Valisiyim. 1957 seçimleri öncesi… Bursa milletvekilleri ziyaretime geldiler. İstekleri, Çalı bucağının Jandarma Kumandanı Uzatmalı Onbaşıyı görevden almam. ‘Niçin?’ dedim. Milletvekilleri, ‘Bu adam CHP’li, partizanlık yapıyor’ dediler. ‘Peki, bakarım, tahkik ederim’ dedim. Özel idare müdürünü çağırdım. ‘Şu adamın durumunu bir tahkik ediverin’ dedim. Özel İdare Müdürü gitti, tahkik etti, geldi. ‘Uzatmalı Onbaşı işinin ehli, vazifesini de tamam ve hakkaniyetle yapan bir görevli’ dedi. ‘Pekâlâ, kalsın’ dedim.

Aradan bir süre geçti, milletvekilleri yeniden geldiler. Bursa milletvekilleri dişli insanlar. Âgah Erozan, Demokrat Parti iktidarında Meclis Başkanı. Haluk Şaman, Çalışma Bakanı. Hulusi Köymen, Millî Savunma Bakanı. Sadettin Karacabeyli, Selahaddin Karacabey, sevilen, ağırlıkları olan milletvekilleri. ‘Uzatmalı Onbaşının tayini ne oldu?’ dediler. Özel İdare Müdürünün incelemesinin sonuçlarını aktardım. Güldüler. ‘Özel İdare Müdürü de CHP’li, adamı koruyor’ dediler. ‘Kendim gider bakarım, gereği neyse yapılır’ dedim. Kalktım gittim. O zaman ocak bucak başkanlığı devri, Uzatmalı Onbaşıyı istemeyen de ocak başkanı. Araştırdım. Ocak başkanının olmadığı bir yerde bizzat DP’liler bana, ‘Bizim başkan, ormandan odun kesmek istiyor, bu onbaşı da engelliyor. Onbaşı görevini tam yapan insandır. Başkan haksız’ dediler. Öğreneceğimi öğrenmiştim. Döndüm geldim. Bir süre geçti, milletvekilleri yeniden geldiler. ‘Ne oldu bizim Uzatmalı Onbaşının işi?’ diye sordular. ‘Kendim gittim, tahkik ettim. Onbaşı dürüst ve görevini hakkıyla yapıyor. Bucak başkanı orman kaçakçısı. Odun kesmek istiyor, onbaşı da mani oluyor. Şikâyetin anlamı bu’ dedim. Yani Uzatmalı Onbaşıyı görevden almayacağımı söyledim. Israr ettiler. ‘Cezalandırmak şart değil ya, Çalı’dan al, Bursa’nın en iyi yerine ver’ dediler. ‘Olur’ dedim.

Onbaşıyı çağırdım. O zaman Bursa’nın en iyi kasabası Armutlu. ‘Oğlum seni Armutlu’ya vereyim, orası Bursa’nın en iyi kasabası, istakozu bol, rahat edersin’ dedim. Onbaşı bana döndü, ‘Sayın Valim, yetki sizin elinizde. Beni nereye gönderirseniz giderim. Ama ben sizi erkek sanmıştım’ dedi. ‘Niye o?’ dedim. ‘Bir ocak başkanının sözüyle beni görevden alıyorsunuz’ dedi. ‘Armutlu’ya gitmek istemiyor musun?’ diye sordum. ‘İstemiyorum. Önümüz kış. Evimin odununu, kömürünü aldım. Çocuğum okulda. Öğretmenini de çok seviyor’ dedi. ‘Peki öyleyse, kal yerinde’ dedim, gitti.

Milletvekilleri tekrar geldiler, durumu onlara anlattım. ‘Görevliye Armutlu’yu teklif ettim ama kabul etmedi. Başka bir şey yapamam” dedim. Memnun olmadılar. Aradan bir süre geçti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Özel Kalem Müdürü Gemlikli Tayyar bana telefon etti, ‘Sayın Cumhurbaşkanım sizinle baş başa yemek yemek istiyor’ dedi. Kalktım gittim. Çankaya’da rahmetli Celal Bayar’la yemek yiyoruz. ‘İhtimal vermedim amma sen Bursa milletvekillerinin istediği bir uzatmalıyı yerinden almamışsın’ dediler. ‘Evet, değiştirmedim’ cevabını verdim ve olayı aynen naklettim. Celal Bayar bana, ‘Milletvekilleri bir uzatmalı için kırılır mı? Sen onu alıver’ deyince, ‘Eğer müsaade ederseniz bu tayini halefim yapsın’ dedim. Bayar’ın bana cevabı, ‘İnce demokratmışsın’ oldu.

Yemek bitti. Bursa’ya döndüm. Tayinimi bekliyorum, çıkmadı. Ama rahmetli Bayar iki ay benimle konuşmadı. Uzatmalı da yerinde kaldı. 1957 Seçimleri oldu. CHP oyları ilerledi, DP oyları geriledi. CHP 61 mebustan 178’e yükseldi. Adnan Menderes seçim sonrası görüştüğümüzde bana şu soruyu tevcih etti: ‘Türkiye sathında her yerde geriledik, Bursa’da 44 bin oy fazla aldık. Bu dört yılda iktidarımızı siz temsil ettiniz. Bunun hikmeti nedir?’” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Yılmaz Yayınları, 1990 3. Baskı, sh: 354-356.)

Son söz

Bu hatıradan sonra gelelim bamteline dokunmaya…

Şöyle diyor Akif “Birlik” şiirinde: Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz/ Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz// Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun/ Meğerki harbe giden son nefer şehid olsun.// Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa/ Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa// Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar/ Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar// Değil mi cephemizin sinesinde iman bir/ Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir// Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz/ Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz.”

Meselemiz işte budur! Bu kutlu yolda inandıklarımız gücümüz, Efendimiz yoldaşımız olsun. Vesselâm.