
Mehmet Âkif Ersoy’un Millî
Mücadele’ye katılması
MEHMET Âkif,
Sebîlü’r-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan davet almıştı.
TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya vardı. Millî
Mücadele’ye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara’ya
varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.
Ankara’ya geldiği
günlerde, Mustafa Kemâl Paşa, Konya Vali Vekiline telgraf göndererek Âkif’in
Burdur Milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Böylece 1920-1923
yılları arasında vekil olarak Birinci TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında
adı, “Burdur Milletvekili ve İslâm şairi” olarak geçmektedir (İldeniz, 2006).
Ankara’ya varır varmaz ona
verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere
Konya’ya gitmekti. Büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı
ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım
ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da
basıldı ve tüm vilâyetlere ve cephelere dağıtıldı.
Mehmet Âkif, Anadolu’ya
geçerken Eşref Edip’e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip,
Sebîlü’r-Reşad dergisinin klişesini de alıp İstanbul’dan ayrıldı. Âkif,
derginin 464 ilâ 466’ncı sayılarını Eşref Edip ile beraber Kastamonu’da yayımladı.
464’üncü sayı o kadar ilgi
gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu’ya ve askere dağıtıldı. 467’nci sayıdan
itibaren yayıma Ankara’da devam edildi. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki,
yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Orta Asya Türk halklarını etkilemesinden
korkan Rusya, derginin ülkeye girişini yasakladı (Hür, 2014).
1921’de Ankara’daki
Taceddin Dergâhı’na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur Milletvekili olarak
Meclis’teki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanların Ankara’ya
ilerleyişi karşısında Meclis’i Kayseri’ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun
bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara’da kalınmasını,
Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul
edildi.
Ankara’nın değişen havası ve
Mehmet Âkif Ersoy
Kurtuluş Savaşı mesafe kat
etmeye başladıktan sonra Ankara’da bir erken hesaplaşma ortaya çıkmış,
muhalifler tasfiye edilmeye başlamışlardı. Bu atmosferin baskısı altında
Mehmet Âkif, 1923 yılında sağlık gerekçesi ile milletvekilliğinden istifa etmişti.
Yakın dostu Trabzon Mebusu
Ali Şükrü Bey’in bir suikast ile katledilmesi, Mehmet Âkif’i çok derinden
yaralamıştı. 1923 yılının Mart ayının son günlerinde ortadan kaybolan yakın
arkadaşı Ali Şükrü Bey’in, Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Kumandanı Topal Osman
tarafından öldürüldüğünün anlaşılması üzerine, kendisine yeni bir yurt bulması
gerektiğini hissetti (Hür, 2014).
Ersoy’un büyük dramı
Millî Mücadele’ye büyük
emek veren, Birinci Meclis’e Burdur Mebusu olarak katılan, İstiklâl Marşı’mızı
yazan ve ödül olarak verilen 500 lirayı Ordumuza bağışlayan Âkif, sırtında
paltosuz dolaşıyordu.
Millî Şair Mehmet Âkif
Ersoy’un Ankara günlerini, oğlu Emin Ersoy şöyle anlatmaktadır: “Âkif,
bir müddet sonra eşi ve diğer çocuklarını da Ankara’ya getirtmiştir. Fakat
başkentin Kayseri’ye taşınma tartışmalarının yaşandığı İstiklâl Savaşı
sıralarında eşini ve çocuklarını Kayseri’ye göndertmiş, yanında yalnızca Emin’i
alıkoymuştur. ‘Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün’ diyerek baba-oğul cepheleri
dolaşmışlar, halka ve askere moral verip düşmanın çıkardığı yangınlara su
taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır.” (Ersoy, 2010:4)
Cumhuriyet’in ilânının
ardından Ankara’da bir tasfiye süreci başlatıldı. Tasfiye edilenlerden biri de
İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif Ersoy idi.
Hiçbir kanun, nizam ve
ölçü tanımayan İstiklâl Mahkemeleri, bir süre sonra dâmâdını, dolayısıyla
kendisini de hedef almıştı. Ankara’da hiçbir farklı düşünceye tahammül edemeyen
yeni yöneticiler, bir süre sonra muhalif olan herkesi polis aracılığı ile takip
ettirmeye başlarlar. Takip edilenlerden biri de İstiklâl Marşı şairi Mehmet
Âkif Ersoy’dur.
Öte yandan bazı mahfiler
tarafından Millî Şair’e büyük bir ambargo da uygulanıyordu. Ankara Halkevi
Reisi Ferit Celâl’in Mehmet Âkif ile ilgili sözleri, bu anlamda önemli bir
ipucu teşkil eder: “Mehmet Âkif ile ilgili bir toplantıya şiddetle
karşı çıkan Ferit Celâl, vatan şairi Namık Kemal’i de dinî hisler taşıdığı
gerekçesiyle dışlamak istediğini söylemişti.” (Serdengeçti, 2000:198)
Dönemin idarecileri Mehmet
Âkif tarafından kaleme alınan İstiklâl Marşı’nı “Fazla Batı aleyhtarı” diye
niteleyerek değiştirmeye dahi yeltenmişler, ancak başarılı olamamışlardı.
1923 yılının ikinci
yarısından itibaren adım adım takip edilen Mehmet Âkif Ersoy, bu muameleye çok
kırılmış, “Bana memlekete ihanet etmiş adam muamelesi yapıyorlar. Buna
tahammül edemiyorum” (Düzdağ, 1990:3) diyerek vatanı terk etmiş ve
Mısır’a yerleşmiştir. Taha Akyol da bu vakıayı şöyle ifade eder: “Mısır’a
gidişinin asıl sebebi, ‘takip altında’ kalmış olmasıdır. Peşine polis hafiyesi
takılması çok ağırına gitmiştir.” (Akyol, 2010)
1923 yılında Ankara’dan
İstanbul’a dönen Mehmet Âkif, Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışı geçirmek
üzere Mısır’a gitti. 1926 yılına kadar kışları Mısır’da geçiren Mehmet Âkif’e,
1925 yılında Türkiye’ye döndüğünde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
Kur’ân’ın Türkçeye tercümesi teklifi yapıldı. Uzun süre bu teklifi reddeden
Mehmet Âkif, ısrarlar karşısında kabul etti. 6-7 yıl kadar üzerinde çalışma
yaptı.
1932 yılı Ramazan’ında,
bir teravih namazından sonra Kur’ân yerine Türkçe tercüme okunması, kendisinde
yapacağı tercümenin Kur’ân yerine okutulma endişesini doğurdu. Bu endişe
üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile yapmış olduğu sözleşmeyi feshetti.
1926 kışından itibaren
Mısır’dan dönmeyen Mehmet Âkif, Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti.
Kahire’deki “Câmiü’l-Mısriyye” adlı üniversitede Türk dili ve edebiyatı
dersleri veren Mehmet Âkif, maddeten sıkıntılı bir hayat yaşadı.1936 yılında
rahatsızlanan Âkif, hava değişimi için önce Lübnan’a, sonrasında ise Antakya’ya
gitti. Ancak hastalığının ilerlemesi üzerine 1936 yılının Haziran ayında
İstanbul’a gelerek tedaviye burada devam etti.
O günlerde Millî Şair’in,
içinde ikâmet edebileceği bir evi bile yoktu. Ersoy, bir arkadaşının yanında
kalıyordu. Emekli cüzdanında Âkif’in adresi olarak “Beyoğlu, Parmakkapı
Mısır Apartmanı’nda Fuat Şemsi yanında” kaydı bulunuyordu (Akyol,
2010).
Mehmet Âkif’in Mısır’dan
dönüşü ve yaşadığı hastalık milletten ustalıkla gizlenmişti. Ömer Aymalı bu
vakıayı, Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’den nakille şöyle anlatır: “O
zamanlar ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile
çelişkiye düşmek istemediği için basın da Mehmet Âkif’in yurda dönüşü ve
hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmadı.” (Aymalı,
2012)
Mehmet Âkif Ersoy’un
cenazesi ve yapılan büyük ayıp
Tarihe düşülen kayıtlara
göre, dönemin tek parti iktidarının Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, İstanbul
Valiliği’ne gönderdiği mesajda cenazeye sahip çıkılmamasını ve tüm resmî
zevatın cenazeden uzak durmasını istemişti.
Gazeteci Ardan Zentürk, bu
büyük ayıbı şöyle anlatır: “Hafif kar yağışı olan 27 Aralık 1936 günü
büyük Türk şairi, büyük Müslüman Mehmet Âkif Ersoy’un tabutu dört hamalın
sırtında Beyazıt Camii’ne getirildi. Burada kılınan öğle namazından sonra
tabut, yirmi beş otuz kişiden ibaret cemaatin omuzları üzerinde yola çıkarıldı.
Sonunda mezarının başında on üç kişi kaldı.” (Zentürk, 2009)
Gazeteci Taha Akyol da
Mehmet Âkif’in çıplak bir tabut içerisinde musallaya getirildiğini nakleder.
Âkif’in çıplak tabut içinde musalla taşına konulan cenazesine devlet değil,
üniversite öğrencileri ve halk sahip çıkmıştır (Akyol, 2010).
Âkif’in cenaze namazı için
herhangi bir resmî bir tören hazırlanmamıştı. Cenazeye resmî kişi ve
kuruluşlardan katılan hiç kimse olmamıştı.
Mehmet Âkif’in cenaze
namazına Hukuk Fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, 5
Ocak 1987’de, Tercüman gazetesinde “Âkif’in Cenaze Töreni” başlıklı
yazısında o günü şöyle anlatır: “Bizler alana geldiğimizde, namaz
saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte
bekliyoruz. Birden bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine
örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin
getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat
tabutun Mehmet Âkif’e ait bulunduğu anlaşılınca bir anda gençler ağlamaya
başladı.
(…) Gençler hemen Emin
Efendi Lokantası’nın bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun
bir kısım arkadaşları gelmeye başladı. Ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de
tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.” (Aymalı, 2012)
Taha Akyol da Millî
Şair’in cenazesine yapılan büyük devlet ayıbını Mithat Cemal Kuntay’dan nakille
şöyle anlatır: “27 Aralık 1936’dayız. Beyazıt Camii’nin musalla taşında
bir tabut, üstünde ne bir bayrak var, ne de bir örtü... Cami avlusunda cenazeyi
bekleyen şair Mithat Cemal, ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ diye düşünüyor. O anda
Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye
koşuyor. Sonra yüzlerce genç peydâ oluyor, çıplak tabutunu üniversitenin büyük
bayrağına sarıyorlar. Defnedileceği Edirnekapı Şehitliği’ne kadar omuzlarda
taşınıyor. Kör ve sağır yetkililerin görmediği, duymadığı, tınmadığı büyük
Âkif’in cenazesi bu şekilde ‘millet töreni’ ile kaldırılıyor. Ertesi gün
gazetelerde bir iki sütuna sıradan birkaç haber… Bir süre sonra, ‘Kimseler
yüzüne bakmadı, bitler içinde öldü’ türünden yalan ve aşağılayıcı yazılar
çıkıyor.” (Akyol, 2006)
O tarihlerde Millî Türk
Talebe Birliği’nde görevli bulunan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan da cenazeye
katılmış ve bir konuşma yapmıştır.
“Âkif’in Ebediyete
Uğurlanışı ve Sonrası” başlıklı bir yazıda hatıralarını anlatan Karahan, cenaze
töreni sonrasında başına gelenleri şöyle anlatmıştır: “Üç gün sonra
beni Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğüne istediler. Bir şube müdürü
beni sorguya çekti. Ne sıfatla resmî mâkâmların törene gerek görmediği bir
şairin kabri başında konuşma yaptığımı sormuştu. Cevabım yaklaşık olarak
şöyleydi: ‘Ben herhangi bir şairin değil, Türk bayrağı göndere çekilirken,
yazdığı İstiklâl Marşı ile göklere seslenen bir zâtın kabri başında
milletimizin duygusunu, saygısını dile getirdim. Beni buraya çağırmakla hatâ
işlemiş bulunuyorsunuz.’”
Dönemin yöneticileri her
ne kadar Mehmet Âkif’e bir cenaze töreni hazırlamamış olsalar da sevenleri ve
binlerce üniversite öğrencisi, onu son yolculuğunda el üstünde Edirnekapı
Mezarlığı’na kadar taşımıştır (Aymalı, 2012).
Tıpkı babası gibi oğul
Emin Âkif de sıkıntılı günler yaşamıştır. Kaynakların verdiği bilgilere göre
Emin Âkif, 1934’te askerliğini yapmak üzere Mısır’dan Türkiye’ye döndü.
Askerliğini Kırklareli’nde er olarak yapmaktaydı. Fakat bu dönemde koğuştaki
arkadaşlarına Kur’ân okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Dîvân-ı Harb’e verildi.
Bu bilginin kaynağı, Ali İlmî Fânî’nin Rıza Tevfik’e gönderdiği bir mektuptur.
14 Ekim 1935 tarihli söz
konusu mektup, Emin Âkif’in Bereketzâde Cemil Bey’e gönderdiği bir mektuptan
iktibaslar ihtiva etmektedir. “Kırıkhan’da mevkuf şair Mehmed Âkif
Bey’in mahdûmu Emin” imzalı mektuptan iktibasta şu ifadeler yer
almaktadır: “Kırklareli’nde vazîfe-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça
bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’ân okur, âyetleri tefsir ederdim. Bu
hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Dîvân-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif
edildim.” (Ersoy, 2010:11-12)
Kaynaklar
Akyol
Taha, (2006) Milliyet, 26.12.2006
Akyol
Taha, (2010) Milliyet, 29.12.2010
Aymalı
Ömer,(2012) Dünya Bülteni,28.12.2012
Düzdağ
Ertuğrul, (1990) Safahat, İstanbul: Timaş Yay
Ersoy
Emin Âkif, (2010) Babam Mehmet Âkif, (İstiklâl Harbi Hatıraları) İstanbul:
Kurtuba Yay,
Hür
Ayşe, (2014) Mehmet Âkif Ersoy, Radikal,28.12.2014
İldeniz
Aysun, (2006) Milli Mücadelede Mehmet Âkif, Eğitim Dergisi, Yıl 7, Sayı 73,
Mart 2006
Serdengeçti
O. Yüksel, (2000) Mabetsiz Şehir, İstanbul:T.E.V. Yay.
Zentürk
Ardan, (2009) Star, 8.10.2009